Kolonyal geçmiş ve gerçek sosyal mesafe

Günay Çambaşalı / Felsefe Grubu Öğretmeni
12.06.2020

Sosyal mesafe aslında üst, orta ve alt toplumsal tabakalar arasındaki, fiziki olarak yakınlığı/uzaklığı değil, sosyo-ekonomik farkı anlatır. Doğru anlamıyla yorumladığımızda ABD'de tabakalar arasındaki mesafe, söylemin aksine çok açılmıştır ve isyanın bir nedeni de budur.


Kolonyal geçmiş ve gerçek sosyal mesafe

ABD’deki ırkçı polis cinayeti ve sonrasında yaşanan protestolar, Amerikan toplumu ve siyaseti hakkında biraz bilgisi olan hiç kimseyi şaşırtmamıştır. Hatta kimse dile getirmese bile sanki herkeste böyle bir beklenti oluşmuştu. Çünkü Covid 19 Salgını başladığında medyada Amerikalıların silahlanmaya başladığını gösteren haberlerle karşılaşmıştık. Tabii ki Amerikan toplumu aynadaki yansımasını iyi bildiğinden başına geleceğini sezmekteydi. Daha önce de defalarca gerçekleşen bu vahim olay, bana Batı’nın tarih boyunca gerçekleştirdiği ırkçı tavırlarını hatırlattı. Burada Batı medeniyetinden kastım Kıta Avrupası ve onların kaynaklık ettiği ABD, Kanada ve Avustralya kültürleridir. Kendini medeniyetin, demokrasinin beşiği, hümanizmin odağı sayan; Fransız İhtilali’nden itibaren tekrarladığı özgürlük, eşitlik, kardeşlik sloganlarıyla İnsan Hakları’nın tanımlanıp evrensel beyanname olarak imzalanmasını sağlayan (1948), hukukun üstünlüğünü savunduğunu söyleyen Batı.

Üstten bakan bir bünye

Aslında ince ince işlenip parlatılan bu zırhın içinde sakladıklarını sandıkları; birçok evrensel ahlaki değerin yıkılmasından sonra geriye kalan köhnemiş, çürümüş, saldırgan, ırkçı, egoist ve diğer medeniyetlere hep üstten bakan bir bünye bulunmaktadır.

Tarih boyunca bütün medeniyetlerde kölelik kurumu görülmektedir. Bu bağlamda belki anakronik bir yargı olacak ama hiçbir medeniyet masum sayılmaz. Ancak Batı medeniyetinin işlediği ve hala işlemeye devam ettiği insana ve insanlığa karşı işlenen suçlar hepsini bastırır nitelikte. Batı, Antik Yunan’da Aristoteles’in ‘Politika’ adlı eserinde köleliği olumlamasıyla önemli bir referans bulup (Abramson, Jeffrey, Minerva’nın Baykuşu: Batı Siyasi Düşünce Tarihi,Dipnot Yayınları, Ankara, 2013 , s. 146) bu kurumu daha rahat uygulamaya devam etmiştir. Bu uygulama Roma İmparatorluğu’nda da devam etmiştir. Kendilerini Yunan – Roma geleneğinin Hıristiyanlıkla harmanlanmış mirasçısı kabul eden Batı medeniyeti; coğrafi keşiflerin sonucu olan sömürü sayesinde zenginleşir, Yeniçağ ile birlikte teknik olarak ilerlemesiyle gelişir ve bir güç zehirlenmesine uğrar. Bu saikle kendini merkeze alıp diğer bütün kültürlerden üstün ve önemli görmek anlamına gelen etnosentrik bir tavır takınır.

Derin fay hatları

Batı’nın, tarihin birçok döneminde görülüp devam eden ve günümüze kadar gelen bu etnosentrizminin bir sürü örneğiyle birlikte sonuçlarını görmekteyiz.

İspanyolların Orta ve Güney Amerikan yerlilerine yaptıkları, İngilizlerin ve devamında ABD’nin Kuzey Amerika’daki Kızılderili’leri katli, geriye kalanları Rezervasyon denilen bölgelere sürüp “soyutlama”sı ibretliktir. İngilizlerin Hindistan’da Hindulara ve Müslümanlara uyguladığı ayrımcılık, ayrıca Avustralya’daki yerlilerin çocuklarını alıp asimile ederek kültürel devamlılığı kesmesiyle onların kültürlerini unutturması manidardır. Yine İngilizlerin Güney Afrika Cumhuriyeti’nde uyguladıkları ırkçılığın kurumsallaşmış çarpıcı bir örneği olan Apartheid Rejimi ile nasıl oranın yerel halkını ezdikleri yeteri kadar bilinmektedir. Fransa’nın gerek Cezayir’deki katliamları gerekse 1994 Ruanda’da gerçekleşen soykırımdaki rolü unutulmuş değil. Alman Nazi Rejiminin; II. Dünya Savaşında Yahudilere, Romanlara, zekâ geriliği ve sakatlığı olanlara, ari ırk yaratmak adına gerçekleştirdiği soykırım Holocaust’un acısı geçmiş değil.

İşte bütün bu travmatik olaylar hatıralardayken; Amerikan heterojen nüfus yapısına rağmen, kendilerini ABD’nin kurucuları ve gerçek sahibi sayan bazı WASP( White Anlo-Saxon Protestants)’lar 16. yüzyıldan itibaren Afrika’dan çalıştırmak için bir meta gibi satın aldıkları ve gayrı insani şartlarda ülkelerine getirdikleri insanlara hala ayrımcılık yapmaktadırlar. Getirilen siyahiler geniş çiftliklerde işçi ve varlıklı ailelerde hizmetçi olarak kullanılmış. Amerikan İç Savaşıyla kölelik kaldırılınca siyahiler bu sefer ikinci sınıf vatandaş muamelesi görüp ırkçılığa maruz kalıyor. Irkçılık, günümüzde de maalesef yüzeyde görünmese de bazı beyazların toplumsal bilincinin derinliklerinde varlığını sürdürmektedir.

