Koalisyon dönemlerine mahkûm olmak

Dr. Nebi Miş / Sakarya Üv. Siyaset Bilimi
13.06.2015

Koalisyon dönemlerinde, siyasal kırılganlığın artmasından dolayı siyasi partiler sadece diğer partilerle pazarlık yapmamışlardır. Aynı zamanda medya gücünü elinde bulunduran yerleşik sermaye yapıları ya da güçlü sermaye grupları ile de iyi geçinmek zorunda kalmışlardır.


Koalisyon dönemlerine mahkûm olmak

7 Haziran seçiminin ardından, tek parti hükümetini mümkün kılmayan bir sonucun ortaya çıkmasıyla birlikte siyasi tartışmaların merkezine koalisyon hükümeti tartışmaları yerleşti. Hafta içinde arama motorlarında en çok merak edilen kelimelerden birisi koalisyon sözcüğüydü. Ayrıca, internet bilgileri yeterince açıklayıcı olmamış ki, bazı öğretim üyeleri, sosyal medyada kendi öğrencilerine esprili anlatımlarla koalisyon hükümetinin ne demek olduğunu açıklamaya çalıştılar.

Halbuki seçimlerden önce “koalisyoncu cepheyi” oluşturan siyasi analizciler, seçimlerden koalisyon çıkması halinde bir batı Avrupa ülkesi haline geleceğimizi ve uzlaşmacı demokratik siyasetin ülkemize teşrif edeceğini söylemişlerdi. Hatta, daha da ileri giderek Avrupa’nın demokratik ve istikrarlı yapısını, uygulanan uzlaşmacı koalisyon hükümetlerine bağlayıvermişlerdi. Biraz daha ileri gidip, Avrupa’nın siyaset sosyolojisinin Türkiye’ye uymayabileceğini söyleyenleri ise anti-demokratlıkla suçlamışlardı.

Oysa batı Avrupa’da uygulanan koalisyonun ne kadar çağdaş, demokratik ve gelişmiş olduğu Türkiye’de pazarlanırken, İtalya ve İngiltere’de koalisyonla yönetilmenin olumsuzlukları tartışılıyordu. 1948 yılından itibaren 69 farklı hükümetle yönetilen İtalya’da, son 4 yılda 3’ü halk tarafından seçilmemiş olmak üzere 4 hükümet göreve geldi. Çok partili fakat istikrarsız koalisyon yönetimlerinden kurtulmak için geçen ay İtalyan Meclisi bir karar alarak koalisyonları yasakladı. Söz konusu yasa kapsamında, seçimlerden yüzde 40 ve üzeri oy alan partinin, Temsilciler Meclisi’nde 340 sandalyeye sahip olması garanti altına alındı. Herhangi bir partinin bu orana ulaşamaması halinde ise, en çok oyu alan iki parti, ikinci turda yarışacak ve böylece tek parti iktidarı zorunlu olarak mümkün olacak. 

Aynı dönemde, İngiltere’de de yapılacak seçimlerde bir koalisyon hükümetinin çıkma ihtimali yoğun bir şekilde gündem oldu. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ikinci defa koalisyon hükümeti kurulma ve iki partili sistemin sona erme ihtimali, ülkenin dar bölgeli seçim sistemini bu bağlamda tartışmaya açtı. Milliyetçi partilerin oyunun artmasının bu duruma yol açtığını düşünen Başbakan ve Muhafazakar Parti lideri David Cameron, seçimi kazanması halinde İngiltere’nin AB üyeliğini en geç 2017’ye kadar referanduma götüreceği vaadinde bulundu. Seçimin sonuçlanmasının ardından ortaya çıkan tablo ise ülkede bir koalisyon hükümetine ihtiyaç duyulmayacak mahiyetteydi.

Yine Belçika’da koalisyonla yönetilmenin krizleri uzun dönemdir tartışılmaktadır. Örneğin 2010 genel seçimlerinden tam 541 gün sonra, birçok krizli sürecin ardından 6 parti hükümet kurmuştur. 2013 seçimlerinde ise ancak 135 gün sonra partiler uzlaşmaya vararak hükümet kurabilmişlerdir. Dolayısıyla bu örneklerden de kolayca anlaşılabileceği gibi, Türkiye’de koalisyonların kutsanması sadece bugün değil tarihsel olarak da ideolojik ve pragmatik bir tartışmaya tekabül etmektedir.

