Kişiye Bağlı Adanmışlık Kültü: Söylemsel Egemenlik ve Paralel Esaret

AHMET KIZILKAYA / Stratejik Düşünce Enstitüsü Uzmanı
16.05.2015

Kendini ifade etme gücü ya da söz söyleme kudreti, insana özgü en yüce yetenek tecellilerinden biridir şüphesiz. Büyük dinlerin, medeniyetlerin ya da felsefi ekollerin insanın tanımına ya da varlıklar âlemi içindeki istisnai konumuna dair görüşlerinin özlü ifadesine bakıldığında, sözün gücüne ilişkin ne denli büyük bir önemin atfedildiği rahatlıkla görülebilir.


Kişiye Bağlı Adanmışlık Kültü: Söylemsel Egemenlik ve Paralel Esaret

İslam felsefecilerinin büyük bir kısmının insanı ‘konuşan varlık’ olarak tanımlaması ya da Hıristiyanlığın kutsal metni İncil’in artık neredeyse bir aforizma haline gelmiş olan “başlangıçta Söz vardı” ifadesi bu gücün değerine ya da insan varoluşumuza verili en yüce yetenek tecellilerinden biri olduğuna yönelik iki çarpıcı örnektir sadece.

Öteden beri felsefenin temel sorunsallarından biri olan bu olgunun, bugün üniversitelerde ya da muhtelif entelektüel çevrelerde ağırlık kazanmaya başlayan dilbilim çalışmalarının da ana gündemlerinden birini oluşturduğunu; söz ve gerçeklik arasındaki ilişkinin ya da en genel tabiriyle söz-insan ilişkisinin analizine odaklanan yaklaşımların geliştirildiğini gözlemlemek mümkündür. Çünkü söz yaşamla kurduğumuz ilişkinin ana zemini, kendimizi gerçekleştirmenin ve gerçekliğin her türüyle muhatap olmanın başlıca yoludur. Söz ile inşa eder, söz ile ihya eder, söz ile ilga ederiz.

İnsanlık tarihi boyunca süregelen iktidar mücadelelerinin temel belirleyicilerinden biri olan bu olgunun, “bireysel ve toplumsal rıza ve iknaya dayalı egemenliğin” üretilmesini esas alan günümüzün modern ve açık toplumları bağlamında son derece olumlu bir işlevselliğe sahip olduğu açıktır. Ancak ne var ki, meşru rekabete dayalı demokratik siyasetin işleyişi açısından böylesine büyük bir önemi haiz olan söz ya da söylem gücünün, tersi durumlar açısından da eşit ölçüde olumsuz sonuçlara yol açtığı görülmektedir.

Söylemsel gücün kendisini en olumsuz şekilde açığa vurduğu yapıların başında ise, ideolojik, etnik, dini ya da başka hangi saikle örgütlenmiş olursa olsun, katı bir hiyerarşiyle yönetilen, dışarıya kapalı ve şeffaflıktan uzak oluşumlar gelmektedir. Takip edicileri nezdinde kayıtsız şartsız itaat üretecek denli güçlü bir hitabet yeteneği olan lidere bağlılık etrafında şekillenen bu oluşumlar, sözün/söylemin gücünün en dramatik şekilde tezahür ettiği yapılardır çoğunlukla.

Liderin iradesinin grubun iradesine dönüştüğü, özgür ve eleştirel aklın yerini sorgusuzca biat eden bir adanmışlığa bıraktığı, birey olmanın tüm vasıflarının liderin şahsında somutlaşan kolektif yapıya ya da kimliğe devredildiği bu tür oluşumlara ilişkin olarak verilebilecek en çarpıcı örneklerden biri son dönemlerdeki yaygın deyimiyle “paralel yapılanma”dır.    

