Körfez’in ‘İran korkusu’

Gülşah Neslihan / Dış Politika - SETA
14.03.2015

Pek çokları tarafından mezhep çatışmasına indirgenen ‘İran tehlikesi’ esasında Körfez ülkelerinin siyasi ve fiziki varlıklarını etkileyen bir güvenlik sorunu olarak değerlendirilmelidir. Aksi bir değerlendirme bölgenin dinmek bilmeyen yaralarını daha fazla derinleştirmekten başka bir amaca hizmet etmemektedir.


Körfez’in ‘İran korkusu’
Suriye krizi beşinci yılına girerken bölge ülkeleri ve uluslararası aktörler krize çözüm bulamadıkları gibi bölgedeki krizlerden nemalanarak büyüyen IŞİD tehlikesine karşı da ortak bir politika belirleyemediler. Bölgenin en etkili ülkeleri Türkiye, Suudi Arabistan, Mısır ve İran’ı, Arap isyanlarının başından bu yana geride kalan süreçte çözüm için aynı masada görmekse mümkün olmadı. Bu ortamda, geçtiğimiz hafta Türkiye ve Suudi Arabistan arasında beliren yakınlaşma ihtimali, analistler tarafından Suudi Arabistan’ın, Mısır’ın normalleşmesine katkı sağlayarak İran yayılmacılığını dengelemek adına Sünni bloğu güçlendirme adımı olarak okundu. Bunun yanı sıra Yemen’de Husi darbesiyle iyice belirginleşen İran etkisi de, Suudi Arabistan’ın Birleşik Arap Emirlikleri’nin etkisiyle Müslüman Kardeşlere karşı şahinleşen tavrını eleştirilerin odağına oturttu. İran’la nükleer müzakereler kapsamında Amerikan Dışişleri Bakanı John Kerry’nin Riyad ziyareti, Suud-İran denkleminde uluslararası gücün işbaşında olduğunu gösterirken, Suudi Arabistan iç ve dış siyasetinin şekillenmesinde İran’ın nasıl etki ettiğine dair soru işaretleri de gündeme geldi.
 
Suudi Arabistan’ın son dönemdeki diplomatik aktivizminin İran’ın bölgede artan etkisine karşı bir Sünni bloğu oluşturma çabaları olarak görülmesinden hareketle sorulması gereken soru Körfez’in İran’dan korktuğuna dair iddianın temelinde neyin yattığıdır. Pek çokları tarafından mezhep çatışmasına indirgenen ‘İran tehlikesi’ esasında Körfez ülkelerinin siyasi ve fiziki varlıklarını etkileyen bir güvenlik sorunu olarak değerlendirilmelidir. Aksi bir değerlendirme bölgenin dinmek bilmeyen yaralarını daha fazla derinleştirmekten başka bir amaca hizmet etmemektedir.   
 
Körfez’in güvenlik sorunu
 
Bilindiği üzere Körfez ülkeleri güvenlik konusunda büyük oranda Amerika Birleşik Devletleri’ne bağımlı durumdadır. Bu garantörlük herhangi bir tehlike durumunda ABD’nin Körfez ülkeleri adına savaşacağı anlamına gelmemekle birlikte, ABD’nin bölgedeki varlığının caydırıcılığına işaret etmektedir. Ancak bölge siyasetçileri de analistler de Körfez’de kalıcı güvenliğin sağlanması için ABD’ye bel bağlanılmaması gerektiği konusunda hemfikirdir. Nitekim Körfez ülkeleri de bu doğrultuda Körfez İşbirliği Konseyi’ni kurmuş ve askeri-güvenlik yatırımlarına ciddi bütçeler ayırmıştır. Askeri harcamalarda Körfez ülkeleri dünya sıralamasında üst basamaklarda yer almaktadır. Amerika’da uluslararası bir danışmanlık şirketi olan İHS’nin Küresel Savunma Ticareti Raporu’na göre Suudi Arabistan 2014’te silah alımına 6,5 milyar dolar harcayarak son yılların önemli silah ithalatçısı olan Hindistan’ı geride bırakmıştır. Silah pazarının diğer önemli alıcısı ise Birleşik Arap Emirlikleri olmuştur. 2014’te 2,2 milyar dolarlık silah alan BAE, Suudi Arabistan’la birlikte Avrupa’nın tamamından daha fazla silah ithal etmiştir. Miktar olarak fazla ve teknolojik bakımdan ileri silahlara sahip olsa da Körfez ülkeleri güvenliği sağlama noktasında kendi kendine yetmekten çok uzaktır. Zira ulusal nüfuslarının yetersiz olması ve orduların önemli ölçüde yabancı askerlerden oluşması, Körfez ülkeleri için ciddi problem teşkil etmektedir. Hal böyle olunca asker sayısı bakımından Körfez’in tamamını neredeyse ikiye katlayan İran’ın, nükleer programını sürdürmesi Körfez’deki güvenlik dengesini iyice İran lehine değişmesi anlamına gelmektedir. 
 
İran neden ‘tehlikeli’?
 
