'Kıyamete kadar söylenecek türkü'

Prof. Dr. Turan Karataş / Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi
18.07.2020

Sezai Karakoç ve onun “diriliş”çi izinden gidenler savaşı kazanmıştır ve büyük şairin beklediği güneş doğmuştur. Gerçek özgürlüğün türküsü olmuştur İstanbul. Ve bu türkü kıyamete kadar söylenecektir.


'Kıyamete kadar söylenecek türkü'

Hakikat medeniyetinin kıymetleriyle yetişen ve kalemin kadrini bilen şahsiyetli her düşünce adamı, Ayasofya’nın anlamsız, gerekçesiz mahpusluğuna dair görüşlerini dile getirmiştir. Bu toprakların emzirdiği, büyüttüğü, yetiştirdiği her insan evladı bilir ki, bir Tanrı evinin ölü mekâna çevrilmesi hakça değildir. Durup dururken, hiçbir tarihî ve toplumsal gereklilik yokken, İstanbul fethinin simgesi ve Fatih’in büyük zaferinin yadigârı olan bu ulu mabedi, müze yani “ölü mekân” yurduna koymak, aslî işlevini yok sayıp başka bir konuma indirgemek, sağduyunun ve aklın kabul edeceği bir karar değildir. Bu yanlış karar, yıllarca Müslümanların en derin sızısı olmuştur. Gençliğimizde, dünya görüşümüzün, mücadelemizin simgelerinden biriydi Ayasofya. Sloganlarımızda anardık adını. Özgürlüğüne kavuşması en büyük dileğimizdi. Ayasofya’nın cami olarak açılmasını, Türkiye’nin tam bağımsız bir ülke olabilmesinin ve Müslüman kalabilmesini şartı olarak görüyorduk. Çünkü bu caminin müze yapılması, Türkiye’nin kendi öz kararı olamaz(dı). Değildi zaten. Müslümanları iradesiz ve güçsüz kılmanın kesin hamlelerinden biriydi. Hıristiyan Batı’nın sinsi bir düzeniydi. Bu karar, Türkiye’nin, ama daha çok da Müslümanların acziyetini ortaya koymaktaydı. Kendi ülkemizde bile millî ve dinî değerlerimizi, kurumlarımızı istediğimiz biçimde tasarruf hakkına sahip değildik. Yurdumuzda, maalesef, el sözü el üstünde tutuluyordu!

Ayasofya’nın sabrı

Büyük şair ve mütefekkir Sezai Karakoç’un 1967 senesinde kaleme aldığı bir yazısı vardır. “Ayasofya, Ne Kadar Sabırlısın?” başlığını taşıyan yazı, Babıâlide Sabah gazetesinin (9 Aralık 1967) “Sütun” köşesinde yayımlanmış, sonra da aynı isimli kitapta yer almıştır. Bir ramazan ayı idrak edilmektedir yazı yayımlandığında. Karakoç sözlerine, şu oruç günlerinde artık Ayasofya’nın açılması ve ışığa susamış şerefelerinin hakikatin aydınlığına ve sesine kavuşması gerektiğini söyleyerek başlar. Burada mühim bir hususa dikkatimiz çekilir, ulu mabedin “hakikatin aydınlığından ve sesinden” mahrum olduğu gerçeğine işaret edilir. Tam beş yüz yıl, son ve gerçek din, Allah indinde muteber olan İslam’ın ibadetgâhı olan bu muhteşem mabedin ışığı söndürülmüş, sesi kesilmiştir. Bu sebeple mahyalarının altın ışıklarla donatılması, minarelerinin ilahî avazlarla ses vermesi bir zaruret hâline gelmiştir artık. Çünkü bu yüce mekânın minarelerinden beş asır boyunca Allah ismi yükselmiştir. Her Ramazan mahyalarından samanyoluna nice ışıklı selamlar gönderilmiştir. Artık gömüldüğü karanlıktan kurtarılması, “daldığı uykudan uyandırılması” gerekmektedir. “Ayasofya’yı, mucizeli namaz seslerinin yankılarına kavuşturmamız bir zarurettir.” Sezai Karakoç’un istekleri, bunlara karşılık ortaya koyduğu gerekçeler haklı ve makuldür.