Kırk yılı aşkın süredir devam eden örgütlenme süreci boyunca kendisini yalnızca toplumsal, kültürel ve eğitimsel nitelikli işlerle iştigal eden ve dahası insanlığın baki kurtuluşu için çalışan hayırhah bir sivil toplum örgütü olarak sunan/sunmaya çalışan bu yapının, gerçekte devletin tüm kurumlarına sızan ve buradan hareketle de meşru sivil iktidarı devirmeyi hedefleyen nitelikli bir suç örgütü olduğunun kesin bir şekilde anlaşılmasıyla beraber, hemen herkes aynı sorunun yanıtını aramaktadır:

Bu yapı, nasıl oluyor da, toplumun görece eğitimli kesimlerini temsil eden müntesipleri nezdinde böylesine kayıtsız şartsız itaati ve mutlak bir adanmışlıkla hareket etme bilincini üretebiliyor?”

Söylemin gücü

İşte tam da burada sözün/söylemin gücü devreye giriyor. Zira ana örgütlenmesini kendisine koşulsuz biçimde biat edilen liderin şahsiyeti ekseninde şekillendiren bu yapının temel motivasyonu önderlik makamıyla kurduğu akıldışı ilişkidir. Bu ilişki özü itibarıyla bir tarafında söyleyenin (liderin) diğer tarafında ise dinleyen(ler)in bulunduğu hiyerarşik ve dogmatik içerikli söylemsel bir ilişkidir. Bugün adeta bir suç örgütü haline dönüşmüş olan bu yapı, başlangıcından günümüze dek kendisine referans aldığını iddia ettiği ideolojik-manevi evrenin temel varsayımlarıyla uyumlu bir ilkeselliği salık veriyor gibi görünmüş olsa ve hem takip edicileri hem de geniş toplumsal kesimler nezdindeki meşruiyetini buradan devşirmiş olsa bile, şimdilerde haşhaşilik nitelendirmesiyle anılacak denli tehlikeli bir adanmışlığın oluşmasını sağlayan esas kaynak liderin söylemsel düzeydeki yetkinliğidir.

Ancak bu söylemsel yetkinliğin neye tekabül ettiğinin dikkatli bir şekilde analiz edilmesi gerekmektedir. Zira buradaki yetkinlik vurgusu, liderin kişisel olarak inandığı değerler manzumesini ya da düşünce iklimini samimi olarak içselleştirebilme ve yaşayabilme maharetinden kaynaklanan saygın bir olgunluğa değil, tam aksine kendi amaçlarını gerçekleştirebilmenin ve kendisine adanmış ruhlardan oluşan yeknesak bir kitle yaratabilmenin aracı olarak kullanabilme becerisinden kaynaklanan riyakâr bir tutuma işaret etmektedir.

Kendisini son derece iyi bir şekilde kamufle etmenin verdiği avantajla neredeyse tüm toplumsal ünitelere temas etme yeteneği/esnekliği geliştirmiş olan bu yapının, daha çocuk yaşlardan itibaren devşirmeye başladığı insan kaynağını, şahsiyetine ve sözüne büyük bir kutsallık atfettikleri liderlerine koşulsuz olarak ram ettiren bu söylemsel yetkinlik, aynı zamanda “cemaat” içindeki rıza ve meşruiyetin de, “cemaat” üzerindeki hegemonyanın da ana kaynağını oluşturmaktadır.

Dogmatik Temel

Tam da bu nedenledir ki, “kutsal/kutsanan liderden” sadır olan ya da bir biçimde onunla irtibatlandırılan her durum, söz ya da talimat, içeriğinden ve yol açacağı sonuçlardan bağımsız olarak “mutlak bir emir” gibi telakki edilmekte ve her ne pahasına olursa olsun ilgili emrin gereği yapılmaktadır. Yani burada dogmatik temelli bir “emir-itaat ilişkisi” söz konusudur.

