Koronavirüs deneyiminin gerçekten insanlığa hatırlattığı bir şey var mı? 'İnsan insanın insanıdır'

Doç. Dr. Bengül Güngörmez / Bursa Uludağ Üniversitesi Sosyoloji Bölümü
17.04.2020

Koronavirüs hadisesi bize en çok Batı bireyi hakkında fikir verdi. İspanya'da terk edilmiş huzur evlerinde kalan yaşlılar yataklarında ölü bulundu. Fransa Sağlık Bakanı: “Yaşlı bakım evlerinde 3 bin 200 yaşlının koronavirüs nedeniyle kaybedildiğini tahmin ediyoruz” dedi. Bu trajik duruma ne denebilir? Hıristiyan ahlakla mı, Kant etiği ile mi ne ile açıklanacak bu durum?


Koronavirüs deneyiminin gerçekten insanlığa hatırlattığı bir şey var mı? 'İnsan insanın insanıdır'

Şaheserlerin, klasiklerin modası geçmez, bize her daim anlatacak bir şeyleri vardır. İç derinliğimize, manevi dünyamıza hitap eden şaheserler özellikle böyledir. Kimi zaman bizi büyülerler. Klasiklerin dönüp dönüp okunabilmesi bu yüzdendir. Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük yönetmenlerinden Tarkovski’nin, Solaris adlı şaheseri de bu koronavirüs günlerinde bizi tekrar tekrar düşündürebilecek cinsten özgün bir eser.

İnsanın bir başınalığı

Herhalde modern Batı’da insanın bir başınalığı ve yalnızlığını, insanın iradesinin ve gücünün sınırlarını ondan daha iyi anlatan çok az film vardır. Stanislav Lem’in Solaris adlı eserinden esinlenerek yaptığı bu filmde Tarkovski, romanı birebir senaryoya uyarlamadığı gibi, kendi felsefi ve mistik yönelimini de filme yansıtmıştır. Gösteriminden sonra hararetli tartışmalara sebep olan filmin politik bir iddiası olduğu ileri sürülmüştür. Rusya’nın, teknoloji ve silahlanma yarışında Amerika’ya ve Kubrick’in 2001 adlı filmine verdiği cevap olarak görülmüştür. Filmin konusundan kısaca bahsetmek gerekirse, Solaris adı verilen tuhaf bir gezegendeki uzay üssünde bir araştırma yapılmaktadır. Ancak üç kişinin görev yaptığı üste neler olduğu bilinmediği için orada neler olduğunu öğrenmek ve gerekiyorsa araştırmayı sonlandırmak üzere başka bir araştırmacı – psikolog Kris Kelvin - üsse gitmek üzere görevlendirilir. Üsse giden bu araştırmacı hiç düşünmediği bir ortamla karşılaşır. Solaris adlı gezegen, aslında bilinci olan bir gezegendir ve istediğinde insanların zihinlerine sızarak onlara hayatları boyunca normalde hiç göremeyecekleri kişileri göstermektedir.

Vicdanla baş başa

Üsse gönderilen bu araştırmacının da zihnine sızan Solaris onu yıllar önce ölmüş olan karısıyla karşılaştırır. Üsse gitmeden önce kendisinden önce giden kişiyle konuşurken oldukça rasyonel, pozitivist açıklamalar yapan araştırmacı üste kendi geçmişiyle karşılaştığında kendisini aynı zamanda hayatını sorgularken bulur ancak bu sorgulama ağır bir psikolojik bedelle mümkündür. Araştırmacının döndüğünde de gezegen hakkında rasyonel bir açıklama yapması beklenmektedir. Ancak gizemli ve mistik olaylar böyle bir açıklama yapmasına izin vermez. İnsan uzaya da gitse, dünyanın en rasyonel kişisi de olsa yalnız kalabilir, vicdanıyla baş başa olabilir ve sonsuz bir sorgulama içerisine girerek gerekli rasyonel cevapları bulmayı başaramayabilir.

Bir gizemle karşı karşıya kalabilir. Ve filmin anlattığı gibi, “İnsanlık kurtuluşunu utancında bulacak! İnsanın insana ihtiyacı var.” Uzaya kadar gidip gezegenlerde bir canlılık izi, hayat işaret arayan insanoğlu için Afrika’da açlıktan ölen canlılar önemsiz, Afrika’yı geçelim o, yanı başındaki komşusundan habersizdir. Hakbuki Blaise Pascal’ın sözleriyle söylersek, “kalbin kendine has nedenleri vardır, aklın hiç bilmediği.” (Risaleler) En yüksek teknolojiyle donatılmış olarak uzaya da gitsen, insana lazım olan her zaman insandır.

