'Kötü müttefik' yeni paradigma

Prof. Dr. Birol Akgün / SDE Başkanı
16.04.2016

Denebilir ki kötü müttefikler Türkiye dahil Müslüman ülkeleri ortak tehditlere karşı stratejik işbirliğine yöneltti. Bu işbirliği bölgedeki barış ve istikrara katkı sağlayacağı gibi, küresel güçleri, bölgeye yönelik hesaplarını yeniden gözden geçirmeye itecektir. Bu gelişmeler, bölgenin küresel sisteme bakış açısını da dış politika paradigmalarını da yeniden tanımlayacak kadar önemlidir.


'Kötü müttefik' yeni paradigma

Türkiye geçen yıl yapılan 7 Haziran seçimleri sonrasında içeride ve dışarıda son asrın en bunalımlı dönemlerinden birini yaşamaya başladı. Bir yandan Suriye’de derinleşen çatışma ve kriz Türkiye’nin güvenliğini tehdit ederken, diğer yandan içeride hükümet krizi ve yeniden nükseden PKK’nın kör şiddetiyle karşı karşıya kaldı. Bazı ABD’li uzmanlar PKK’nın şehir merkezlerinde biriktirdiği silah ve patlayıcıları dikkate alarak Türkiye’nin içerdeki devlet otoritesini yeniden temin edebilmek için binlerce şehit vermek zorunda kalacağını söylüyordu. Müzakere sürecini bitiren PKK, Suriye kolu PYD’nin kurmuş olduğu kantonlardaki askeri varlığından da cesaret alarak artık özyönetimin silahla korunacağı yeni safhaya geçtiğini iddia ediyor; bölge halkını silah zoruyla sokağa dökmeye çalışıyordu. Türkiye’nin Rusya ile yaşadığı kriz sonrasında Ankara’nın stratejik manevra alanının daraldığını hesaplayan ABD, Türkiye’nin bütün uyarılarına rağmen PYD’yi (ve dolayısıyla PKK’yı) açıktan desteklemeye devam edeceğini söylüyordu. Rusya ile anlaşan ABD, Suriye’nin geleceğini Türkiye ve S. Arabistan gibi ılımlı muhalefeti destekleyen ülkeleri saf dışı bırakarak çözebileceğine inanmıştı.

Obama’nın itirafı

Oysa son haftalarda hem PKK’dan hem de ABD yönetiminden ilginç mesajlar gelmeye başladı. ABD’nin Ankara büyükelçisi John Bass, “Türkiye’deki terör saldırılarından ve şiddetten üzüntü duyduklarını, terörle mücadele konusunda Türk hükümetine çok güçlü destek verdiklerini” söylerken; “PKK’yı şiddet kampanyasına son vermeye, silahlarını bırakmaya, meşru müzakereyi kabul etmeye çağırıyoruz” mesajını veriyordu. HDP lideri Demirtaş’ın Nevruz konuşmasındaki müzakereye dönüş sinyaline, son günlerde “Masa kurulsun ABD arabulucu olsun” çağrısı eklendi. Bunlara karşılık Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ağzından “PKK terörüyle mücadeleye sonuna kadar devam” cevabı geldi ve ABD gezisi sırasında ifade edildiği üzere, Türkiye ABD’ye PKK (PYD) ve DAEŞ’e yönelik ortak mücadele teklifi getirdi. Aslına bakılırsa ABD’nin Suriye konusunda kafası oldukça karışık görünüyor. Bunu en iyi tespit edenler ABD’nin şahin kanadını temsil eden Cumhuriyetçiler oldu. O kadar ki, 2016 Amerikan başkanlık seçimlerinde Cumhuriyetçi adaylar Demokrat Parti adaylarını Obama’nın dış politikadaki başarısızlıkları üzerinden vuruyor. İlginçtir ki Obama da özellikle Arap Baharı sürecinde Ortadoğu’daki gelişmeleri doğru yönetemediklerini açıktan itiraf etti.

Bu yanlış yönetimin içine aslında Türkiye ile ilişkileri belki de en başa koyması gerekiyor Obama’nın. Zira Obama yönetimindeki ABD, Türkiye gibi 70 yıllık müttefiki olan güvenilir bir ortağını tüm güvenlik kaygılarını göz ardı ederek PYD gibi içeride ve dışarıda hiçbir meşru temeli olmayan bir grubun yanında yer almayı seçti. ABD’nin bu tercihinin kendisi açısından nedeni ne olursa olsun, Türkiye’deki siyaset ve güvenlik elitleri ile geniş halk kitleleri üzerinde kalıcı etkiler bırakacağında şüphe yok. Denilebilir ki, Obama yönetiminin Suriye krizini yönetmedeki başarısızlığı, bir süper güç olan ABD’nin dış politikası, stratejik aklı ve yönetim anlayışına yönelik güvenini derinden sarsmıştır. Daha 10 yıl önce tartışmasız dünya lideri olan ABD, artık uluslararası politikada Rusya’nın oyun kuruculuğuna teslim olmuş, iradesi zaafa uğramış, küresel vizyonunu kaybetmiş, hata üstüne hata yapmaya devam ederek kendi çöküşünü hızlandıran bir defansif güce dönüşmüş durumda. ABD’nin eski düşmanları İran ve Küba ile barışmayı seçmesi bile Washington’a olan güveni artırmış gözükmüyor.

Sebep kötü müttefikler...