17/25 Aralık darbe teşebbüslerinden sonra yaşanan süreçte örneğine sıkça rastladığımız ve normal insan sağduyusuyla izahı kabil olmayan birçok olayı da bu “mutlak emir-itaat ilişkisi” düzleminde değerlendirmek mümkündür. Geride bıraktığımız hafta içerisinde yaşanan ve bizatihi yargısal düzenin imhasını hedefleyen korsan tahliye girişimleri, “mutlak emir-itaat ilişkisinin” en tipik, en sansasyonel ve en trajik örneklerinden birini oluşturduğu gibi, bu sapkın ilişki biçiminin yol açabileceği tehlikelerin boyutunu göstermesi bakımından da kayda değer bir nitelik taşımaktadır.

Paralel yapı kapsamında tutuklu bulunan şüphelilerin tahliyesini sağlamak üzere başlatılan söz konusu girişim, kendilerine bir arada ve güven içinde yaşamak için ihtiyaç duyduğumuz en büyük değerin/gücün, yani adaletin teslim edildiği hâkimlerin bile, bir kez bu yapıyla ünsiyet kurduktan sonra düştüğü/düşebileceği hali açık ve seçik şekilde göz önüne sermektedir.

Toplumun görece en eğitimli kesimlerini ve bürokrasinin en prestijli mesleklerinden birini temsil eden hâkimleri dahi gözü kararmış “yargısal suikast timlerine” dönüştürebilen bu yapının lideri ve müntesipleri, artık aklın, hukukun ve ahlakın sınırlarını zorlayarak ya da aşarak bile değil, bütün bunları dışlayarak hareket etmekte, edebilmektedir. Çünkü burada söz konusu olan şey, müntesip konumundaki kişilerin özgür iradeleriyle oluşmuş veya oluşturulmuş bilinçli bir birliktelik değil, tabii olunan liderin söylemsel hegemonyasına koşulsuzca biat etmiş yığınların suç ortaklığına dayalı biraradalığıdır.

Ancak “mutlak emir-itaat ilişkisinin” ürettiği bu biraradalık durumunun, binlerce ya da on binlerce insanı ihtiva ettiği de düşünülmemelidir. Zira ortada yalnızca “kutsal/kutsanan bir kişi” ve bu bir kişinin kişisel hırslarını kitleselleştiren yığınlar vardır. Söz konusu yığınların tek görevi ve hatta varlık nedeni, “kutsal/kutsanan liderin” maddi-manevi karakterini tecessüm ettirmekten ibarettir adeta. Sözün/söylemin araçsallaştırılması yoluyla sağlanan bu hipnoz hali, müntesip konumundaki her bir kişinin kendi tikel varlığına verili olan özgünlüğü ve biricikliği yok ettiği gibi, hipnotistin kişisel dünyasının grubun tek ve ortak kimliği olarak benimsenmesine de zemin hazırlamaktadır.

Nereden bakılırsa bakılsın, patolojik bir karakter taşıyan ve tarihte eşine ender rastlanır türden bir “kişiye bağlı adanmışlık kültü” yaratan bu ilişkinin temeli, sözün/söylemin gücüne sahip olan hipnotist liderin, gerçek bir yığın haline getirdiği müntesipleri nezdinde ürettiği ikna ve rızadır. Hipnoz edilenlerin görev ve sorumluluk alanlarının belirlenmesi gibi genel hususlardan, kiminle evlenileceği ve çocuklara hangi ismin konulacağı gibi özel hususlara kadar uzanan zengin bir ikna ve rıza listesinin üretildiği bu ilişki, zamanla her türlü suça ikna olmanın ve rıza göstermenin olağan karşılandığı gayriahlaki ve gayrihukuki bir vasata oturmuştur.

Türkiye bugün söz konusu “vasatın” neden olduğu yol ayrımında bulunmaktadır. Ya bu vasatı üreten hipnotist liderin müntesipleri üzerindeki söylemsel gücünü esas alan ve giderek olgusal bir hüviyet kazanan suç örgütünü tümüyle tasfiye edecek ya da kökü dışarıda olan kötücül bir demagogun hırslarıyla meşgul olmaya ve enerji kaybetmeye devam edecektir.

[email protected]