31. yılına giren Tüyap Kitap Fuarı özelinde, ülkemizdeki kitap ve kültür zemininde yaşanan “soğuk savaş”ın seyrine kısaca bir bakmak, TÜYAP çerçevesinde yıllardır sürdürülen “demokratikleşme” eleştirilerinin künhüne vâkıf olmak açısından önemlidir.
İSMAİL DEMİRCİ/Yayıncı
Tarihi seyir açısından bakıldığında, perde arkasında, “Önce söz vardı” diyen İncil’in ardından, “Oku” emriyle gelen Kuran-ı Kerim’le birlikte vahiy kaynaklı bilgi ile beşeri kaynaklı bilginin ontolojik mücadelesi sürüp gitmektedir. Fakat burada bu kadar geniş bir perspektifi karşımıza almayacağız. Sadece bir an için açımızı genişletip, “söz” mücadelesinin aslında ne kadar derine inen bir geçmişi olduğunu hatırlatmak istedim. Makro plandaki bu mücadele, mikro planda daha farklı görünümlerde tecelli etmektedir sadece.
1982 yılında Taksim/Tepebaşı’ndaki Sergi Sarayı’nda 30-40 yayıneviyle başlayan TÜYAP Kitap Fuarı bugün 600 küsur yayınevinin katılımıyla Beylikdüzü’ndeki fuar merkezinde en kapsamlı haline dönüştü. Fakat kitap yayıncılığının temsili ve kültürel etkinliklerin yetersizliği ideolojik çekişmelerden öte “yer darlığı” ile açıklanabilir. Ancak neredeyse çeyrek asır boyunca, bu fuarlarda muhafazakar ve dindar kesimlerin yeterince temsil edilmediği ve bunun da fuar yönetimi eliyle yapıldığı eleştirileri süregelmiştir. Kaldı ki bu sorun, sadece TÜYAP çerçevesinde değil, Türkiye Yayıncılar Birliği etrafında da sürmüş, sonuçta Basın-Yayın Birliği adı altında farklı bir örgütlenmeye de gidilmiştir.
Cumhuriyet elitinin bakışı
TÜYAP’ın İstanbul’da başlayıp zaman içinde yurdun çeşitli illerine yaydığı kitap fuarları, yakın tarihimizde, siyasette olduğu kadar kültür zemininde de süregelen temsil sorunlarını ve mücadelelerini içermektedir.
1980’lere kadar genel “sağ” kavramı içinde değerlendirilen, 80’den sonra ortaya koyduğu tavırla “sağcılıktan” ayırt edilmeye başlanan dindar (muhafazakar demek istemiyorum) edebiyat ve kültür ürünleri, kendine yeterli bir temsil alanı açılması mücadelesini de yürütmüştür.
Çünkü, cumhuriyet eliti açısından, dindarların yazdıkları birşeye benzemez, onlarınki edebiyat değildir; dindarlar, belirgin bir kültür oluşturacak temel dinamiklerden yoksun “dogmacı” zihinlerdir. Ülke ve dünya meselelerine kafa yoracak, çözüm önerebilecek kişiler varsa bunlar ancak kendileri olabilirdi.
TÜYAP Kitap Fuarları da, bu çerçevede ilk yıllarında dindar neşriyat üzerinde tatlı-sert bir ambargo uyguladı. Tepebaşı’ndaki mekan evet çok dardı, yetersizdi. 40 yayıncı aldığınız bir kitap fuarında, ülkenin kültürel renklerini temsil açısından en azından üçte birinin (hadi dörtte biri olsun) bu kesime de ayrılması gerekmez miydi? Bunun cevabı, ideolojik anlamda tabii ki “hayır” oluyordu.
Belirsiz bir ambargo burada da var
Fakat TÜYAP kitap fuarları çerçevesinde bu tartışma yürütülürken, ne yazık ki şöyle başımızı kaldırıp TÜYAP dışında neler yapıldığına baktığımızda, hiç de hoşumuza giden bir manzara görmüyorduk. Çünkü Türkiye Diyanet Vakfı’nın, tıpkı TÜYAP gibi, hem de aynı tarihlerde başlayan (bu yıl onun da 31.’si yapıldı) kitap fuarı anlayışına baktığımızda, cami avlularında ve çadırlarda süren, üzülerek “sefil” diyebileceğim bir fuar seyrini görüyoruz.
Sonuçta TÜYAP ticari ve özel bir kuruluş. Bir kitap fuarı organize ediyorsa, kendi fikrine uygun bir yayıncılık temsili oluşturmasını da çok eleştiremedim eskiden beri. Çünkü kitap ve kültür zeminindeki mücadele sadece kitap fuarlarında değil, ülke genelindeki kitabevleri arasında bile yaşanıyordu ikibinli yıllara kadar. Sonuçta kitabevleri, büyük sermayelerin bağlandığı zincir mağazalardan ibaret değildi Türkiye’de. Kitabevi sahipleri, kendi fikirleri doğrultusunda kitapları bulundururlar, kendi düşüncelerine aykırı buldukları kitapları satmazlardı.
