Koronanın söylettiği gerçekler

Ali K. Metin / Şair, Yazar
17.04.2020

Hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı bir gelecek ancak entelektüellerin ve halkın koyacağı insiyatif, alacağı tavırla mümkün. Bunun bir laf-ü güzaftan ibaret kalmaması için, söylemlerin içini hakkıyla doldurmak zorundayız. Ama nasıl?


Koronanın söylettiği gerçekler

Kimi gerçekler biz insanlara ilk anda inanılması güç birer şaka gibi gelir. Sürreel bir tablonun, neredeyse bir rüyanın içinde olduğumuz hissiyle anlık, kısa süreli bir tür abondane hali yaşarız. Hayatın olağan, sürüp giden hali içinde biteviye bir yapının içinde olduğumuz zannıyla yaşamak bizim somut, asıl gerçekliğimizdir çünkü. Ancak buna yine de zan deyip geçivermemeli. Herşey bizlerin neye, nereden baktığına bağlı. Şimdiki zaman sadece şimdiden, somut gerçeklik sadece görünen gerçeklikten ibaret değil. İnsan olarak farkımız burada: Geçmişi ve geleceği bugünün gerçekliğiyle terkip etme yeteneğine sahibiz. Bu yeteneğimizi kullanamayacak kadar zayıf ve iğreti bir varlık düzeyindeysek durumumuz acınası demektir. Lakin şimdiki zamanı, teneffüs ettiğimiz canlı dünyayı hafife alma hatasına düşmemek de ferasetimizin bir gereği. Bireysel meselelerden toplumsala, toplumsaldan evrensele kadar bu gerçekliğin ayrımında olma uyanıklığını ve idrakini gösteremediğimiz takdirde nasıl bir çıkmaza girdiğimizi bile belki anlamadan gideceğiz. Üstelik somut gerçeklikten kopmanın her anlamda başarısızlığa, hayalciliğe, irrasyonelliğe, yer yer aptalca yönelmelere savuran bedelleri var. Hatta kültürel, daha açıkçası bir yanıyla toplumsal, bir yanıyla ideolojik şizofreni diye de tabir edebileceğimiz soyut, mutlakçı, hamasi, çoğunlukla önyargılarla malul düşünce şekilleri gerçeklik algımızı tam bir karikatüre dönüştürebiliyor.

Esaret hali

Bunun günlük, toplumsal hayatımızdan siyasi düşünce ve pratiklere kadar uzanan ciddi karşılıklarının olduğu bir gerçek. Bir insan, bir toplum, bir insanlık açısından asıl sorun, kriz halleri değil marazlarla yaşamaktır. Marazlarımızın ne olduğunu fark edememek yaşadığımız krizlerden çok daha berbat, iflah olmaz bir şey. Dahası, marazları kavrama becerisini gösteremediğimiz sürece, ne şimdiki zamanın ne de geleceğin öznesi olabilmemiz mümkün. Krizlerin aşılması bizim marazi hallerimizin giderildiği anlamına gelmiyor, belki daha derinleşmesine bile yol açmakta. Zira kriz dediğimiz şey bir yönüyle izafi bir boyuta sahip, kimileri için fırsatken kimileri için hazin bir son anlamına geliyor. Günlük, toplumsal, hatta siyasal hayatta da esasen bu gerçeği bütün acımasızlığıyla yaşıyoruz? Çatışmanın, rekabetin, güç ilişkileri ve manipülasyonun geçerli olduğu her alanda krizler birilerine kaybettirirken birilerine kazandırır. Burada iyi olanın her zaman kazandığı bir gerçeklik asla göremeyiz. Yazık ki gerçeklik dediğimiz genellikle çok karışık, çok acımasız, çok da aldatıcı bir şeydir. Marazi unsurların kazananlar olması ise işten bile değildir. O yüzden ‘kader’, gerçekliğin belki de en doğru, en anlamlı ifadesi olabiliyor. İçerdeki ‘oyun’u ve müphemiyeti bize en insani şekilde ihsas ettirebiliyor. Karşımıza çıkıveren amansız bir hastalık, bir hal karşısında olduğu gibi bizi teskin edebilecek biricik tutamağımız haline gelmesi çok mümkün. Ancak bu tutamağın, kendimizi teskin etmek için çaresizce içtiğimiz bir ağrı kesici veya gerçekliği bizim çaresizliğimize göre şekillendiren bir ‘gözlük’ falan olmadığını fark edecek kadar bir zihinsel irtifayı da göstermek gerekmektedir. Bunun için daha genel, yukarıdan, hatta yaşadığımız zamanın daha dışından bakmayı başarmak icap eder.

