Konjonktürel muhalifler konjoktürel muvafıklar

Murat Güzel/Yazar
21.06.2014

Özellikle 17-25 Aralık darbe girişimi sonrası Türk aydınlarına musallat olan tavırların özünde bir tür “gerçeklik korkusu” yattığını söylemeliyiz. Bu gerçeklik korkusu sebebiyle aydınlarımızın olagelen hadiselere doğrudan nüfuzu, halkın “basiret”iyle görebildiklerinin nedense hep bir kademe aşağısındadır.


Konjonktürel muhalifler konjoktürel muvafıklar

Şerif Mardin, ünlü “Aydınlar Konusunda Ülgener ve Bir İzah Denemesi” başlıklı önemli bir makalesinde Türk iktisat düşüncesi alanında yaptığı derinlikli tarihsel analizlerle klasikleşmiş merhum Sabri F. Ülgener’in gerek Osmanlı aydınlarında gerekse Cumhuriyet dönemi Türk aydınlarında tespit ettiği yüzeyselliğin yapısal sebeplerini Sünni gelenekte “daemonik öge” diyebileceğimiz bir unsurun yokluğunda bulur. Türk aydını, bu eksiklik yüzünden, Mardin’e göre, “dışarıdan” gelen tehlikelerle baş etme yolunda son derece mahirken, “içeriden” yönelen tehditlerde bir tür “anlatım zorluğu” çeker. Mardin’in bu konuda gösterdiği örnek Abdülhak Hamit Tarhan olacaktır. Modernleşme-Batılılaşma dönemimizde, ortaya hakiki trajediler çıkması beklenir, fakat daemonik ögenin yokluğu sebebiyle, ortaya çıka çıka Abdülhak Hamit’in melodramları çıkmıştır.

Mardin’in tasavvufi düşünceyi dışarıda tutarak Sünni gelenekte gözlemlediği “daemonik öge”, yani insan benliğini sarıp sarmalayan, yaratıcı bir nitelik de taşıyan “kötücül” unsurun yokluğu sebebiyle “aydınlar” temelinde Türk modernleşmesinin kendi içsel gelişimine dair yaptığı tespitlerde ince elenip sık dokunacak birçok husus vardır. Sözgelimi “tasavvufi meşreplerden” tümüyle arınmış, bu anlamda saf bir “Sünni gelenek”in Anadolu topraklarında hiçbir zaman tutunamadığı, türbelere karşı olmakla maruf İmam Birgivi için bile türbe inşa edilmesinden de görülebileceği üzere böyle saf “Sünni bir geleneğin” süreklilik arz etmediği hususu bunlardan biridir. Yine de şimdilik kaydıyla Mardin’in tespitini birazdan detaylarına gireceğimiz hususlar bakımından bir “izah denemesi” olarak kabul edeceğiz. Mardin’in Türk aydınlarının yüzeyselliğinin yapısal sebepleri konusunda giriştiği izah denemesinin özünde açıklayıcı bir niteliği olduğu kabulüyle onun sağ-sol fark etmeksizin çağdaş aydınlarımızın “Eninde sonunda her şey dış şartları düzenlemekle düzelecektir” görüşünde müttefik olduklarına dair yaptığı tespiti kerteriz seçeceğiz. Bu tespitten yola çıkarak vurgulanması gereken mesele ise genel olarak aydınlarımızın kendi düşünme eylem ve nesnelerine sadakati hususudur.

Özetle söylemek gerekirse Mardin’in yaptığı tespitlere dair pek de derinlikli olmadan, hemence yapılabilecek bir tefekkür, aynı tespitlerin kendi üzerlerine büküldüklerini de gösterecektir bize. Mardin de Türk aydınlarının düşünme eylemlerindeki yüzeyselliğin “yapısal” sebeplerini ve düşünce nesnesi kıldıkları hususlara dair takındıkları “ahlak”ı ‘dışsal’ bir unsura, toplumun genel kültüründeki bir noksanlığa atıfla çözümlemektedir. Bu noktada Mardin’in Türk aydınlarına ilişkin tefekkürünün kendi aksiyomlarına sadık kalamadığı rahatlıkla ileri sürülebilir. Gerçekte bu husus ironik olarak Mardin’in yaptığı tespitlerin asıl önemini de ortaya çıkartmaktadır. Türk aydınlarının “yüzeyselliği”ne ilişkin yapısal sebepleri sorgulayan bir tefekkür aynı yapısal sorunlarla boğuşmaktadır sürekli, bu yapısal sorunları aşamadan, sadece varlıklarını ve nerede aranmaları gerektiğini duyurmakla yetinmektedir böylelikle.