Batı ne der ürkekliği

“Ayasofya’nın açılma zarureti yalnız bir ülke içi zaruret de değil, artık, siyasî ve diplomatik bir zarurettir de.” O günden beri bu haklı davamız, çeşitli sudan sebeplerle ertelenmiştir. “Batı ne der?” ürkekliği, karar almamıza, olumlu adımlar atmamıza mani olmuştur şimdiye kadar. Kendi öz malımız olan bir mabedi, camiliğine kavuşturmaktan kime ne olabilir? Kilise olarak yapılan bir yapının Müslüman bir devlette beş asır cami olarak kullanıldıktan sonra müzeye dönüştürülmesi anlamasız ve saçma bir karardır. Belki kiliseye irca edilmesi düşünebilirdi de “müze”ye çevirmek, bu muhteşem mabede haksızlık olurdu. Nitekim yıllarca bu haksızlığa maruz kaldı Ayasofya! Cami olmakla milletimizin maneviyatını kat kat artıracak olan yapı, mahpus ve esir, adeta elleri ayakları prangalı yaşadı durdu. Sabırla açılacağı vakti, bugünü bekledi.

“Bin yıla yakın bir zaman aydınlığı beklemiş ve beş yüz yıl İslam’ın kutlu sesiyle kubbeleri çınlamış olan kutlu cami, Ayasofya, cümle kapılarının olanca arzusuyla gün ışığına açılacağı günler yakın, çok yakın, muştu sana.” cümlesiyle yazısını bitiriyordu Sezai Karakoç. Yazarın arzusu ve müjdesi yarım asırdan sonra da olsa gerçekleşti. Ayasofya, önümüzdeki günlerde cami olarak kapılarını Müslümanlara açacak. Hamd olsun. Bu karara, Sezai Bey’in de tahmin ettiği gibi, Batı’da bir tepki doğacaktır. “Fakat, biz bağımsız her millet gibi buna aldırış etmezsek, kısa zamanda tepki lehimize dönecek”tir. Bundan böyle Ayasofya’yla ilgili atılacak her adımda, söylenecek sözde, yapılacak işlerde çok hassas ve dikkatli olmak gerekir. Nezaketlice hareket etmek, mutedil davranmak yakışır bize. Millet olarak en tabii hakkımız olan bu tasarrufu yani Ayasofya’nın cami olarak açılışını, abartarak bir zafer coşkusuna çevirmek doğru olmaz. Büyük bir millet için hafiflik olur aşırı sevinç gösterileri. Aşırılık, böyle haklı bir davaya gölge düşürür. Akla anlamsız sorular getirebilir. Sevinebiliriz, ama nihayet yapılan, şöyle ya da böyle geciktirilen bir mabedin gerçek işlevine döndürülmesidir. Bu açılışı siyasete de malzeme yapmamak gerekiyor. Farklı siyasî görüşlere mensup birçok insanın ortak arzusu gerçekleşmiştir. Dinî hassasiyeti olan her Türk vatandaşı bu kararı sevinçle karşılamıştır. Vesile olan, emeği geçen herkese teşekkür etmek gerekir. Fakat meseleyi büyüterek bir siyasî tartışmaya veya şova, propagandaya dönüştürmek doğru olmaz. Milletin arzusu doğrultusunda bir karar alınmıştır. Tarih ve millet buna müteşekkir kalacaktır. Ayasofya’nın, bundan sonraki süreçte cami olarak kullanımında, yapıya zerre kadar zarar vermemek gerekiyor. Başka inançlara ve milletlere mensup insanların da istedikleri vakit, belli kurallara uymak koşuluyla ziyaret edebilecekleri nezih bir mekân hâlinde kullanılmalı ve korunmalıdır. Bu ulu mabet, bizim malımız olmakla birlikte insanlık mirasıdır. Bundan böyle dünyanın gözü Ayasofya’nın üzerinde olacaktır. Gerekirse yapının belli bir kısmında ibadet edilebilir. Tamamını kullanmak gerekmez. Duvarlara yakın kısımlar şeritlerle korunabilir. Türkiye ve Müslümanlar için mühim olan Ayasofya’nın cami olarak açılmış olmasıydı, bu da gerçekleşmiş oluyor.

Ey göksel yapı!

