Kömür karası yazgımız...

Vahdettin İnce/Yazar
18.05.2014

Van-Erciş depremi hangi yürekleri yaktıysa, Soma’nın nefessiz kalan canları da aynı boğazlarda düğümlendi. Bu toprakların ortak kaderi, herkesin acısını alıp köşesine çekilmesine izin vermiyor. Kadınlar acılara biçilen sınırları tanımıyor.


Kömür karası yazgımız...

Vahdettin İnce/Yazar

Ortadoğu coğrafyası denince akla her şeyden önce bir ucundan bir ucuna uzanan acılar gelir. Bir acı haritası çizilse ancak bu kadar sahici olur. Bu sınırları çizenler bunları düşündüler mi bilmiyorum. Gayri tabii bütün felaketlerin bu coğrafyada yoğunlaşması tesadüf değil gibi geliyor insana. Sınırlarla bölenler acılarla bütünleştirmişler adeta. Bizimle Yemen arasında neredeyse yirmi devlet uzanır, ama bir türkümüz var ki Anadolu’dan ta Yemen’e seslenir.  Acıyı bu kadar etkili bir şekilde resmeden başka bir türkü var mı bilmiyorum. “Mahlede ölüm yok bu ne şivandır”. İnsanın elinin uzanamadığı bir ölüm hadisesinin iki kat yakıcı bir etki bıraktığını anlatıyor gibi. Bir gıyabi cenaze namazı hüznünü taşır tınısında. Tıpkı yedi kat yerin altında can veren kuzularına ulaşamayan anaların Soma maden ocağının ağzında kopardığı “şivan” gibi.

Soma’da şivan var, ama ölüm yerin altında. Bu türkünün bir de Kürtçesi var, aynı etkileyicilikte ve aynı tonda, “Bilbilo...” diye. Acıların ortak olduğu zamanlardan kalma. (Aslında ortak bilindiği zamanlardan kalma, demek daha yerinde olur. Çünkü acılar hala ortaktır, eksik olan ortaklık bilincidir bu ayrık zamanlarda) O da Yemen üzerinedir. İkisini de kadınlar yakmış. Zaten ağıtın Türkçesini de Kürtçesini de en güzel bir kadın yakar. Yemenden Soma’ya değişen, askerin bir çift kundurası, bir de fesi yerine madencinin kaskı ve bir çift çizmesi gelmiş (sağ kurtarılan madencinin çarşafları kirletmesinden endişe ettiği çizmesi). Ve redif sesi yerine siren sesi. Kadınlar, ağıtlar aynı.

“Şivan” Farsça “yas-matem” demektir. Kürtler yas anlamındaki “Şivan”a “Şîn” derler. “Şîn” dedi mi aklıma kadınlar gelir. Kürt kadını aslında ağıtın kendisidir. Acıyı en güzel o yoğurur, çünkü. Bizim oralarda Şîn eksik olmaz. Ortadoğu’nun her karışında olduğu gibi. Ortadoğu, acının tam ortası yani. Her sene bizim oralarda mutlaka bir veya iki Şîn yaşanır. Ve her sene ölümlerin her zaman kadınların omuzlarında ömür boyu taşınan bir yük olduğu gözlenir bu şînlerde. Erkekler ölür, türküsünü yakmak da ana, eş, bacı olarak kadına düşer. Erkekler bir kenarda gözyaşlarını içlerine akıtırken, kadınlar, dağları, taşları ağlatırlar feryatlarıyla. Bize düşen ölmektir, size düşen de ardımızda ağıt yakmaktır, der gibi bir kenarda sessiz sessiz tutuşurken erkekler, kadınların yaktıkları ağıtlar onları için için ağlatır. Her ölümde kendi ölümlerini görür gibidirler. Bu ağıtların kendileri için yakıldığını bilirler. Kendi ölümlerine ılık ılık ağlarlar. Belki bir dağ vuruşmasında, belki bir maden ocağında bekleyen ölümlerine. Şair olsalardı “bu benim kendi ölüm, bu benim kendi ölüm, bana gelince, böyle gelecek ölüm” derlerdi herhalde.  Bir yerde okumuştum. Peygamberimizin amcası Ebutalib ölüm döşeğinde iken kızlarını, kız kardeşlerini çağırmış, ben öldükten sonra nasıl ağlayacağınızı görmek, hangi ağıtları yakacağınız duymak istiyorum demiş.