İslam dünyası açısından Obama’nın 2009’da yaptığı Kahire konuşmasının yarattığı yüksek beklentiler ve ümitler zamanla derin bir hayal kırıklığına ve hatta kızgınlığa dönüştü. İran ile anlaşma yoluna giderken, Bölgedeki geleneksel müttefikleri (S. Arabistan, Türkiye ve hatta İsrail) ile arası bozuldu. Özellikle İslam ülkeleri ABD’ye duydukları güvensizlik ve bölgede artan terör (PKK, DAEŞ vb) gibi tehditler nedeniyle son yüzyılda ilk kez kendi aralarında askeri dayanışmayı artıracak etkin mekanizmalar kurmaya başladı. İlk kez 34 ülkeden 300 bin asker kendi bayrakları altında ama İslam coğrafyasına yönelik tehditleri bertaraf etmek için ortak askeri tatbikat yaptı. İslam İşbirliği Teşkilatı’nın İstanbul zirvesinde bu stratejik yakınlaşmayı destekleyen açıklamalar yapılırken, ortak polis teşkilatı gibi kurumların oluşumuna yönelik somut kararlar da alındı. Denebilir ki kötü müttefikler Türkiye dahil Müslüman ülkeleri ortak tehditlere karşı stratejik işbirliğine itti. Dışarıdan nasıl okunursa okunsun Müslüman ülkelerin işbirliği bölgedeki barış ve istikrara katkı sağlayacağı gibi, ABD ve Rusya gibi küresel güçleri, bölgeye yönelik hesaplarını yeniden gözden geçirmeye itecektir. Bu gelişmeler bölgenin küresel sisteme yönelik bakış açısını da bölgedeki devletlerin dış politika paradigmalarını da yeniden tanımlayacak kadar önemlidir.

Neden müzakere talep ediyorlar?

Şüphesiz bölge ülkelerinin küresel sistemdeki yerinin yeniden tanımlanmasında Türkiye gibi güçlü bir ülkenin ve bu güce yön veren güçlü bir siyasi iradenin etkisi inkar edilemez. Özellikle ABD’nin ve PKK’nın son zamanlarda şiddetin sona ermesi ve müzakerelerin yeniden başlatılması gerektiğine ilişkin açıklamalarını, Ankara’nın son sekiz ayda içeriden ve dışarıdan gelen kuşatma projelerine karşı askeri ve siviliyle gösterdiği ciddi direncin bir sonucu olarak görmek gerekir. Hatırlanacağı üzere 7 Haziran seçimleri ile tek partiye hükümet kurma imkanı vermeyen bir siyasi tablo ortaya çıktığında Türkiye’nin yeniden 1990’lardaki anarşi, terör ve istikrarsızlık ortamına sürükleneceği ve dış politikada da son 10 yıldaki kazanımlarını kaybederek içine kapanacağı ve kendi iç sorunlarıyla meşgul olacağı konuşulmaya başlanmıştı. Hatta PKK terörünün yeniden azması ve Ankara’da bombaların patlamasıyla bazı yabancı basın organlarında “Türkiye Ortadoğu’daki yeni ‘başarısız devlet’ olacak” şeklinde başlıklar atılmıştı. Ama öyle olmadı; asker, polis ve siyasilerin güçlü duruşu bu beklentileri suya düşürdü. Türkiye’yi fabrika ayarlarına döndürme senaryosu çöktü. Kısaca “Gezi Koalisyonu” diyebileceğimiz ve içinde Türk solunun neredeyse her renginin, paralel yapı mensuplarının ve nihayet PKK’nın yer aldığı ve bazı dış aktörlerin istihbarat ve medya kuruluşlarının da destek verdiği cephe, tüm gayretlere rağmen başarısız oldu. Kılıçdaroğlu’nun Türkiye’de son 10 yılda yazılan hikayeyi bilgisayarın undo tuşuna basıp eski tabirle ke-enlem yekün (hiç olmamış gibi) hale getirmek ve koalisyon görüşmeleri sırasında açıkça dile getirdiği restorasyon yapma projesi tutmadı. Türk halkı ve kritik aktörler istikrar içinde değişimden ve demokrasiden yana tavır aldı. HDP başta olmak üzere Türkiye’deki bazı muhalefetin cinnet haline dönüşen hezeyanları bu başarısızlıktan kaynaklanıyor.  Masaya dönüş arayışının arkasında sönen ümitler yatıyor.

Bugün şehirlerimizdeki terör tehdidine, siyasi anlamı kalmamış kör şiddetin dozunu artıran PKK’ya ve dışarıdan gelen baskılara rağmen Türkiye yoluna devam ediyor. Zor şartlara rağmen ekonomi yüzde 4’lerde büyüyor. Güvenlik güçlerimiz şehir eksenli yeni terör dalgasını kırmada önemli başarılar elde ediyor. AB ve ABD gibi ülkeler isteseler de istemeseler de bölgesinde siyasi ve ekonomik istikrarın anahtarı olan Türkiye ve onun seçilmiş yöneticileri ile işbirliği yapmak zorunda kalıyor. Bunun arkasında Türkiye’nin maddi ve manevi unsurlarıyla tüm gücü yatıyor. Ne asker sivil ilişkileri konusunda ne de Türkiye’nin uluslararası alandaki gücü ve etkinliği hakkında kimsenin tereddüde düşmesine gerek yoktur. Türkiye demokratik zeminde her sorununu çözmeye devam edecek bilince ve iradeye sahiptir. Türküyle Kürt’üyle Anadolu insanın irfanı, basireti ve dinamizmi bu ülkenin aydınlık geleceğinin teminatıdır. Yeter ki hariçten gazel okuyanlara karşı bu toplumsal gücümüze güvenmeye devam edelim.

(Prof. Dr. Birol Akgün / SDE Başkanı& Yıldırım Beyazıt Ün. Öğr. Üyesi) [email protected]