‘Kimsesizlerin kimsesi’ olmaya devam mı?

Prof. Dr. ALİ YAŞAR SARIBAY/Uludağ Üniversitesi Öğretim Üyesi
30.09.2012

AKP piyasa ekonomisine yönelik düzenlemeleri pekiştirirken global kapitalizmin eşitsiz ve adaletsiz yüzünü belli ölçülerde ‘yumuşatarak’ dezavantajlı toplum kesimlerinin nezdinde makbul hale gelmiştir.


‘Kimsesizlerin kimsesi’ olmaya devam mı?

Eylül Pazar günü AK Parti’nin (AKP) Büyük Kongresi yapılacak. Bu kongrede, Parti Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın önceden haber verdiği üzere, AKP’nin gelecek vizyonu “siyasi bir manifesto” olarak kamuoyuna ilân edilecek. Üç dönemdir iktidarda bulunan, birçok sosyal ve siyasal dönüşüme imza atmış bir partinin, ilân edeceği manifesto, şüphesiz sadece partiyi nasıl bir gelecek beklediği hususunda değil; Türkiye’nin nasıl bir geleceğe hazırlanmak istendiği bakımından da önem arz etmektedir. Bu itibarla, AKP’nin şimdiye kadar çizdiği siyasal-sosyolojik profilini resmetmek; söz konusu manifestonun işaret edeceği muhtemel toplumsal doğrultuları anlamlandırmada bir işlev görebilir.

Öncelikle belirtilmesi gereken husus, AKP’nin en şaşırtıcı tarafının politik kimliği olduğudur. Kurucu kadroya, kuruluş sürecine ve o esnada üzerinde durulan temalara bakarak tanımlayacak olursak; AKP pekala “İslamcı” (Pro-Islamic) bir parti olarak nitelenebilir. Daha sonraki aşamalarda  vuku bulan gelişmeleri dikkate alarak AKP kendi kendini “muhafazakar” olarak tanımlamak zorunluluğunu hissetmiştir. En nihayet ve hali hazırda AKP’nin kendisine uygun gördüğü sıfat “Müslüman demokrat” tır. Sadece içinden geldiği gelenek ve çekirdek kurucu kadronun kültürel - ideolojik arka planını dikkate alarak AKP’ye en uygun kimliğin “İslamcı” parti kimliği olduğunu söyleyenler; çok dar bir kalıp içine sıkıştırılmış bir tanım yapmaktadırlar. Çünkü, MNP-MSP-RP çizgisi esas alındığında bir çok “İslami” denebilecek değer, AKP tarafından halihazırda geri plana itilmiş gözükmektedir. AKP kadrosunun FP’den “yenilikçiler” adı altında kopuş sürecinde kullandıkları söylem hatırlandığında, üzerinde yoğunlaşılan temaların  “İslami”  değerleri geriye iten reel politik mahiyeti bir kanıt olarak alınabilir. AKP  “Muhafazakar” bir parti ise neyi “muhafaza” etmek istediği sorulduğunda, bunun cevabı yukarıdaki tespit icabı “İslami” değerler olamaz; olsaydı çok rahat “İslamcı” bir parti olarak da nitelenebilirdi. AKP’nin, ABD ve Avrupa Birliği ilişkilerinde gösterdiği tutuma dayanarak “muhafaza” etmek istediğini söyleyebileceğimiz şey, son tahlilde 1950’lerden beri Demokrat Parti’nin inşa etmeye giriştiği düzenin reel-politik tasavvurları ve eylemleridir

Kimlik meselesini izaha çalışırken, AKP’nin söz konusu reel-politikaya mahkûm oluşunun, onun bir ideoloji partisi olmasından çok, kitlesel-pragmatist, siyaset bilimi literatüründeki deyimle “her şeyi kapan parti”(catch-all party) konumuna daha yakın durduğunu söylemek olanağı da doğmaktadır. Bu sebeple, AKP, “İslam’ın demokrasiye yapabileceği katkılar” (her ne ise) üzerinde durmaktan vazgeçip; İslam’ı reel-politik sisteme uyarlama ve bu yolla en azından MSP geleneğinin empoze ettiği meşruluk kazanma zihniyetini olduğu gibi sürdürmektedir. Reel-politik anlayışta, “güçlü” bir merkez partisinin güçlü bir politik sistemin olmazsa olmaz koşulu anlayışı; hemen her partinin “her şeyi kapan parti” niteliğini kazanarak o anlayışa uygun bir rolü ifa etme hevesini kışkırtmış, politika oyununun kuralı olmuştur. Bu kuralı AKP de kabul etmiş göründüğü için; “her şeyi kapan parti” olarak İslami politik-ideolojik değerlerin geniş kitlelerce benimsediğine dair sanal bir izlenim vermekte; ama bunu yaparak hem reel-politik düzeyde, hem de çekirdek seçmen tabanında meşruluk bulmaya girişmektedir.