ABD ve Rusya bilim adamlarıyla uzaya gitmektedir. Batı ülkelerinin sokakları tertemiz, asfaltları çatlaksız ve parlak, fert başına düşen geliri yüksek, evleri ışıltılı ve güzeldir. Sosyal güvenceler, işsizlik sigortası öve öve bitirilemez. Refah seviyesi yüksektir. Sözde insana verilen değer de ama insan yoktur. Büyük harfle yazılmış İnsan varken küçük harfle yazılan “insan” yoktur. Koronavirüs hadisesi bize en çok Batı bireyi hakkında fikir verdi. Bu birey, yalnız, egoist ve kendi çıkarlarına düşkün ve sevgisiz bir bireydir. Bazı sosyolojik veriler bu konuda aydınlatıcı: Fransa Sağlık Bakanı’nın açıklaması: “Yaşlı bakım evlerinde 3200 yaşlının koronavirüs nedeniyle kaybedildiğini tahmin ediyoruz” . “İspanya’da terk edilmiş huzur evlerinde kalan yaşlılar yataklarında ölü bulundu. Koronavirüs salgınından en çok etkilenen Avrupa ülkelerinden birisi olan İspanya’da askerler terk edilmiş huzurevlerine girdi ve yaşlı kişilerin cesetlerini yataklarında buldu… Huzur evlerinde koronavirüs tespit edilmesinden sonra çalışanların ailelere haber vermeden tesisleri terk ettiği açıklandı.” ABD’deki yaşlıların durumunu bilmiyoruz bile. Orada ne olduğun bile anlaşılamadığı düzeyde bir felaketle karşı karşıya Amerikan halkı. Bildiğimiz tek şey, gelir durumu düşük ve sağlık sigortası olmayan Latin Amerikalıların ve siyahların ölüm oranlarının daha yüksek olduğu. Almanya, İtalya, Belçika gibi ülkelerde de huzur evindeki ölümler oldukça yüksek sayıya ulaşmış durumda. The Guardian’ın bildirdiğine göre İngiltere’de huzur evlerinde yaklaşık bin kişinin öldüğü fakat kayıtlara bile geçirilmediği söyleniyor. Burada asıl dikkati çeken yaşlıların ikinci kez terk edilişi. Aileleri tarafından huzur evine terk edilen yaşlılar, ikinci kez huzur evi görevlileri tarafından terk ediliyor. Bu trajik duruma ne denebilir? Hıristiyan ahlakla mı, Kant etiği ile mi ne ile açıklanacak bu durum?

Kuşaklar arası sözleşme

Kendi tarihini ve kültürünü bir külfet, bir yük olarak gören, ondan hızla kurtulmak isteyen ve Batı’ya büyük hayranlık duyan bizdeki yabancılaşmış kitlenin yaşamak istediği ülkeler buralar. ABD, Almanya, Hollanda, İngiltere, İsviçre? Nerede yaşamak istersiniz? Siz ‘az gelişmişler’ hangi ülke gibi olmak istiyorsunuz? Doktora bursumla bir süre Almanya’da yaşadım. Münih gibi büyük bir kentte üstelik. Komşum kapımı sadece televizyonumun sesi yüksek diye çalmış ve beni polise şikâyet edeceğini söylemiştir. Ben oradayken “komşularının ölümünden bile haberi olmayan Almanlar” en bilindik hikâyelerdi. Bir adamın cesedi bir sene sonra kemiklere dönüşmüş halde bulunabiliyormuş mesela. En çok da Münih’e topu topu beş altı km uzaklıktaki toplama kampında Yahudilere ne olduğunu bilmiyorlarmış. (!) Üzerlerine kül yağmış gökten ama anlamamışlar ne olduğunu. Vs. vs. Açıkçası bu hikâyeleri dinlemeye tahammül bile edemediğimi söylemeliyim. Alman düşünür Jürgen Habermas’ın “özneler arasılık” üzerinde ısrarla durması Alman halkını düşündüğümüzde hiç de şaşırtıcı gelmez bana. Habermas olmayan bir şeyin tantanasını yapıp duruyor.

Toplum yalnızca tek tek bireylerden oluşmaz, Fransız sosyolog Emile Durkheim’ın dediği gibi bireylerin toplamından daha fazla bir şeydir. Toplum bireyler arası sözde bir sözleşmenin ürünü de değildir. Bu Jean Jacques Rousseau’nun modern Batı toplumları için yarattığı seküler mitiydi. Çifte terk ediliş yaşayan, yapayalnız ve trajik bir şekilde ölen yaşlılar belki de bu mitin sembolüdür. Yaşlılar sözleşmeye sadece yasa ile bağlıdır fakat yasa her şeyi halledecek büyülü bir araç mıdır? Hâlbuki İngiliz muhafazakar düşünür Edmund Burke’e göre toplum bireyler arası değil, kuşaklar arası bir sözleşmedir. “Sözleşme” der Burke, bütün bilimlerde, sanatlarda, erdemlerde ve mükemmellikte ortaklıktır. Bu tür bir ortaklığın neticesine birçok kuşak boyunca ulaşılmayacağından o sözleşme yalnız yaşayanların değil, fakat yaşayanlar, ölüler ve doğacak olanlar arasındaki bir ortaklıktır.” (Burke Edmund, Reflections on the Revolution in France, Select Works of Edmund Burke, Liberty Fund, Indianapolis, 1992, s.193) Burke’e göre, bir toplumun sağlıklı olabilmesi bu yaşayanlarla ölmüş olanlar ve doğacak olanlar arasındaki bu ortaklığa bağlıdır. Yaşlılarına saygı göstermeyen, onları koruyup kollamayan bir toplum egoist ve hasta ruhlu bir toplumdur. Önceki kuşakların tecrübelerine kulak asmayan, onları görmezden gelen yeni nesiller, önce içinde yaşadıkları topluma sonra da kendilerine yabancılaşırlar. Önceki tecrübelerden yoksun kalmak yaratıcılığı da zayıflatır. Geleneğe dayanmadan yeni ortaya çıkamaz. Boşlukta sıçrayamazsınız. Hiçbir şey boşluktan, hiçbir yaratıcılık boşluktan doğmaz. Yeni, geleneği eleştirse de en azından eleştirebilmek için ona dayanmak zorundadır. Bu bakımdan en büyük gelenek dil geleneğidir. Heidegger’in söylediği gibi, “dil varlığın evidir”.