Şimdiki zamanın esareti altındaki zihinler için bu sadece bir savunma stratejisi belki, ama yaşadığımız küresel pandemi öyle demiyor. Yolumuzu kesiyor ve esaretimizle ilgili bize bir şeyler söylüyor. Hepimize ama hepimize gerçekliğe olabildiğince yukarıdan bakmamız konusunda bizi uyarıyor. Geçmişte lut kavmi, nuh kavmi, firavunlar nasıl uyarıldıysa bizi de bugün -kimbilir- başka bir şekilde uyarıyor. Ne fertler ne de toplum ve insanlık olarak bu uyarının muhatabı olmadığımızı söyleyebiliyor muyuz peki? Bizi bu uyarının muhatabı olmaktan muaf kılacak kadar “şimdiki zaman”a batmamış, marazlarından acı çeken bir tarafımız kaldı mı acaba? Kazıdığımız her yerde yalanın ve bencilliğin şifreleriyle yüz yüze gelmeye devam ediyor, bunu toplumsal, siyasal, küresel bir vakıa haline getirmeyi içimize sindiriyorsak, bundan nemalanmak için her fırsatı kullanmaktan da geri kalmıyorsak uyarıyı hak eden feci bir durum içinde sayılmaz mıyız? “And olsun asra ki, bütün insanlar hüsran içindedir!” Buradaki asır, bütün insanlığı kapsayan küresel dünya gerçeğinin bir tekabüliyeti değil midir? Ulusal veya küresel olsun, tabulaştırdığımız değerler ve çıkarlarımız adına yol açtığımız yoksulluklar, ölümler, açlıklar ve bütün bunları bir günlük “seyir” malzemesi haline getiren biz insanlar, yukarıdan aşağıya her birimiz olan bitenlerden sorumlu değil miyiz? Madunlar ve mahpusları hariç tutarsak hani, masum olan kim var? Hepsinden önemlisi vücudumuzda/ruhumuzda dolaşan “büyük gerçek” ne? Yoksulluğu, açlığı, ölümüleri haklı kılabilecek büyük değerlerimiz nedir? Adalet, özgürlük ve refah kimlerin hakkıdır? Bu işler kimlerin umurundadır?

Virüslerin savaşı mı?

Görüyoruz ki, bu umursamaz dünyayı, korono adeta bütün acımasızlığı ve serseriliğiyle arkadan vurdu. Yaşadığımız zamanların üzerine koca bir kabus bulutu gibi ansız çöreklendi. Alışkanlıklarımıza, rehavetimize, şartlandığımız hayat tarzlarına dur dedi. Hiçbir şeyin baki olamayacağını bize bir başka lisan-ı halle hatırlatmış oldu. Bütün kusurlarıyla birlikte sistemin kurulu bir saat gibi işlediğini düşünmeye teşne olan bizler üzerindeki soğuk duş etkisini “korono sendromu” diyebileceğimiz sosyal ve bireysel bir psikolojiye evrilmiş şekliyle yaşamaya devam ediyoruz. Güvensizlik ve belirsizlik korkusu içinde evlerimize seve seve kapanıyoruz. Sokaktan, kötülükten, özgürlükten, belki hatta siyasetten geri adım atıyoruz. Devlete olan şükran hislerimiz büyük oranda artıyor. Şımarıklığımız, densizliklerimiz karşısında tam anlamıyla bir bastırmayı, bastırılmayı yaşıyoruz. Yaşamanın, dahası elimiz altındaki nimetlerin kıymetini bilmediğimiz için bir mahcubiyet duymaya başlıyor, özür dilemek istiyoruz. Devleti “büyük koruyucu” olarak başımızın tacı yapmak gerektiğini ister istemez idrak (?) ediyoruz. Kovid-19 virüsü, dünyayı özgürlük sarhoşluğuna sürükleyen liberalizmin virüsüne karşı insanlığa adeta hayvani bir homurtuyla karışık ayar veriyor: Haddini bil bre gafil, bre zavallı demeye getiriyor. “Sen bir zavallısın. Daha kötüsü olabileceğini, mutasyona uğramış tam bir ölüm canavarına dönüşebileceğimi de sakın unutmayasın!”

Kovid-19’a bunu söyleten birileri var mıdır, yoksa bu sünnetullahın yeni veya gizemli bir boyutu mudur, Allah bilir. Ama korona, sadece sıradan insanları veya tekil anlamıyla bireyleri değil, bizzat sistemi de arkadan vurmuş gibi gözüküyor. Gerçi konuşmak için henüz erken, ancak sürecin tahminlerden çok daha uzun sürmesi halinde, yapacağı sosyal ve ekonomik hasarın giderek radikalleşen bir sorgulamaya yol açması sanıyorum kaçınılmaz olacaktır. Hatta biraz negatif tarafından bakarak komplo teorilerini ciddiye alacak olduğumuzda, sistemsel bir değişikliğin sözkonusu olabilmesi için sürecin uzaması şart hale gelecektir. Bu iş zira sadece ticareti digital ağa taşımakla, sağlık sektörüne, bilime ve sosyal yardımlara daha fazla kaynak aktarmakla olacak bir şey değil. Gerek üretim gerekse tüketim biçimlerini değiştirme yönünde bir baskılamayı gerektiriyor. Daha açıkçası sermayenin ve/veya küresel sermayenin egemenliğine ve ideolojisine karşı devleti bütün alanlarda faal hale getirecek bir değişimle mukayyet niteliktedir. Ancak kabul edelim ki komplo girişimleri başladığı gibi gitmeyebilir, pekala başarısızlıklarla da sonuçlanabilir. O yüzden sonuçtan veya kimin işine yaradığından hareketle komplonun varlığına karar vermenin mantıksal bir geçerliliği yoktur.

