Kocakarı imanı

Vahdettin İnce / Yazar
21.04.2018

Aile, ana rahminden sonra insanın kişiliğinin oluştuğu en sağlam kaledir. Bir bakıma aile toplumun ana rahmidir. İnsan burada edindiği kişiliğini sonraki aşamalarda geliştirir sadece. Eğer aile olmasa insanın sağlam bir kişiliğinin olması da son derece güçtür. Her rüzgarın önünde sürüklenen bir kuru yaprak gibi oradan oraya sürüklenir, savrulur insan.


Kocakarı imanı

Modernizmin en büyük kötülüklerinden biri aile kurumunu zayıflatmış, donanımsız bırakmış olmasıdır. Çekirdek aile diye idealize edilen yapı aracılığıyla nesilleri korunaksız bırakmasıdır. Anne babanın formel eğitimden geçmiş olmalarının aile ortamında nesillerin korunmasına yeterli olacağı gibi bir algıyı egemen kılarak nesiller arası tecrübe aktarımı gibi hayati bir olguyu da ortadan kaldırmıştır. Bir veya iki çocuklu çekirdek ailelerle birlik-te nesiller dayısız, amcasız, teyzesiz, halasız büyüyor. Dayı, amca, hala, teyze nedir bilmiyorlar. Dede ve nineyi ise çizgi filmlerde görüyorlar. Çünkü gerçekleri, huzur evleri köşelerinde hasretle onların yollarını gözlüyor. Büyüklerinin kişisel tecrübelerinden yoksun kalıyorlar doğal olarak. Anne babanın çalışıyor olduğunu da hesap ettiğiniz zaman toplumun ana rahmi ailenin çoraklaştığı apaçık görülür. Her nesil bir önceki neslin tecrübesine, desteğine, sözlü ve ameli telkinine muhtaçtır oysa. Bu ihtiyaç salt üretim araçlarının kullanımı ile ilgili değildir, adab-i muaşeretten tutun dini anlayışa kadar her konuda vazgeçilmezdir.

“Qot, ber qot”

Rahmetli dedem sofraya oturduğu zaman beni ve benimle yaşıt amcamın oğlunu yanına oturtur, parmakları arasında iyice sıkıştırdığı ekmek ve çökelekten ibaret lokmaları bize yedirirdi ve “Qot, ber qot” diye de iltifat ederdi. “Lokma ve lokmayı karşılayan” anlamında. O sözleri çökelek ekmeğin lezzetine nasıl bir lezzet katıyorduysa, hala unutamıyorum. Dedemin böyle yalın ve akılda kalan sözleri çoktu. Kendisi okuma yazma bilmezdi. Yani modern ve klasik anlamda formel bir eğitim görmemişti ama Osmanlı’nın son dönemini, I. Dünya Savaşı’nı görmüştü. Ermenilerle bir arada yaşamış. Sonra I. Dünya Savaşı şartlarında Kürt milislerden oluşan Hamidiye Alaylarının bir neferi olarak Ermenilere ve Ruslara karşı savaşmış, Ruslara esir düşüp Van’dan Ağrı’ya, oradan da öteye, Kars-Sarıkamış dolaylarına götürülmüş, bir esir olarak yol yapımında çalıştırılmış, ardından serbest kalmıştı. Kısacası güngörmüş biriydi. O süreçlerde gördüklerini, yaşadıklarını son derece hikmetli bir dille anlatırdı. Meğer bununla hissettirme-den, belki de kendisi de çok da tasarlamadan bizim kişiliğimizi oluşturuyormuş. Azeri lehçesini andıran az biraz Türkçesi vardı. Aklında birkaç Erme-nice ve Rusça kelime de kalmıştı. Zaman zaman kullanırdı bu dil bilgisini, anlattığı hikâyelerin veya anekdotların akışı içinde. Bitlis’in Norşin ilçesinde ikamet eden Nakşibendi şeyhinin, bizim evdeki ismiyle “Mala Seyda”nın müridiydi. Onlardan naklen “ Xwedê Heq e Pêxember ber heq e” derdi. “Allah haktır, Peygamber de hakkı alandır” yani. Bu sözü söyledikçe ben onun “Qot ber qot” ifadesiyle ilişki kurardım. Allah bir gıda gibi hak din İslam’ı sunuyor, Peygamber de onu alıyor ve tabii biz ümmetini de bununla besliyordu. En az çökelek-ekmek lokmasının lezzeti kadar insanın içine işleyen sıcak, sımsıcak bir terbiye yolu. Bu sözler adeta anne sütüyle birlikte bize zerk edilen tohumlar mesabesindeydi. Kemiklerin içindeki ilik kadar etkili ve tayin edici olduklarını sonradan anladım. Ailede yediğimiz lokma gibi hak da gayet yalın bir şekilde sindirilirdi. O arif insan irfandan bir kale gibi örmüş aileyi meğer. Bu küçücük ama vücudu ayakta tutan iskelet kadar sağlam kale sonrasında gördüğü bütün badireleri atlattı. Ne rüzgarları, selleri, fırtınaları, kasırgaları, depremleri hasarsız savuşturdu.