Türkiye tecrübesi

7 Haziran seçimlerinin ardından tek parti hükümetinin kurulamayacağı ortaya çıkınca, “koalisyoncu cephe” hükümetin hangi partiler arasında kurulması gerektiğine de el attı. Yeni kurulacak koalisyon hükümetinde onlara göre yüzde 41’e yakın oy alan AK Parti yer almamalıydı. Bu bağlamda AK Parti’siz koalisyon seçeneğinin kilit partisi olan MHP’ye baskı yapılarak, bu partinin CHP-HDP ittifakına desteği sağlanmalıydı. Her ne kadar, bu durum siyasal gerçeklik açısından zor bir seçenek olsa da, söz konusu projeyi tasarlayanlar ellerine geçen tarihi fırsatı heba etmek istememektedirler.

Bu çevrelerin dillendirdiği gerekçelere bakıldığında kullandıkları bazı söylemler niyetlerini açık etmektedir. Çünkü, Türkiye siyasal hayatına biraz vakıf olan çevreler bu yeni koalisyoncu cephenin söylemlerinin izlerini kolaylıkla geçmiş koalisyon tecrübelerinde bulabilir. Bu cephenin, AK Parti’siz kurulacak koalisyonun tarihsel görevinin “demokrasiyi yeniden kurma” ve “sistemin restorasyonun sağlanması” üzerine söylemlerini bina ettiği görülmektedir. Hatta, heyecana kapılıp AK Parti’siz bir koalisyon seçeneğini “milli mutabakat” hükümeti olarak adlandıranlar da bulunmaktadır. Burada “demokrasiyi yeniden kurma” ve “sistemin/rejimin restorasyonu” söylemine özellikle dikkat çekmek gerekiyor.

Koalisyonla tanışma

Türkiye’nin koalisyonla tanışması 1961 yılına dayanıyor. Bu dönemde İsmet İnönü öncülüğünde kurulan ilk üç koalisyon hükümetinin esas görevinin rejimin restorasyonu olduğu belirtilmişti. Ancak, restore edilecek rejim, 27 Mayıs askeri cuntasının rayından çıkardığı rejim değildi. 14 Mayıs 1950’de iktidara gelen ve 27 Mayıs 1960 askeri cunta darbesi ile görevine son verilen Adnan Menderes hükümetlerinin “rayından çıkardığı sistem”di. Çünkü, dönemin cunta sever aydınlarına göre, Adnan Menderes demokrasiyi askıya almıştı.

Bu dönemde uzlaşma kültürü ve rejimin restorasyonu olarak sunulan, “milli koalisyon”ların kurulması, Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in dayatmasıyla mümkün olacaktı. Kabineye kimin atandığından tutun da, hükümet programının nasıl olacağı, DP’lilerin affının istenmemesi, ordudan ve üniversiteden atılanların görevlerine dönmemesi gibi konular da cuntacılar tarafından belirlenecekti.

Benzer söyleme yoğun bir şekilde, 1991’de DYP-SHP koalisyonun kurulması sürecinde rastlanmaktadır. Özal politikalarına karşı olan kesimler, ANAP dönemini demokrasiden bir sapma olarak görmekteydiler. Dolayısıyla da “orta-sağ ve orta-sol arasında özgürlükçü bir demokrasinin yaşatılması ve geliştirilmesi” ancak bu iki partinin kurduğu bu uzlaşma koalisyonu ile mümkün olabilecekti. “Milli mutabakat” olarak da lanse edilen bu koalisyon aslında, kayıp yıllar olarak adlandırılan,  güvenlikçi ve vesayetçi siyasetin de hakim olduğu 1990’ların siyasetini belirleyecekti. Bu bağlamda, 1990’lar koalisyonu Özal döneminin demokratik ve ekonomik kazanımlarından geri gidişe işaret etmekteydi.

1991’de koalisyon hükümetinin ne kadar gerekli olduğunu savunan çevreler çok geçmeden 1995 yılında Refah Partisi’nin koalisyon ortağı olmasıyla, bu kez tamamen farklı bir argümana savruldular.  Çoğunluk tarafından reddedilen bir azınlık ya da anti sistem partisinin parlamentoda kilit parti haline gelmesi durumunda azınlık tahakkümünün meydana gelmesi sorununu gündeme getirdiler.