2000’lerden beri, belki de kültürel ürünlerin her çeşidinde yaşanan “popülerleşme” kaygısı oranında, kitabevlerinde ve kitap fuarlarında dindar kesimin kitapları da kendine temsil imkanı bulmaktadır. Mesela Doğan Grubu’nun D&R mağazalarındaki, ya da zaman içinde yayınevlerinin kendilerinin açmaya başladığı Remzi, İnkılap, Alkım vb. kitabevlerindeki yelpazeye bakıldığında, dindar yayınevlerinin temsilinin yeterince olmadığı gözlenebilir. Bunu da doğal karşılıyorum, çünkü öte yanda ülkenin en büyük zincir mağazasına dönüşen N-T’de de, belli dindar yayınevleri dışında diğer kitaplara rastlamak mümkün değildir. Hatta öyle ki, belli bir dini algının dışındaki kitaplara da (tıpkı Diyanet Vakfı Kitabevleri gibi) belli belirsiz bir ambargo uygulamaktadır. Sonuçta TÜYAP bir fuarcılık firmasıdır ve kitap fuarının yanı sıra yıl içinde pek çok farklı sektörde fuarlar düzenlemektedir.
İdeolojik kriz ve onur konukları
Dolayısıyla ülkemizdeki kitap ve kültür zenginliğinin fuara yansıyıp yansımaması pek de onun sorunu gibi gözükmemektedir. Düzenlediği fuar organizasyonu tamamen ticari ve yayıncılar için de bilhassa pahalı bir etkinliktir. Belki bu yüzden daha demokratik davranması beklenirdi, fakat tabii ki bunda kitap fuarı partneri olan Türkiye Yayıncılar Birliği’nin de etkisi gözden kaçırılmamalıdır. Bugün geldiği noktada TÜYAP kitap fuarları yayınevi zenginliği açısından doyurucu noktaya (tabi ki belli bir mücadeleden sonra) ulaşmıştır.
Özellikle 90’lı yıllarda sokulmak istenen ideolojik krizden halkın sağduyusu sayesinde kurtulan ülkemizde, kitap fuarlarının da kültürel etkinlikler açısından daha dolu geçmesi ümidi ve zemini artık daha belirgindir. Geldiğimiz noktada TÜYAP’ın eleştirilecek tek yönü, her yıl onur konuğu olarak seçtiği isimleri hâlâ ideolojik kaygılardan uzakta belirleyememesidir. 1987 yılından bu yana onur yazarı seçilen isimler arasına girmeyi fazlasıyla hak edecek birçok değerli kültür insanımız varken, belli bir perspektiften bakılması süreci henüz bitmemiştir.
Gelelim meselenin ikinci önemli boyutuna. Yazının başında “yer darlığı”ndan söz etmiştim. Bunun birincil sebebi de, gerek yerel yönetimlerin ve gerekse merkezi yönetimin, şehirleri planlarken kitap ve kültür bahsini hiç hesaba katmamalarıdır. Öyle ki, maziyle övünmeyi en çok sevenlerin İstanbul’u yönetmeye başladığından beri, “sözün gücü” açısından Osmanlı’dan bu yana merkezi rol oynayan İstanbul’un Babıali’sinde yayıncılar barınamamakta, bu adanın otel, restoran ve kafeteryalarla tamamen turistik hale dönüştürülmesine çok önemli bir proje gözüyle bakılmaktadır.
İstanbul’da kültürel seleksiyon
Bir süredir, Suriçi’nden, Güneşli, Bağcılar gibi daha “ucuz” bölgelere kaçış yaşanmaktadır. Kimileri (özellikle yerel yöneticiler) açısından bu büyük bir sorun değildir. Kitap ve kültür gibi belediyeler için “rant” geliri üretmeyen bir sektörün (tarihteki rolü ne olursa olsun) çok değerli olan bu bölgeden kentin varoşlarına gitmesi kaçınılmaz ve oldukça da doğaldır. Bu bir kültürel seleksiyondur!..
İstanbul gibi tarihi önemi haiz bir kentin, fuar ve kongre merkezleri açısından makro plan çerçevesinde başarısız bir geçmişi vardır. TÜYAP kendi gayretiyle
Beylikdüzü’ndeki o boş arsayı vaktiyle alıp bu hale getirmeseydi, İstanbul’un her iki yakasının da büyük fuar ve kongre merkezlerine ne kadar ihtiyacı olduğunu farkedilememişti. Frankfurt’taki kitap fuarını gören herkesin, sanırım bizim bu konuda ne kadar küçük düşündüğümüzü görüp iç geçirecektir.
Melih Cevdet Anday, 1964 yılında kaleme aldığı “Ekonomi ve Kültür” başlıklı, CHP ve DP’nin tutumlarındaki temel farkı ele aldığı makalesinde, birincisinin kültür, ikincisinin ekonomi yoluyla kalkınmayı benimsediğini öne sürer. “CHP’nin kültür yoluyla kalkınma yöntemi tuttuğuna, dil ve tarih çalışmaları, Halkevleri, Köy Enstitüleri, sanat okulları, klasiklerin yayınlanması gibi olaylar belge olarak gösterilirdi. Ama büyük halk kitlesinin, köylü katının gene yoksul durumda kalmış olması, yukarıda sayılan kültür hamaratlıklarının bir toplumu mutlu kılmaya yetmediği kanısına yol açmıştır... Gerçekten de, o dönem içinde yoksul kitlelerin kalkındırılması için köklü bir atılış gereği belirli olarak ortaya konmamış ve bunların sonucunda kapkaç, vurguncu, kısa görüşlü bir burjuva katının doğmasına seyirci kalınmıştır. Daha kötüsü, (bunun sonucu) kültür hamaratlığından da gide gide ürkülmüş olmasıdır.”
Demokrat Parti’den günümüze kadar gelen süreçte, sağ, muhafazakar ve dindar siyasetçilerin elinde sağlanan “ekonomi” temelli kalkınma da, “kültürel” boyuta gerekli önemi vermediğinden, acaba bu süreç de Anday’ın söylediğinin tersi şekilde sonuçlanır mı, insan merak ediyor!