Gerçeklik korkusu

Aslında 2003’ten bu yana AK Parti iktidarına karşı muhalif-muvafık ayırt etmeden, Türk aydınlarının genellikle benimsediği ikircikli, içsel tutarlılık ve “yaratıcılık”tan yoksun (ki, kitschleşecek kadar ünlü “mahalle baskısı” söylemleriyle Mardin’in kendisi de buna dahildir) tutum ve tavırların bütün katılıklarına rağmen kolayca dağılan mantıksal örgüsü bu “yapısal” sorunların neredeyse asla aşılamaz olduğunu bile düşündürmektedir. Aydınlarımızın gözünde AK Parti iktidarı; “muhayyel” bir “onlar”ın (halk?) irrasyonel, çıkarcı, fırsatçı saiklerle “kömür” ve “makarna” karşılığında oy verip desteklediği, despot, hayat alanlarımıza ve tarzlarımıza müdahale etmek için fırsat kollayan, bu konuda bulduğu hiçbir fırsatı kaçırmayan ve bu sebeplerle anti-demokratik bir iktidardır. “Onlar”ın, yani halkın oylarıyla iktidarını sürdürmesi aydınlarımız için meşruiyetin kaynağı değil, aksine tam da gayrı meşruluğun sebebidir hatta. Dağdaki çobanın oy verdiği bir iktidar neredeyse “gayrımeşru” bile görülebilir bu bakışla.

Özellikle 17-25 Aralık darbe girişimi sonrası Türk aydınlarına musallat olan tavırların özünde bir tür “gerçeklik korkusu” yattığını söylemeliyiz. Bu gerçeklik korkusu sebebiyle aydınlarımızın olagelen hadiselere doğrudan nüfuzu, halkın “basiret”iyle görebildiklerinin nedense hep bir kademe aşağısındadır. Aynı gerçeklik korkusu, olagelen hadiselerin “oluş” biçimlerini aktarırken kolaylıkla tahrifata sürükleyebilir aydınlarımızı bu sebeple. Sözgelimi 17 Aralık, halkın “basiret”iyle işaretlediği gibi, bir “darbe” değil “devletin restorasyonu” olarak kavranır. 17 Aralık soruşturmalarını başlatan savcı ve polisin restorasyona soyunan devletin neresinde olduğu basit sorusunu bile ıskalamamızı isteyen bu bakış açısının yaptığı tahrifat gerçekliği “olduğu gibi” değil, “kurgulandığı gibi” kavramamızı önermektedir. Yaşadığımız gerçekliklerin kendi içsel çapraşıklıklarının doğurduğu sorunların yanı sıra bir de bu gerçeklikleri fragmanlaştırarak, bu fragmanları tarih dışı bir şemada birbirine “montaj”yarak, dahası çarpıtarak, bile isteye “kötü yorumlayarak”, böylelikle iyice “vukuf edilemez” bir hale dönüştürerek işleyen bir düşünce makinesi haline gelir aydınımız.