Başta Suudi Arabistan olmak üzere güvenliğini Amerika’nın garantörlüğünde sağlayabilen Körfez ülkeleri için Afganistan ve Irak’ın işgali ile İran lehine açılan alan, Arap isyanlarının sebep olduğu istikrarsızlık ortamında Suriye ve Yemen’de de genişleme imkânı buldu. İran’ın açılan bu alanda Şiileri mobilize ederek İran yanlısı siyaset izlemesi de endişeye sebep oldu. Fakat Körfez ülkelerinin bu endişesini doğru yorumlamak gerekmektedir. Her ne kadar Körfez yönetimleri ülkelerindeki Şii nüfusun politik anlamda aktif muhalefet izlemesinden endişe etseler de İran’dan algılanan tehlikenin sadece Şii yayılmacılığından kaynaklandığını söylemek isabetli değildir. Yani asıl sorun imani ve îtikâdî olarak İslam anlayışları arasındaki farktan kaynaklanmanın ötesinde bu farklılığın ne ölçüde siyasi araç olarak kullanıldığıdır. Bu noktada reel politikte Körfez İşbirliği Konseyi’ne üye altı Körfez ülkesinin hepsinin İran’dan kaynaklı bir tehdit algısı olmadığını belirtmekte fayda vardır. Örneğin mezhepsel olarak İbadiliğin benimsendiği Umman’ın İran’la ilişkileri tarih boyunca iyi olmuştur. Hatta 2014 Mart’ında İran ve Umman arasında gaz transferi yapmak için deniz altı boru hattı yapılması anlaşmasına varılmıştır. Vehhabiliği kabul eden Katar’ın İran’la ilişkileri Suriye krizine kadar gayet olumlu gitmiş ve hatta mezhep kartı ilişkilerde söz konusu dahi olmamıştır. Birleşik Arap Emirlikleri ve İran arasında üç ada  üzerinde hâkimiyet problemi olsa da ekonomik ilişkileri üst düzeyde devam etmektedir. Suudi Arabistan, Bahreyn ve Kuveyt’te ciddi sayılabilecek nüfusa sahip olan Şiiler, Kuveyt’te sisteme entegre olmuş denilebilir. Dolayısıyla doğrudan mezhep temelli problemlerin büyümesi yalnızca Bahreyn ve Suudi Arabistan’da muhtemel görünmektedir. Nitekim daha önce gerek Suudi Arabistan’ın doğu bölgesi Katif’te gerek Bahreyn’in başkenti Manama’da ölümlerle sonuçlanan Şii gösterileri olmuştur.  
 
Körfez’de mezhep farklılığı temelinde algılanan krizler 1979’daki İran İslam Devriminden sonra yaşanmış ve Şii yayılmacılığı da bu dönemde körüklenmiştir. Devrim sonrası dönemde ABD’nin İran tarafından düşman ilan edilmesi ve Suudi Arabistan’ın da bölgede ABD’nin işbirlikçisi olarak nitelenmesi Suudi Arabistan’ın kendisini doğal olarak İran’ın karşısına yerleştirmesiyle sonuçlanmıştır. Bunun yanı sıra İran’da İslam devriminin ihraç edilmesi gerektiğine olan inanç, Şii nüfusun yoğun olduğu bölgelerin doğal etki alanı olarak görülmesine sebep olmuştur. İslam devrimi sonrasında özellikle Suudi Arabistan ve İran arasındaki sorunlar Körfez bölgesindeki Şii muhalefetin yükselmesiyle sonuçlanmıştır. Bu noktada Şii siyasetine karşı özellikle Suudi Arabistan ve Bahreyn’de dini motivasyonlardan uzak, statükocu, monarşik yönetimin korunmasını hedefleyen baskıcı politikaların uygulandığını belirtmek gerekmektedir. Suudi Arabistan’ın bir yandan cumhuriyet rejimine sahip olan Suriye’de muhalefeti desteklerken, diğer taraftan kendisi gibi bir monarşi olan Bahreyn’deki ayaklanmaları askeri müdahaleyle önlemesi söz konusu pragmatist yaklaşımın yansıması olmuştur.  Bunun yanı sıra mevcut durumda Suriye krizinde halkın değişim taleplerine destek veren Katar ve Suudi Arabistan, İran destekli Hizbullah’ın Suriye muhalefetini zayıflatmasından dolayı İran’la karşı karşıya gelmesi de Körfez-İran geriliminin reel politik gerekçelerinden olmuştur. 
 
İran’da pragmatist liderler döneminde Körfez politikasına karşı olumlu adımlar atılsa da gelinen noktada karşılıklı güvensizlik ortamı tüm girişimleri baltalamaktadır. İran’ın nükleer programı konusundaki tutumu ve Irak, Suriye ve Yemen’deki istikrarsızlığın ana aktörü olarak görülmesi de taraflar arasındaki güvenlik krizini büyütmektedir. Sonuç olarak, Körfez-İran ilişkileri mezhep farklılıklarından etkilense ve taraflar mezhepsel gruplar üzerinden hareket alanı kazanıyor olsa da Körfez’in ‘İran korkusu’ ve de İran’ın Körfez politikası mezhepçilik siyasetine indirgenmeden değerlendirilmelidir. Bu bağlamda Suudi Arabistan’ın bölgede Sünni blok oluşturmaya çalıştığı iddiası gibi aksi yönde yapılacak yorumlar hem Türk dış politikasının yanlış eksende konumlandırılması anlamına gelmekte hem de bölge halklarının barışa yakınlaşmasını engellemektedir.