Kimlikli bir kültürel iklim için iki şifre: Yerli ve milli

Gülcan Tezcan / Gazeteci - Yazar
19.12.2015

Ülkenin en üst makamının kültür ve sanata gösterdiği hassasiyet, yüklediği önem ve misyon, geniş kitlelerde yankı bulmuyorsa bunun nedenleri üzerine uzun uzadıya kafa yormak gerekir.


Kimlikli bir kültürel iklim için iki şifre: Yerli ve milli

Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri geçen hafta Beştepe’de düzenlenen bir törenle sahiplerini buldu. Siyaset gündeminin yoğunluğu içinde küçük bir satır başı olarak geçen törende Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yaptığı konuşma birçok bakımdan ele alınması, gündemde kalması gereken tespitler içerirken medyada çok da karşılık bulmadı. Kültür sanatın magazin sosuna bulanmadığı sürece itibar görmediği bir ülkede elbette Cumhurbaşkanının sanatta ‘milli’ ve ‘yerli’ vurgusunun bir günlük manşetin ötesine geçmesini beklemek nafile bir çaba. Ülkenin en üst makamının kültür ve sanata gösterdiği hassasiyet, yüklediği önem ve misyon geniş kitlelerde yankı bulmuyorsa bunun nedenleri üzerine uzun uzadıya kafa yormak gerekir.

Gençliğinde tiyatro yapmış, şiir sevdalısı, edebiyattan ve kültürden beslenen Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ödül törenindeki konuşması neden kültür sanatı bu derece önemsediğinin altını çizen ve bu alandaki mücadelenin neden bu kadar hayati olduğunu ortaya koyan net ifadelerle örülü idi.  

‘Yerli’ ve ‘milli’ ısrarı

Tarihi, kültürü ve kimliğiyle barışık olmayan, batıya endeksli bir düşünce vasatından beslenen zihinlerin hakikate uyanması için ciddi bir kültürel hamleye ihtiyaç var. ‘Yerli’ ve ‘milli’ bir kültürün inşası ise elbetteki devlet eliyle değil ama bu çerçevede yapılacak çalışmalara zemin sağlanması ile mümkün olacak. ‘Muhafazakar sanat’ tartışmalarında itirazlar genelde devletin şekillendirdiği bir sanat algısının ‘dayatmacı’ ve ‘sınırlandırıcı’ olacağı yönündeydi. Ancak Cumhurbaşkanının ‘yerli’ ve ‘milli’ vurgusu pek çok sanat dalında uzun yıllardır eksikliği duyulan, arazlara sebep olan ‘kimlik’ probleminin çözümüne yönelik bir teklif.

Yurtdışında çok ciddi başarılara imza atan yerli yapımların büyük bir çoğunluğunun Yılmaz Güney’le başlayan ve hiç değişmeyen bir tonda ‘ülkesini batıya şikayet etme’ hastalığından kurtulamayışı bu arazlardan sadece bir tanesi. Örnekleri çoğaltmak mümkün..

Sinema ve tiyatromuzun yüz yıllık geçmişleri dikkate alındığında en büyük tartışmaların ‘yerli’ sanat anlayışı noktasında yaşandığını da akıldan çıkarmamak gerek. Ulusal Sinema’dan Milli Sinema’ya ve Beyaz Sinema’ya kadar pek çok kavram ‘yerli’ ve ‘milli’ bir sanat dili üretme derdiyle ortaya atılmıştı. Ama bu tanımlar hâkim sanat çevreleri tarafından kabul görmemiş; sinema, tiyatro ve müzikte taklit ve adaptasyonlar kimlikli sanat arayışlarının önünü kesmişti.

AK Parti iktidarı bu anlamda sanat dünyasındaki tekeli kırmaya dönük önemli adımlar attı.

Yılların ihmalini bir çırpıda gidermeye yetmezdi elbette tüm yapılanlar. Ancak uzun yıllar belli çevrelerin paylaştığı Kültür Bakanlığı desteklerinin özellikle sinema ve tiyatro alanında çoğulcu bir anlayışla dağıtılmaya başlanması bile devrim niteliğinde sayılacak gelişmelerdir. Belli çevrelerin ‘sansür’, ‘baskı’ iddialarının tersine AK Parti, 90 yıllık Cumhuriyet geleneğinde resmi ideolojinin kıskacına sıkıştırılmış sanatı özgürleştirme yolunda adımlar attı. İstanbul, Ankara, İzmir’le sınırlı kültür sanat hayatı, batıdan doğuya ülkenin hemen her şehrine yayıldı.