u anlayış doğrultusunda AKP’nin kendisini “İslamcı” olarak tanımlaması giderek imkânsız hale gelmektedir. Bu açıdan; a. AKP’nin “İslami” kimlikten sıyrılma zorunluluğu, çekirdek tabanın erimesine yol açabilir. Fakat, bu aynı zamanda, diğer “İslamcı” partilerin politik performansıyla da ilgili bir meseledir (Saadet Partisi’nden ayrılıp HAS Parti’yi kuran Numan Kurutulmuş ve arkadaşlarının AKP’ye katılmalarını bu açıdan değerlendirmek uygun olur);  b. İslami kimliğe verilen pragmatist şekil, o kimlik sahipleri tarafından kabul gördükçe, pekişen bir taban ortaya çıkabilir (Bu açıdan, yakın bir gelecekte Saadet Partisi’ni de HAS Parti’nin akıbetinin beklediği söylenebilir).

Hem politik zihniyet,  hem sosyolojik profil açısından AKP’nin bir koalisyon olduğu şüphesizdir. Bu bağlamda AKP’nin aldığı oylar, doğal olarak çok çeşitli kesimlerden devşirilmiş olan oylardır. Bu durum seçimden hemen sonra AKP yönetim kadrolarının partiyi bir politik kimlikten arındırma gayretine girmelerine sebep olmuştur. Ama bu partiye bir de saf (İslami) politik kimliğinden dolayı inanmış ve destek vermiş insanlar bulunmaktadır. Bu ise, AKP’yi, baskısını giderek hissettiren politik bir açmaz yaşama olasılığıyla karşı karşıya bırakmıştır: “Kendi” (çekirdek) yandaşlarını ihmal ederse, hem kimliksiz ve sonunda ideolojisiz “her şeyi kapan parti” (catch-all party) olacak, neticede popülist politikalara yönelecek (yani bütün iddiasına rağmen Türkiye’deki yerleşik politik bir geleneği sürdürecek); tamamen “kendi” yandaşlarına dayanırsa, “cemaatçi” bir parti olarak kalacak ve demokrasiyi genişleten değil, darlaştıran katı bir ideoloji partisi olarak işlev görecektir. “Müslüman demokrat” yaftasını tercih, bir anlamda, söz konusu politik açmaza düşmek istemeyişin ifadesi olarak da görülebilir. Şimdiye kadar uygulamaların verdiği işaret, AKP’nin “popülist demokrasi” tercihinin ağır bastığı yönündedir.

Global kapitalizme eklemlenme

22 Temmuz seçimlerinde AKP’nin kazandığı zafer, Türkiye’de yaşanan toplumsal-ekonomik dönüşümün çok boyutlu bir işareti olarak değerlendirilebilir. AKP, Türkiye’nin uzun süredir (kurumlaşmaya dair bir başlangıç noktası vermek gerekirse 1950’ler; bu kurumlaşmanın pekişmeye yöneldiği ânı belirtmek gerekirse 1983 seçimleri sonrası) global kapitalizme eklemlenme sürecinin ortaya çıkardığı politik bir sonuçtur. AKP söz konusu sürecin önemli bir anında iktidarda bulundu ve arkasındaki toplumsal-ekonomik birikimi çok iyi değerlendirdi. AKP’nin 10 yıllık iktidar döneminde yaptıkları, global kapitalizmin kurumsal, sosyal ve politik telkinlerinin başarılı şekilde hayata geçirilmesinden ibarettir. Söz konusu başarı, AKP’nin piyasa ekonomisine yönelik düzenlemeleri pekiştirirken (Anadolu sermayesinin dünyayla entegre olmakta gösterdiği maharetin zemin teşkil etmesi dahilinde), piyasa-dışı sosyal ve ekonomik mekanizmaları da devreye sokmasını bilmiş; o sayede global kapitalizmin eşitsiz ve adaletsiz yüzünü belli ölçülerde “yumuşatarak”, dezavantajlı toplum kesimlerinin nezdinde makbul hale getirmiş olmasıyla bağlantılıdır. Dezavantajlı toplum kesimlerini sisteme entegre etmeye yönelik girişimler, o kesimlerin sosyal dışlanmışlık duygusundan arınmalarını sağlayacak mekanizmalarla yapılmıştır (örneğin sağlıkla ilgili düzenlemeler, küçük üreticilerin çeşitli yollardan teşviki, bayındırlık hizmetleri, “kimsesizlerin kimsesi biziz” sloganında ifade bulan sosyal yatırımlar, konut politikalar, vs.).