İdeolojik sağanak

Aslında ben dedemin ve tabii diğer büyüklerimin aile ortamında teoriden uzak fiili olarak işledikleri terbiye ile kalmadım. Formel eğitim de aldım.

Bununla paralel olarak gündemdeki akımlardan etkilendim. Belli süreçlerde ortaya çıkan bu akımlardan benimsediklerim oldu. Tabiattaki mevsimler gibi insanın düşünsel hayatını da etkileyen mevsimler vardır.

Bazısı kara kış kadar yıpratıcı ve sarsıcı olur. İşte bu süreçlerden her geçtiğimde yanımda, gönlümde, aklımda sadece dedemin “Xwedê heq e Pêxember ber heq e” diyerek maddi ve manevi varlığımın kalesi sıcak aile ortamında telkin ettiği hakikati gördüm. Süreçlerle birlikte gelenler yeni süreçlerle birlikte uçup gitmişti. Mesela çevremi düşünsel anlamda algılamaya başladığım ilk gençlik yıllarında komünizm-sosyalizm revaçtaydı. Ortalığı adeta kasıp kavuruyordu. Sağ-sol rüzgarları esiyordu ülkenin genelinde.

70’li yılların sonu ile 80’li yılların başı aralığında bir ara Van’ın Muradiye ilçesinde Müftülükte çalıştım. 1976 Çaldıran depreminden sonra terk edilmiş devlete ait bir lojmanda kalıyordum. Üst katlarda galiba nüfus müdürlüğünde çalışan birileri daha kalıyordu. Hepimiz bekardık. Akşamları oturur fikir tartışması yapardık. Solcuydular. Her akşam sol literatürün ne kadar kav-ramı varsa üstüme boca ediyorlardı. Resmen bunalıyordum. Bu halimi bir dostuma açtım, o da bir gün Van’dan bana tuğla kadar kalın bir kitap getirdi: İslam Ekonomi Doktrini. Ekonomiden hiç hazzetmediğim halde kitabı adeta içtim. Marksist arkadaşlarımın canına okuyacaktım. Bir gün oturup sohbet ediyorduk gene. Konunun Marksist ekonomiye, sınıf çelişkisine, alt yapı, üst yapı sorununa, proleterya diktatörlüğüne gelmesini kolluyordum. O zaman araya dalacak ve İslam’ın bu bağlamdaki önerilerini anlatacaktım. Olmadı. Adamlar, hakkında en ufak bir bilgim olmayan “ATÜT” (Asya Tipi Üretim Tarzı) diye bir mevzu açtılar. Bu ideolojik sağanak teenniyle düşünmeme fırsat vermiyordu.

Geçti gitti. “Xwedê heq e pêxember ber heq e” kalesinden tek bir tuğla düşüremeden hem de.

Yel kayadan ne aparır

Bu süreçler ülkede her 10 yılda bir darbe yapılması, her 10 yılda bir ekonomik kriz çıkarılması gibi belli bir periyot dahilinde devam edip durdu. Şimdi bu ideolojik süreçleri anlatmaya kalksam Türkiye tarihi kadar yol olur.