‘Yetmez ama evet’ denilecek bu girişimlerin kültürel hayata yansımalarının görülmeyişinin bir nedeni zihinsel yatırımların bugünden yarına meyve veremeyişidir. 1994 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin muhafazakarlar tarafından yönetilmeye başlanması bir nevi milat kabul edilecek olursa, ortada aslında ciddi bir zaman kaybının varlığı söz konusudur. Evet, kültürel anlamda donanımlı bireylerin ve izleyicilerin yetişmesi için yirmi yılı aşkın zamandır çok büyük çabalar harcandığını görüyoruz. Ancak aynı çabanın kültür sanat alıcısı kadar üreticisi ve eleştirmeni yetiştirme noktasında yeterli olamadığı gerçeğiyle yüz yüzeyiz. Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın kurduğu Gösteri Sanatları Merkezi, kendilerinin öngörülü bakışı çerçevesinde faaliyet gösterebilseydi bugün tiyatro alanında gözle görülür bir değişim ve dönüşüme şahit olabilirdik. Bu türden özeleştirileri ‘Reis’e laf ediyorlar’ sığlığında yorumlayanları bir kenara bırakırsak görünen manzara Gösteri Sanatları Merkezi’nin neden yirmi yılı aşkın bir süre boyunca verilen imkânlara rağmen Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nin onda biri kadar bir etkinliğe sahip olamadığı, nasıl ve hangi dönemde FETÖ bağlılarının yuvalandığı bir yere dönüştüğü sorularını sormayı gerekli kılıyor.

Kültürel belediyecilik anlamında sıklıkla eleştirilen ‘ihale’ mantığı da önümüzdeki süreçte çözümlenmesi gereken bir başka sorunlu uygulama alanı. Kültür ve sanat ürünlerinin diğer belediye birimlerinde olduğu gibi ‘hizmet alımı’ şeklinde ihale yoluyla gerçekleşmesi, kültür ve sanat eserlerini/ ürünlerini halka ulaştırması gereken bu kurumları ticari bir döngünün ortasına bırakıyor. Bu da niteliğin düşmesine sebebiyet veren bir başka olumsuzluk olarak karşımızda duruyor. Kültür etkinliklerinin sayısal karşılık ile değerlendirilen, ölçülebilir faaliyetler olarak görülmesine yol açan bu uygulama sebebiyle yerel yönetimler kültür politikaları belirlemeye çalışsa da ‘ihale’ mantığı bu politikaların hayat bulmasına fırsat vermiyor. 

Kültür ve sanat öncelenmeli

2002’den bu yana devam eden AK Parti iktidarının özellikle son dönemde en çok eleştirildiği konuların başında diğer alanlarda gösterilen başarının kültürel hayatta yakalanamamış olması geliyor. Öteden beri öncelikler sıralamasında çok gerilerde yer alan kültür ve sanata dair icraatlara parti programında ciddi başlıklar açılmasına karşın uygulamada ilerleyemeyişinin bir başka nedeni de toplumsal olarak ‘kültür’ ve ‘sanat’ı hayatımızın merkezine koymayışımız olarak karşımıza çıkıyor. Muhafazakar ve sağ kesimin edebiyata gösterdiği ilgi ve teveccühü sinema, tiyatro ve görsel sanatlardan esirgemesinin nedeni başlı başına bir tez konusu. Ancak 1990’lar sonrası hele de 28 Şubat’la birlikte yaşanan kırılmalar yeni neslin hem sanat alıcısı hem üreticisi anlamında daha kendine güvenli şekilde yol almasını sağladı.

Bu noktada yetişen yeni nesillerin sağlıklı bir çizgide sanat sahasında varolabilmesi, nitelikli işler ortaya koyabilmeleri için ‘yerli’ ve ‘milli’likten ne anladığımızı da enine boyuna konuşmak gerekiyor. Kendini ‘muhafazakar’ ve ‘AK Parti’ taraftarı olarak konumlayan kimi çevrelerin sorunlu bakışıyla hareket edildiği takdirde varolan kutuplaşmayı artıracak ayrımcı bir dil sanat dünyasına hâkim olur ki bu da kültürel bir çölleşmeyi beraberinde getirir.

Kültüre ve sanata 1990’lı yılların ezber ve alışkanlıklarıyla bakan, ‘din’i propagandist ve ticari bir tavırla sanatın ‘malzeme’si haline getiren işlerle büyük sanat eserleri ortaya koyduğu zannına kapılanların, ‘kültürel iktidar’ bahsine faydadan çok zarar verdiği ve vereceği aşikâr. Bu coğrafyayı kültür ve sanat anlamında da dünyanın merkezi haline getirecek bir bakış ve kültür politikası belirlenmesi için konunun tüm taraflarını bir araya getirecek bir çalıştay düzenlenmesi belki de eksikliklerimizi görüp daha iyi ne yapılabilir sorusunun cevap bulması için zihin açıcı olacaktır. Bu anlamda İBB Kültür Daire Başkanlığı’nın hazırlıklarına hız verdiği çalıştayın bir an önce hayata geçirilmesi ‘yerli’ ve ‘milli’ kültür başlığını tartışmak için iyi bir zemin sağlayacaktır. 

[email protected]