Büyük duvar

Her ne olursa olsun, korona salgınından sonra her şeyin eskisi gibi devam etmesini sanıyorum beklememeli. Değişim evet ama, ne, nereye kadar? Sadece teknolojiyi hayatımızın merkezine daha fazla yerleştirmekten ibaret bir sürecin insanlığın son derece aleyhine sonuçlar vermesi hiç sürpriz olmamalı. Teknolojinin içerdiği “diktatörlük” potansiyeli bir yana, sosyal, siyasal anlamda çok hayırhah gelişmelere yol açabileceğini iyi kötü biliyoruz. Fakat teknolojiye bel bağlama kaderciliğine kendimizi kaptırmamakta fayda var. Toplumsal, siyasal, ekonomik sisteme ilişkin gerçek derdimiz nedir, bugün de yarın da bunu öncelikle sormak gerekiyor. Bir sistem krizi gerçekten olacak mıdır bilemiyoruz. Ama bu krizi doğuracak olan nihayetinde bizlerden başkası olmayacak. Ftili ateşleyecek olan biziz. Sistem içinde veya sisteme karşı bir “çıkış yolu” bulma derdi içindeki herkes için korona sendromu gayet tabii yeni bir imkan. Sistemin kazanan, müreffeh, güven içindeki unsurları bu değişimi zaten teknolojiyle sınırlı hale getirmekte hiçbir beis görmeyecek, bundan mutlu bile olacaklar. Oysa mesele bu kadar basit olmamalı, korona salgınıyla yaşadığımız tecrübeyi bu kadar ucuza getirmemeliyiz. Hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı bir gelecek ancak entelektüellerin ve halkın koyacağı insiyatif, alacağı tavırla mümkün. Bunun bir laf-ü güzaftan ibaret kalmaması için, söylemlerin içini hakkıyla doldurmak zorundayız. Ama nasıl? Yani ne? Buna, korona salgını sebebiyle yaşadığımız ontolojik ve toplumsal sendrom bize neyi gösteriyorsa o, diyerek biraz soyut, biraz ucu bucağı olmayan, dolayısıyla muğlakça bir cevap verip geçebiliriz belki. Sendromun doğasında böylesi açık uçlu bir yön gerçekten de var. Ancak, bu süreçte bütün açıklığıyla dibini gördüğümüz bir gerçeklik daha var: Tuzu kuru olanlarla olmayanlar arasındaki uçurum ne olsa kapanmıyor. Büyük duvar hiç yıkılmıyor.

Timsah gözyaşları

Korona, sisteme kısa devreler yaptırsa da son kertede ortaya çıkan büyük gerçeklik bu. Virüs, zengin yoksul, iyi kötü ayırmıyor; bir bakıma evet öyle. Ama bunun görünen, kaba, düz gerçekten ibaret olduğu da kabul edilmeli. Tuzu kuru olanlar kazanmasalar hatta nispi kayıplara maruz kalsalar bile, güvenlik ve refahlarını hiçbir şey olmamış gibi devam ettirmekte. Yüksek düzey gelir sahipleri, aynı zamanda sabit gelir garantisine sahip orta ve yüksek düzey maişet sahipleri sistemdeki fay kırılmaları karşısında bana mısın bile demeyecekler. En fazla yaşadıkları can korkusu, belki küçücük bazı fireler kendileri için kötü bir hatıra olarak kalacak. Yoksullar ve kaybedenler için döktükleri gözyaşı ise her zaman olduğu gibi timsah gözyaşlarından öteye geçmeyecek. Biz de buna sistem, hayatın gerçeği, belki hani kader deyip geçeceğiz. Düz ve kaba gerçekle dibini gördüğümüz bu büyük, zalim gerçeklik arasında başka katmanlar elbette var. Onu da “şimdiki zaman”ın nabzını tutacak bir kavrayış ve hassasiyetle mutlaka önemsemeli, konuşmalıyız. Fakat büyük gerçekliğe olan dikkatimizi kaybetmeden, duvarın iki tarafındaki karşıtlığın bir değer ve sistem sorunu olduğunu unutmadan. Bunu başardığımızda sistemin yumuşak karnını ele geçirmiş olacağız.

[email protected]