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun 2011’de Konya’da, 2012’de Kayseri’de söylediği “1911 ve 1923 arası çekildiğimiz topraklardaki kardeşlerimizle tekrar buluşacağız” cümlesini bağlamından ve asıl anlamından kopararak, “1911-1923 arası kaybettiğimiz tüm toprakları geri alacağız” şeklinde okuyan ve böylelikle bu cümleyi Osmanlı’yı canlandırmaya çalışan “emperyal bir vizyon” olmakla eleştiren okuma tarzının vahametine şaşırıp kendi kulaklarınızla duyduğunuz ve Davutoğlu’na ait “Bu sözlerimiz bu toprakları ilhak edeceğimiz anlamında düşünülmemelidir. Biz kardeşlerimizle barışacağız, barış ve kardeşliği tesis edeceğiz” açıklamasını hatırlamanız da sizi teskin etmeye yetmeyecek. Üstelik 1911-1923 arası çekildiğimiz topraklar da dahil olmak üzere “kadim coğrafya”da Osmanlı hayaletinin, Osmanlı’nın şanına yakışır bir cenaze töreniyle defnedilmemesi sebebiyle sürekli aramızda, hatta “içimizde” dolaşmasının bize verdiği hüzün ve tedirginliği anlatabilecek kelimelerin var olan hiçbir dilde olmaması da halet-i ruhiyenizi iyice belirsizleştirecektir.

Muhalefetin ahlakı

1900’lerden günümüze bütün “İslamcı nesiller”in bir şekilde gerçekleşmesi için çaba sarf ettiği “İttihad-ı İslam” (Müslümanların Birliği) “imge”sini, İslamcı olduğunu söyleyerek entelektüel sermayesini biriktiren aydının “ulusalcı-İslamcı zihinler hasta” diyerek eleştirmesi, belli ki, konjonktürel bir tutum, belki de bir kızgınlığın ifadesidir. Fakat Anadolu’da Selçuklu’dan beri mevcut tarikat ve dini cemaatlerin bir şekilde “devlet”le içli dışlı olduğunu bilmediğini izhar eden cümleler kurmak tarih ve sosyolojiden bihaber olan bir zihniyete sahip olunduğu anlamına gelmez. Aksine tarih ve sosyolojiyi kendi eleştirilerini temellendirme saikiyle ıskartaya çıkaran bu bakış açısı eleştirilmeyi bile hak etmez.

Ne muhalifliği kendi başına bir “ahlak” içerir çünkü bu tarzın, ne muvafıklığı. Hem muhalifliği, hem de muvafıklığı tamamen konjonktüreldir, dışsal şartlara bağlıdır; dışsal şartların değişmesiyle, muhalif ya da muvafık konumunu da değiştirecektir. Düşünme eyleminin kendi şartlarından türemez muhaliflikler ya da muvafıklıklar bu sebeple. Düşünmenin kendine ve nesnesine sadakatini boşuna arıyoruz belki de bu yüzden.

Şerif Mardin’in aradığı “daemonik öge” aydınımızda değil, dıştadır yine, devlettir, o devletin ruhudur. Bu ruh, bedenden bedene gezmektedir aydınımıza göre. Şimdi de AK Parti’yi seçmiştir devlet. Peki onlar? Hani şu “oy veren” onlar? Onlar nerededir? Onlar, yani halk, yani Pablo Neruda’nın şiirindeki “Halkım ben, parmakla sayılmayan/Sesimde pırıl pırıl bir güç var/Karanlıkta boy atmaya/Sessizliği aşmaya yarayan” diyenler hep “sivil”likten bahseden aydınımızın aklında bile değildir. “Hanif solcu”lar ile İslamcıların bir araya gelip “AK Partili zenginlere” karşı durmaları gerektiği, toplumun çözüldüğü, ateistleşeceği vb. “uma”larla dolu cümleler peşi sıra akar, lakin yine de ateistleşeceği öngörülen, sesi pırıl pırıl olan şu halkın sesinden bir iz yoktur aydınımızın kelimelerinde. Kötülük hep dışarıdadır çünkü, “onlar”dadır, “kötü olan”lar onlardır! Onlar o kadar kötüdür ki, kendi yöneticilerini bile onlar için başkaları seçmektedir! “AK Parti, ABD’nin bir projesi” söylemlerinin yeni bir versiyonu bile değildir olup biten. O söylemlerin dile getirile getirile pörsümüş, eprimiş, eskimiş halidir uğraştığımız.

[email protected]