Galiba 90’lı yıllardı. İstanbul’da bir arkadaşın evinde oturmuş sohbet ediyorduk birkaç arkadaş. Üniversitede hoca olan bir arkadaşımız hermeneutik diye bir şeyden bahsediyordu. Kur’an’ın anlaşılmasında kullanılması gereken veya kullanılan bir yöntem olarak önemini vurguluyordu. Geçmişte bir veya birkaç İslam alimi tarafından kullanılmış da bugünlerde ihmal edilmiş, dolayısıyla yeniden ihya edilmesi gereken bir tefsir metodu sandım. Kim bilir belki de dirayet tefsir metodunun veya rivayet tefsir metodunun yeni adıdır diye düşündüm. Herkes can kulağıyla dinliyordu. Doğrusunu isterseniz ben ilk kez duyuyordum böyle bir kavramı. Bir ara kendimi tutamadım “Hermeneutik ne demek?” diye sordum. Benim ironi yaptığımı düşünerek “Fizilal mütercimi hermeneutikin ne olduğunu bilmez mi” diye karşılık verdi. Mutlaka bilinmesi gereken bir şeydi ona göre... Bir insan “Fizilal” çeviriyorsa onu elbette bilirdi. Baktım olacağı yok, yanımda oturan ve bu tür konulara meraklı olduğunu bildiğim dostuma “Vallahi bilmiyorum, şunu bana bir özetlesene” dedim. Sağ olsun özetledi. Bu kadar etkin ve bu kadar gerekli bir şeyi bilmemenin mahcubiyeti içinde ayrıldım oradan.

İlk işim şu hermeneutik denilen konuyla ilgili yazılan kitapları alıp okumak oldu. Artık bir sohbet ortamında mahcup olmayacaktım. Nitekim bir gün bir sohbet ortamında konuyla ilgili engin bilgilerimi kullanacak oldum. Hayret! Hiç ilgi uyandırmadı kimsede. Bir arkadaş acıyan gözlerle bana baktı ve “Üstad, sen hala orada mısın?!”deyiverdi, “Şu anda milletin ilgilendiği konu agnostizmdir” diye ekledi. Başımdan aşağı soğuk sular dökülmüş gibi oldum. Yok, ben bu cehaletten kurtulamayacaktım! Şimdi günlerimi, aylarımı agnostizmi öğrenmeye mi harcayacaktım? Tabii ortamlardan kopmamak için o konuda da bir şeyler öğrenmek şart olmuştu. Ama bu sefer hermeneutik sürecindeki gibi geç kalmamak için acele ettim. Ne yazık ki bu konuda da kendimi gösterme fırsatını bulamadım, çünkü bu süreç hermeneutik süreci kadar dayanamamış ve nisyana terk edilmişti. Geçenlerde bir dostum deizm hakkında ne düşündüğümü sordu. Bugünlerde gençler arasında bayağı yaygınmış, hatta İmam Hatipli gençlerden bile bu akıma meyledenler varmış. Ülke deizmle yatıp kalkıyormuş. Diyanet İşleri Başkanı açıklama yapmış, Cumhurbaşkanı, Milli Eğitim Bakanı’na “Neler oluyor?” diye soruyormuş. Yarım asrı geçkin ömrümün tutulduğu bu hezeyan mesabesindeki sa-ğanakları ve “Xwedê heq e pêxember ber heq e” kalesini düşündüm. Bıyık altında gülümseyerek “Aileye bakın, dedim, orası sağlam ise geçip gider.”

Azeriler böyle durumlar için “Yel kayadan ne aparır” derler.

İslam alimleri de aile ortamında tecrübi telkin ile kazandırılan imanın sağlamlığını, sarsılmazlığını vurgulamak için “koca-karı imanı”na işaret etmişler. Çünkü aile ortamında anne sütü eşliğinde aşılanan bir iman yoksa eğitimle gelen inanç daha güçlü bir eğitimle de gider.

@vahdettinince