Sınır tanımayan Şin

Onlar ağlamış, ağıtlar yakmış, o da için için kendi ölümüne ağlamış. İşte bunun gibi bir şeydir Şîn. Cenazenin veya ona ait bir giysinin etrafında halka tutan kadınlar hem ağlar hem de yürek yangınlarını ağıta dökerler. Buna lêwandin (ağıt yakmak) deriz. Burnunu bile göstermekten utanan, normal hayatta pek ön plana çıkmayan nice kadın, “şivan”ın alevinde kor gibi türküler yakarlar. Uzak, yakın akrabalar geldikçe ağıtlar daha bir yükselir, Şîn, dağları, vadileri doldurur. Bazen kara bir kömür isiyle, bazen çürük elma kokusuna benzer kimyasal gazıyla, bazen de bir bedeni ikiye biçmiş bomba artığı beton bloğuyla. Günlerce, aylarca sürer. Uzun yıllar bayramların bile değişmez konusu olur. Ve kadınlar acıyı ortaklaştırırlar. Roboskili annelerin ağıtlarını Somalı annelerin ‘lêwandin’ larında dinleyebilirsiniz artık. Edinilmiş bir eylemle yansıtılsa bile, Soma felaketine en büyük kitlesel tepkinin Dersim’den gelmesi bunu gösterir. Eylem öğretilmiş türdendir, ama tepki yürektendir. Dersim, bu toprakların en acılı diyarıdır da ondan. Dersimlinin isyanı Somalının ağıtının Kürtçe yankısıdır. Bizim oraların Şînlerinde her kadının kendi geçmişinde kalan bir acıya ağladığını görmüştüm kaç kere. Dersim de, Soma’dan dolayı kendine ağlıyordu. Ve Soma’da “koç”larının arkasında ağlayan kadınları görünce, bir kez daha hissettim “şîn”lerimizin ortaklığını, kaderimiz gibi.

Kaç zamandır, her birimizin kendi acımızı avucumuza alıp yangınımızla baş başa kalmamızı, yekdiğerimize bigane kalmamızı istiyorlar. Ama ortak acılar ağıtları, türküleri de ortaklaştırıyor. Soma’nın türküsü Dersim’de yakıldı bile.

Herkesin acısını avucuna alıp kendi köşesine çekilmesine rastlanmaz bu topraklarda. Bu topraklarda acılar farklı dillerle de olsa aynı melodilere ısmarlanır. Yürek yangınları aynı gözyaşlarıyla söndürülür. Kürtçe “Boxaza Çeneqelê...” klamı,  “Çanakkale içinde aynalı çarşı...” türküsünün ikiz kardeşidir. Aynı yüreklerde makes bulur, Somalı ikizlerin aynı madende filizlenmesi gibi. Belki artık bir türküde beden bulmuş ikizlerin. Colemêrgli (Hakkari) madencinin Ava Zê (Zap Suyu) serinliğinde bir strana can vermediğini kim söyleyebilir. Van-Erciş depremi hangi yürekleri yaktıysa, Soma’nın nefessiz kalan canları da aynı boğazlarda düğümlendi. Bu toprakların ortak kaderi, herkesin acısını alıp köşesine çekilmesine izin vermiyor. Kadınlar acılara biçilen sınırları tanımıyor.

Acımız serlevha

“Dramanın köprüsü bre Hasan...” ne diyorsa “Edirne, Îşqodre mehserê de mane..” (Edirne, İşkodra muhasarada kalmış) diye Balkan yenilgisine ağlayan Kürt anne de aynısını diyor. Malta, Girit sürgünleri ne kadar acı verdiyse, “Berê Mîrê min dane zîndana Niqosyayê..” (Mirimi Lefkoşa zindanına gönderdiler...) ağıtı da o kadar yürek yakıcıdır. Yine bir kadın söyler. Başka dilden, başka ilden acılara ağlamak da bizim kadınlara düşer.

Saddam’dan kaçıp Türkiye’nin sınırlarını zorlayan Halepçeli Kürt kadın Zap Suyu’nun kenarında nasıl acıyla ağlıyorduysa, Bulgaristan’dan kaçan Türk kadın da Meriç kıyısında aynı sürgünün acısını ağıta dönüştürüyordu. Biri Kürtçe biri Türkçe. Ve her ikisi de hem Kürtçe duyuldu, hem Türkçe. Bir kaz daha ortaklaşmıştık acılarda.

Soma’daki gibi büyük de olsa bir felaketi anlatmak, tasvir etmek, tahlil etmek. Her açıdan irdeleyip eleştiriler yapmak kolaydır. Ama “Beni bırakıp nereye gidiyorsun Hasan...” diyebilmek bir kadının harcıdır ancak. Bu derinlikte, bu müşahhaslıkta, bu çarpıcılıkta ve bir serlevha ağırlığındaki bu sadelikte bir söz söylemek, bu yükü taşımak bir kadına düşer sadece.

Bu güne kadar hiçbir acıyı anlatmaya kelimeler kifayet etmemiştir. Kifayet etseydi hafızalardaki tazeliklerini korumazlardı nice eski acılar. Bu yüzden, Soma’nın kömür karası acısı bembeyaz bir kartopuna dönüşerek yürekten yüreğe, kadından kadına büyüyecek, en kifayetli ağıtın tınısına oturacak. Yüzlerce, binlerce yürek her an, her saniye yanacak bu acılar diyarında.

[email protected]