Başka ülkelerde de gördüğümüz benzer durumları, bir sosyal bilimci, Mitchell Dean, teorik olarak “vatandaşlık teknolojileri” uygulamaları diye adlandırmaktadır. “Vatandaşlık teknolojileri”, bir toplumdaki sosyal sermayeye (yani insanların iletişim ağları şeklinde birbirine bağlanarak aile, eğitim, cemaat hayatı, çalışma, örgütlenme yeteneği... gibi maddi varlıklar dışındaki ortak değerleri paylaşmalarından hasıl olan çıktılar) yaygın ve etkin şekilde işlerlik kazandırmayı esas alan, bunun sonucunda ekonomik ve toplumsal bütünleşmeyi sağlayan politikalar demetidir. Bu açıdan bakıldığında, AKP’nin uygulamalarının kendine özgü uygulamalar olmayıp, daha geniş bir bütünleşme sürecinin (global kapitalizme eklemlenmenin) parçası olduğunu görebiliriz. Nitekim, sosyal sermaye ile ilgili geliştirici ve pekiştirici programlar Dünya Bankası’nın uzun süredir üzerinde hassasiyetle durduğu ve hükümetlere telkin ettiği politikalar paketinin en önemli unsurudur. Örneğin, Dünya Bankası projeleri içinde sosyal sermaye, yoksulluğu azaltıcı bir stratejik araç olarak önemli bir yer edinirken, aynı zamanda sivil toplumun piyasa ekonomisine zemin teşkil edecek yapılanmaları sağlayıcı rolü de ön plana çıkarılmaktadır. Dünya Bankası’nın telkinleri, Türkiye’de Şubat 2001 ekonomik krizinin aşılmasının çaresi olarak hükümetlerin gündemine oturmuştur. 2001’de başlayan süreç, global kapitalist piyasalarla bütünleşmenin şüphesiz ekonomik tedbirleri zorunlu kıldığı kadar; o tedbirlerin alınmasının önünde engel görülen politik kısıtların da demokrasinin genişletilmesini kaçınılmaz hale getirdiği bir durumu ortaya çıkarmıştır. AKP, bu sürecin başlamasının akabinde iktidara gelmiş ve yüz yüze olduğu ekonomik, sosyal ve politik telkinleri dikkate alarak “yola devam” etmiştir.

AK Parti’nin sosyal liberalizmi

Eğer bir adlandırma yapmak gerekirse, AKP’nin uyguladığı politikaları “sosyal liberalizm” olarak nitelemek bu çerçevede yanlış olmayacaktır. Sosyal Liberalizm, daha önce değindiğimiz sosyal sermaye ekseninde özellikle dezavantajlı toplum kesimlerini (fırsatları teşvik ederek, sosyal güvenliği yaygınlaştırarak, dolayısıyla halk kesimlerini güçlendirerek) ekonomiye dahil etmenin politik öğretisidir. Bu öğretinin öngörüsü, hem global bütünleşmenin ağ şeklinde sağlam düğümlenmiş olacağı, hem dışlanmışları içe(ri) alma yoluyla piyasanın meşruiyetinin yaygınlaşacağıdır. AKP, içinden çıktığı ideolojik gelenek itibarıyla ağdüzeni (network) şeklindeki mekanizmaları (bu noktada özellikle belediyelerin ve yerel cemaatlerin oynadığı rolü hatırlamak gerekir) yetkin bir şekilde çalıştırmayı bilmiş ve beklediği başarıyı elde etmiştir. Bu arada, özellikle belirtmek gerekir ki, genel olarak “Milli Görüş Geleneği”nin başta devlet seçkinlerince meşruluğu üzerine düşürülen gölgeden hiç şüphesiz AKP de payını almıştır. Kendilerini politik iktidarın tek bânisi ve hâmisi gören devlet seçkinlerinin nezdinde (başta askeri seçkinler olmak üzere) AKP hiçbir zaman ve şekilde meşru görülmemiştir. Cumhurbaşkanlığı seçiminde yaşanan kriz bu anlayışın had safhadaki sembolik göstergesi olmuştur.