Sosyoloji ve psikolojiye göre ırkçılık olumsuz bir tutumdur. Tutumlarımızı önce aile içinden ve sokakta arkadaşlarımız arasından, sonra ise okulda aldığımız eğitimden bir de medyadan etkilenerek devam eden sosyalleşme süreciyle ediniriz. Tutumlarımızın; bilişsel, duygusal ve davranışsal (olumlu ya da olumsuz) boyutları vardır. Bu ırkçı tutum ve ön yargılar kendini bazen eğitimde, bazen sokakta, iş hayatında ya da çok defa ABD’de olduğu gibi polis şiddeti şeklinde, güvenlik kurumunda çeşitli saldırı ve cinayetlere varan davranışlar olarak göstermektedir. George Floyd’un bir polis tarafından boğazına acımasız şekilde dakikalarca basılarak öldürülmesi olayı da gösteriyor ki Amerikan toplumundaki; ırkçılık, ayrımcılık ve ön yargıların - geçmişte Ku Klux Klan(KKK) tarafından örgütlü olarak yapılan- saldırıların oluşturduğu fay hatları sanıldığından derindir.

Gerçek sosyal mesafe

Toplumbilimi bize hiçbir toplumsal olayın tek bir nedene indirgenemeyeceğini anlatmaktadır. Bu vahim cinayet sonucu önce etnik bir reaksiyon olarak başlayan, günümüzde internet ve sosyal medyanın da yardımıyla duyulur-görülür hale getirdiği olaylara, öfkeli protesto, isyan ve Amerika’da yaygın olan yağmaya, kundaklama da eklenmiştir. Bu olayların nedeninin, daha ilk haftasını doldurmadan sadece siyahi bir Amerikalının gaddarca öldürülmesinden kaynaklanmadığı anlaşıldı. Daha öncekilerden çok büyük ve yaygın olan protestoların siyasi, sosyal ve ekonomik boyutları olduğu aşikârdır. Yılların birikmiş sorunları ve geçmişten gelen hınçla; siyahiler, Hispanikler ve gelir durumu en kötü olan toplulukların bu protestolara katılması, kurulu düzenin hâkim tabakasının kapitalist bir güdüyle hareket edip yoksul vatandaşı hatta orta tabakanın gelir kaybını, işsiz kalmasını umursamayıp sadece kendi gelirini düşünerek hareket etmesi önemli nedenlerdendir. Salgınla birlikte daha görünür hale gelen yoksullaşmış ailelerin gençleri, bendi yıkılmış bir ırmak gibi biriken öfkeyi sokaklara ve Amerikalıların o çok övündükleri gökdelenli caddelere taştı. Belki tek teselli protestolara katılanların önemli bir kısmının beyazlardan oluşması ve olayların silahlı bir çatışmaya dönüşmemesidir.

Protestolara katılanların arasında mesafenin çok yakın olduğunu kastedip onları eleştirmek için, salgınla birlikte gündeme gelen sosyolojinin bir kavramı olan ve yanlış anlamda kullanılan sosyal mesafe(social distancing) kalmadığı söylemi gerçeği yansıtmamaktadır. Ülkemizde de yanlış kullanılan bu kavram aslında; üst, orta ve alt toplumsal tabakalar arasındaki, fiziki olarak yakınlığı/uzaklığı değil, sosyo-ekonomik farkı anlatır. Doğru anlamıyla yorumladığımızda ABD’de tabakalar arasındaki mesafenin, söylemin aksine çok açıldığı ve isyanın bir nedeninin de bu olduğunu yukarıda da belirtmiştim.

Trump’ın “ Amerikayı Yeniden Büyük Yapalım” sloganı işe yaramış görünüyor. Ancak onun kastettiği ile mevcut gerçekleşen durum farklı olmuştur. Büyük devletlerin sorunları da büyük olur. Şu an salgından en çok etkilenen ülke oldu ABD, üstelik diğer ülkelere fark atan ölüm oranlarıyla. Öyle ki definler bile Hart Island isimli adaya, iş makinalarıyla kazılan toplu mezarlara üst üste konulan tabutlar şeklinde yapılıyor. Tabii ki bütün dünyadaki ölümlere insan olarak üzülmemek mümkün değil. Bunun dışında çok kısa sürede milyonlarca işçinin işsiz kalmasında da zirveye çıktılar. Bu sorunların sonuçları da onları daha uzun yıllar etkilemeye devam edecektir.

Eritme potası

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki Amerikan rüyası, gösterildiği gibi parlak değil, üstelik Amerika’nın; dünyanın birçok ülkesinden göçle oraya gelip yerleşen göçmenleri erittiği anlamına gelen Melting Pot (Eritme Potası) iddiası da çökmüştür.

Sonuç olarak genelde Batı Dünyasının (özellikle Fransa ve İngiltere), özelde de ABD’nin kendi kolonyal ve sömürgeci geçmişleriyle yüzleşmesi sadece edebiyat ve sinemadaki dramatik sahnelerle mümkün olmayacağı anlaşılmıştır. Sanatla birlikte siyasi, toplumsal ve ekonomik alanlarda pozitif ayrımcılık gibi daha kökten değişiklikler yaparak bu sorunlar ancak çözülebilir.

[email protected]