Bu bağlamda, Türkiye’nin tarihsel tecrübesinde, ekonomi ve demokratikleşme başta olmak üzere çözüm bekleyen sorunlarının halli için en ideal olan hükümet yapısının yönetimde istikrarı sağlayabilecek tek parti hükümeti olduğunda hem fikirdiler. Ayrıca, tek parti hükümeti olmaz ise, siyasal programları ve ideolojileri birbirine yakın olan siyasal partilerin ancak hükümet kurabilecekleri özellikle vurgulanmaktaydı.

İktidar boşluğu

Tüm bu tartışmaların ötesinde, Türkiye’nin 1960’lar, 1970’ler ve 1990’larda yaşamış olduğu koalisyon tecrübelerinden bazı sonuçlara varmak mümkündür.

Koalisyon hükümetlerinin yaşandığı yılların karakteristik özelliği, iktidar muhalefet ilişkilerinin aşındığı, siyasal partilerin popülist politikalar üzerinden kamu harcamalarını artırdığı dönemler olmasıdır. İktidar muhalefet ilişkilerinin aşınması siyasal gerginlikleri daha da artırırken, seçmenlerin kısa dönemli taleplerinin tatminine yönelik politikalar ise ekonomik bunalımları üretmiştir.

Bu tür dönemlerde siyasi partiler için seçim kazanma bir ölüm kalım meselesi olarak görüldüğünden, partiler arasındaki ayrışma ve kutuplaşma da uzlaşmadan daha çok çatışmayı üretmiştir. Siyasal meşruluk üzerinden yürütülen tartışmalar ise ideolojik kamplaşmayı artırmıştır. Bu çatışmaların ortaya çıkardığı siyasal yapıda da bir taraftan siyasal partiler parçalanarak güçsüzleşirken, diğer taraftan güçlü iktidar çıkarma potansiyelleri gittikçe azalmıştır. Böylece, güçsüz iktidar boşluklarından yararlanan vesayet mekanizmaları da kolaylıkla sisteme müdahale ederek, siyasetin oluşturduğu boşluğu kolaylıkla doldurmuşlardır.

Yine koalisyon kuruluş dönemlerinde ya da partiler arasında yaşanan kriz süreçlerinde partilerde milletvekilliği transferleri yoğunlaşmaktadır. Bunun en bariz örneği 1997 yılında Demirel’in başbakanlığındaki II. Milliyetçi Cephe hükümetinden 11 Adalet Partisi milletvekilinin istifa etmesinin ardından yaşananlardır. Hükümetin düşmesinin ardından, Bülent Ecevit, AP’den ayrılan milletvekillerinin her birine bakanlık önererek bu milletvekillerinin desteğiyle uzun sürmeyecek yeni bir hükümet kurmuştu. Yine 1990’lar koalisyonlarında partiler arasında birçok kez milletvekili yer değiştirmiştir.

Koalisyon dönemlerinde, siyasal kırılganlığın artmasından dolayı siyasi partiler sadece diğer partilerle pazarlık yapmamışlardır. Aynı zamanda medya gücünü elinde bulunduran yerleşik sermaye yapıları ya da güçlü sermaye grupları ile de iyi geçinmek zorunda kalmışlardır. Bu bağlamda, siyasi öngörülemezlik ve kırılganlık yatırımları durdururken, finans piyasasında dönen kar özellikle belli işadamlarına kanalize olmuştur. Dolayısıyla da sistemin devamından yana olan bu yapılar, koalisyonun kimlerle kurulacağına dahi müdahil olmuşlardır.

Sonuç olarak, koalisyon hükümetleri bir ülkede siyasi kırılganlıkları artırabilir. Uzun dönemli iktidarları mümkün kılmayabilir. Ayrıca, devlet içerisindeki örgütlü yapıları güçlendirme ihtimali bulunmaktadır. Yine koalisyon dönemlerinde bürokratik yapılar siyasete karşı kendini daha güçlü hisseder ve belirli siyasi kararlarda direnç gösterirler.

[email protected]