Global kapitalizmden gelen empoze ve telkinler, iktidarları aşınmış ve işlevselliğini yitirmiş devlet seçkinlerini ve bu şeçkinlerle koalisyona teşne politika sınıfını muhatap almamıştır. Bu muhatap alınmamayı, sadece devletin bekası gerekçesiyle globalleşmeye karşı çıkışa bağlayan seçkinci anlayış; globalleşmenin eşitsiz de olsa nimetlerini tatmaya başlamış olan toplum kesimlerinin varlığının, dar bir politika sınıfının taleplerini ve beklentilerini aştığını fark edememiştir.

Türkiye’ye kalacak politik miras

Sosyal liberalizmin sosyal’i ekonomiye dahil edici mekanizmalarının nasıl işlediğine, kimler yararına şekillendiğine, dolayısıyla global kapitalizmin yerel düzeyde nasıl bir toplumsal zemine oturarak meşruluk kazandığına bakmadan; devlet seçkinleri, iktidar mücadelesini sembolik değerlere ve araçlara indirgemişler ve bu mücadelenin meşruluğunu da sadece AKP’yi gayri meşru gösterdikleri konumdan almayı tercih etmişlerdir. Bunda ise en büyük destek olarak yargı gücünü görmüşlerdir. Bu durumun bir başka ifadesi, topluma yön vermede AKP’nin sosyal’i (tabii son tahlilde politik olanı) ekonomiye dahil etme girişimleri karşısında; devletçi seçkinlerin sosyal olanı (dolayısıyla ekonomik olanı) hâlâ politik olanın türeviymiş şeklinde telakki edişlerindeki farklılıkların yarattığı çatışmadır (Bu açıdan bir zamanlar Deniz Baykal’ın “Anayasa Mahkemesi beklediğimiz yönde bir karar vermezse çatışma çıkar” ifadesinin son derece sembolik bir değer içerdiğini şimdi daha iyi anlayabiliyoruz). Bu açıdan, Türkiye’de esas meselenin global kapitalizmin meşruluk anlayışını değiştirmiş olduğu bir noktaya inhisar ettiğini görebiliriz: Meşruluğun kaynağını politik olanın değil, son tahlilde ekonomik olanın belirlemeye başlamış olması. Bu sonuçları, sadece devlet seçkinlerinin toplumu iyi “okuyamamaları” yönündeki bir yanılgı değil (“biz uzayda yaşıyormuşuz” ironik ifadesiyle birçok köşe yazarı herhalde devlet seçkinlerinin hissiyatına da tercüman olmuşlardır!); AKP’yi de global kapitalizmin isterleri doğrultusunda ve sınırları içinde “demokrat” olmaya ve kalmaya icbar eden bir uyarı şeklinde görmek gerekir.

Buraya kadar yapmaya çalıştığımız tahliller, AKP’nin, her şeyden önce, global kapitalizmin gidişatıyla uyu(şu)mu sağlayacak en kabiliyetli politik aktör olarak görüldüğüne işaret etmektedir. Bunu bir “başarı” olarak görmek, tarihin bir arada işleyen çoğul süreçlere değil, tek bir sürece tâbi şekilde ilerlediğini kabul etmek anlamına gelecektir ki bunun da, muhtemel iki paradoksal sonucu olabilir: Birincisi, Türkiye’nin kendi potansiyelini ve geleceğini sadece konjonktüre ve tamamen dışsal faktörlere bakarak sınırlamasıdır. İkincisi ise AKP’nin aldığı sonucu, sorunların üstesinden gelmede ve toplumu yönlendirmede kendisinin vazgeçilmez olduğuna dair bir vehme kapılacak şekilde yorumlaması ve bunu politik bir kültürel tavır olarak topluma yerleştirmeye girişmesidir. Bu da nihayetinde global kapitalizmin biricik bir süreç olarak işleyişini ve bu işleyişten doğan adaletsizlikleri ve eşitsizlikleri sadece masum göstermekle sonuçlanmayacak; alternatif süreçleri, arayışları ve beklentileri de ortadan kaldırmaya yönelik girişimleri gündeme getirecektir. AKP’nin tarihte alacağı yer ve Türkiye açısından geleceğe bırakacağı politik miras bu paradoksal sonuçlarla yakından bağlantılı olacaktır. 

  [email protected]