Etik bağı

Burke’ün tarifi bizim gibi toplumlar için daha makbuldür. Çünkü biz hayatta kalanlar geçmişimizdeki ölülerimize Fatihalar okuruz ve onları kıyamete kadar sahipleniriz. Lokmamızı döktürürüz. Çocuğumuz olmasını istediğimizde Allah’tan bize hayırlı bir evlat vermesini dileriz. Türbeleri, şehitlerimizi gezer onlara çokça dua ederiz. Ölmüşlerimizle ve gelecek kuşaklarla ilişkimiz etik bir ilişkidir, yalnızca ekonomik ve sosyal bir ilişki değil. Hukukla birbirine bağlanmış bireylerden müteşekkil bir toplumu yıkmak, etik bağlarla bağlı bir toplumu yıkmaktan, çok daha kolaydır. Cahit Zarifoğlu’nun Bir Değirmendir Bu Dünya’daki şu deyişi bize bunu çok iyi ifade eder: ”emperyalizm bu yüzden Müslümansız hükümet operasyonuna gerek duymuştur.”

Devlet hakkında en önemli metinlerden birisini kaleme alan İngiliz filozof Thomas Hobbes, modern politik teoriyi perçinleyen eseri Leviathan’da “İnsan insanın kurdudur” demişti. Alman politika filozofu Carl Schmitt ise daha ilginç bir şey söylüyor: “İnsan insanın insanıdır”. “Schmitt’in iktidarla ilgili temel tezi şudur: insan insanın ne kurdudur ne de Tanrısıdır, insan insanın insanıdır. Homo homini homo. İnsan, doğası gereği zayıf bir varlık olduğundan tüm iktidar “uygulaması”nı kendi gücünün bir genişlemesi olarak ele almaktadır. Bu genişleme “imhacı” tekniğin ilerlemesi ile daha da artımıştır.” (akt. Kardeş Ertan, Schmitt’le Birlikte Schmitt’e Karşı, Politik Felsefe Açısından Carl Schmitt ve Düşüncesi, İletişim Yayınları, İstanbul, 2015, s.40 .) Schmitt “insan insanın insanıdır” sözünü her ne kadar insanın gücü iktidarla ilişkisi konteksinde ele alsa da ben bu sözü tersinden okumak istiyorum. Etik ve sosyal ilişkiler açısından bu sözü kullanarak insanın her zaman insana olan ihtiyacı şeklinde ve Schmittçilerin kabul etmeyeceği bir tarzda yeniden ifade etmek isterim. Şansımız varsa ve erkenden veda etmezsek bir gün hepimiz yaşlı insanlar olacağız. Bir yaşlı olarak çocuğumuzun bize tahammül etmesini bekleyeceğiz tıpkı bizim anne ve babamıza, dede ve ninemize davrandığımız gibi. Dedesini ve ninesini tanımadan büyüyen bir çocuk eksiktir. Yaşlıların saygı görmediği bir dünya bilgi, kadim tecrübe ve hikmetten yoksundur. Her şey kâr, verim, rasyonalite ve istatistikle ölçülemez. Kardeşlik, dostluk, arkadaşlık, samimiyet, içtenlik, empati, sempati, sevgi, saygı, diğerkamlık, yardımseverlik gibi ölçüye vuramadığımız duygular, değerler vardır ve bu değerler kuşaktan kuşağa, yaşlılar tarafından gençlere aktüel olarak aktarılan kadim tecrübeyle somutlaşır.

Batı’daki refah seviyesi yüksek ülkelerin yüksek ölüm oranları sadece sağlık hizmetlerinin yetersizliğine, yöneticilerin basiretsizliğine bağlanamaz. Yukarıda yazdıklarım ve bir de “Albatros’un kanı” var. İnsan gerçekten merak ediyor. Peki Albatrosun kanını kim temizleyecek? Gençler yaşlı gemiciyi artık dinlemeye başlayacaklar mı? Ve ruhun şad olsun büyük şair Coleridge! İnsanlığa söyleyecek daha ne çok şeyin var!

[email protected]