Büyük şair Sezai Karakoç’un İstanbul’a dair bilhassa şiirlerinde emsalsiz söyleyişler vardır. “Esir Kentten Başkentler Başkentine” şiiri, ilk bakışta ve gerçek anlamda bir İstanbul güzellemesidir, türküsüdür, hasretidir. İstanbul’a duyulan büyük ve samimi bir özlemle yazılmıştır. Şehrin tarihine karışan şair talihinin, sözün en güçlü biçimiyle dile getirilişidir. Öyle ki, ilk anlamdan ileri geçerek mana katmanları çoğalır, derinleşir ve bir na’ta, münacâta evrilir şiir. Birçok şiirinde İstanbul’un tarihî ve tabii güzelliklerini anlatan şair, İslam şehirlerini şiirle ölümsüz anıtlara dönüştürdüğü Alınyazısı Saati kitabındaki 8. ve 9. şiirleri de İstanbul için söylemiştir. Sekizinci şiirdeki “İstanbul’dur bu otuz yıl kana kana yaşadığım/ Taşlarına adeta resmim işledi/ Ben İstanbul’da dağıldım zerre zerre/ İstanbul damla damla içimde birikti” dizeleri, şairin İstanbul’la nasıl hemdert, hemrah olduğunu, nasıl birbirlerine karıştıklarını anlatır. Dokuzuncu şiirde, Karakoç İstanbul’u anarken ve temaşa ederken birden Ayasofya ile göz göze gelir ve içindeki yara kanamaya başlar. Onun mahzun ve kederli görünüşü şaire çok dokunur ve “Savaşabilirim bugün bütün dünya ile” diye haykırır. Bu büyük mabedi mahpus eden Avrupa’ya ilenir, “Ve sen ey Avrupa” der, “yerin dibine batacaksın bitmez tükenmez suçlarına karşılık.” Çünkü “Serin ve kilim nakışlı kızıl gözlü dev bir cam gibi” görünen Ayasofya’nın hüzne ve acıya bulanmasının, adeta ölüme mahkûm edilmesinin sebebi Batı’dır. Hıristiyanlığın, Türkiye-İstanbul üzerine düşürdüğü kara gölgedir Ayasofya’yı mahpus kılan. Sonra şair, kendisine bir özgörev bildiği/saydığı hedefini, özgürlük mücadelesini, Ayasofya için neler yapabileceğini anlatmaya başlar:

Kalk ve kavra ruhum bir kadavra gibi olan bu göksel yapıyı

Bir kartal taşırken yere düşmüş

Ve kalakalmış kaldığı yerde

Sonra karanlıklardan çıkan kargalar tünemiş üstüne

Yemişler ötesini berisini

Ey kozmiğin kemirdiği bir kent gibi yükselen yapı

Ey Allah’a açılan ve kapanan ulu kapı

Bir at gibi soluyorsun kulelerinle

Deniz öfkenin köpükleriyle benekli

Gel barışın köprüsü ol içimizde dışımızda

Yeniden sularından içelim kana kana

Savaşabilirim bugün bütün dünyayla

Gerekirse

Ruhumuzun susadığı hakikat olan

Evrensel İslam Barışının zaferi için

Aşk için Tanrı hakikatı aşkı için

Göğe çıkan İsa yere insin diye

-Fazla çıkardılar göğe-

Gel ey Muhammed ve İsa hakikatı

Burada sizi bekleyen bütün bir insanlık var

Bulutlar yaralı insanlar zehir saçan fırtınalar

Kara-düşünce fırtınalarıyla yükü kurşun levha havaları

Savaşırım doğudan daha doğu

Doğrudan daha doğru olan bulmak için

Zulme karşı savaşabilirim

İnsan başı yalnız Tanrı önünde eğilecektir

Ebedî hakikat budur

Bunun için savaşırım ben

Bunun için kanım helâl olsun

Şehrimin alnına özgür Tanrı aşkını yazmak

İstanbul’u yeniden Tanrı şehri yapmak

Bunun için savaşırım ben

/…/

Şair ve onun “diriliş”çi izinden gidenler savaşı kazanmıştır ve büyük şairin beklediği güneş doğmuştur. Gerçek özgürlüğün türküsü olmuştur İstanbul. Ve bu türkü kıyamete kadar söylenecektir.

[email protected]