Kozmos ile sohbet vakti

Prof. Dr. Mazhar Bağlı / KTO Karatay Üniversitesi
16.04.2022

Bütün alemin bir parçası olmaktan kopan insanın yaşama gayesi değişir, coşkusu kaybolur. Her Ramazan bizi tekrar o atmosfere dahil eder ve ölmek üzere olan yaşama coşkusu yeniden canlanır.


Kozmos ile sohbet vakti

İslam düşüncesine göre fiziki dünya, Allah'ın varlığına işaret eden ve O'nun sıfatlarını ispat eden bir göstergeler sistemidir: Kur'an-ı Kerim kosmosun tüm unsurlarını Allah'ın varlığına ve sıfatlarına işaret eden göstergeler/ayetler olarak takdim eder ve inananlara da görünür olan alemden görülmeyen gayb âlemine doğru bir kavrayış sahibi olmasını ister. Zaten imanı değerli ve görünür kılan en kritik eşik de burasıdır, gayba imandır. Muttakilerin en büyük özelliğidir gayba inanmak. Zira ancak bu teslimiyet ve inanma bizi kosmosun yapısının kavranmasına götürecektir bu da marifetullahtır.

Marifetullah ise varlığın ilahi özüne dokunma becerisidir.

Evren ile kurulan diyalog

Her bir varlık aleminde O'nur iz düşümünü görebilmektir. Bundan dolayı da Kelam-ı Kadim'de ehli hikmet olan, arif olan ve ilimde derinleşmiş olan kişilere çok özel bir yer verilmiştir. Çünkü bunlar bize evren ile nasıl bir diyalog içinde olacağımızı gösteren rehberlerdir. Onun dilini biliyorlar ve bize de öğretiyorlar. Fakat burada ki rehberlik ve öğretim, sandığımız gibi toplu bir formasyon değildir, tamamen kişiye özeldir. Her bir şahsiyete özel olan bir dilden bahsediyorum. Burada dikkatleri çekmek isterim ki bu dil evrendeki kişi sayısı kadardır. Benim konuşacağım dil ile senin konuşacağın dil aynı değildir. Ki insanlık alemindeki her bir kabileye bahşedilen dillerin bir benzeri özgün ve mahrem olan birisi de aynı zamanda herbir kişiye özel olarak buyurulmuştur. Hz Mevlana'nın da işaret ettiği gibi söylediklerin, muhatabının anlayabildiği kadardır senin söylediklerin değildir. Zira sen her daim daha fazlasını söylüyorsun muhatabına. Kelimeler kifayetsiz kalıyor bazen insan için ama içindeki bilgi coşkusu hep gürül gürül akmaya devam eder.

Kişiye özgü dil

Bireyin kendine özgü bir dil geliştirme, evrene kendi diliyle hitap etme ve anlama potansiyeli insanın ruhundaki en karmaşık alanlardan birisidir. Psikiyatriden tutun tebabete, inanmaktan estetiğe kadar pek çok alanın kapsadığı bir konudur. Antik dönemlerden bu yana klişe bir ifade ile dillendirilen insanın konuşan bir canlı/hayvan olması da bu donanıma matuftur. Batı dünyası kişinin bu özgün bir dil sahibi olma potansiyelini ilahlaşma istidadına dönüştürdü ve toplum atomize olmuş bireyselleşmeyi kutsayan bir sosyolojiye doğru evrildi. Ki Babil kulesinin inşa edilmesi hikayesi de zaten bu ilahlaşma isteğinin bir sonucu olduğu rivayet edilir. Alemdeki her bir varlık ile kendi iç sesi veya özgün dili ile hitap edebilme imkanı insanın içindeki kibrin önünü de açtı aynı zamanda. Bilmeye çalıştığı evrenin sırlarına vakıf olunca onun hikmeti karşısında acizliğini görmek yerine böbürlenmeye başladı. Artık hiç kimseye ve hiçbir şeye ihtiyacının olmadığını ilan etmenin vakti gelmişti ve nihayet Batı felsefesi, Doğu blokunun çökmesi ile insanlığın siyasal, sosyal ve dini sistem arayışlarının sona erdiğini, tarihin son bulduğunu söylemişti. Onlara göre varılan bu menzil insanın toplumsal doğal evriminin varacağı nihai (mükemmel olan) noktadır. İnsan-ı kamil kendisini aşmış olandır. Yani Tanrı'ya ihtiyacı kalmayandır.

Oysa İslam inancında kâmil insan, içindeki tanrılaşma istidadını frenleyebilen "pehlivandır." Bireyin içindeki bu öfkeyi ve kibri engelleyecek olan ise yukarda bahsettiğim mârifetullahtır. Yani kişinin "varlık" ve "zaman" ile girdiği sağlıklı diyalogdur. Ki kişisel olarak bana göre insanın en çarpıcı diyaloğu ise "zaman" ile olanıdır.

Zaten Kur'an-ı Kerim de insanın "zaman" ile deruni bir iletişim içinde olmasını emreder. İşte bu anlayışın en açık görüldüğü dönem ise Ramazan ayıdır. Denilebilir ki oruç, insanın önce kendi iradesi ile zamana hitap etmesi ve daha sonra da dili ile onunla sohbet etmesi veya seslenmesidir.

Ramazan'ın bereketi ve hikmeti üzerine söyleyecek çok söz vardır muhakkak ve ne söylenirse söylensin onun manevi iklimini anlatmaya yetmez biliyorum. Dahası az önce bahsettiğim Batı'nın idealize ettiği "özgür birey" felsefesinin bütün dünyayı son sürat dünyevileştirdiği ve dini ibadetlerin içinin boşaldığı bir zamanda onun kıymetinin de paha biçilemez olduğunun farkındayım. Ancak ibadetlerin içi boşalmış birer ritüele döndüğü bir dünyada bu yozlaşamaya karşı hala en büyük direnme odağı olan Ramazan'ın değerini nasıl ifade edersek edelim hep bir eksiklik kalacaktır.

Bütün bunların ötesinde Ramazan bizim evrenle olan iletişimimizin dile geldiği bir cezbe halidir adeta. Ki bu durumu somutlaştıran en önemli konu başlıklarından birisi de Osmanlı İslam geleneğinde ki mahyalardır ve oralardaki ifadelerdir.

Bilindiği gibi mahya, Mescid-i Haram'daki Ramazan ayında ve özel günlerde yakılan kandillerden ilhamla Osmanlı döneminde gelişmiş bir adettir. Mahyalarda ki ifadelere dikkat edildiğinde kanlı canlı bir muhatapla konuşulduğuna şahit oluruz. Tut bizi ey oruç! Hoş Geldin ya şehr-i Ramazan, el veda ya Ramazan gibi ifadeler Müslümanların alem/evren ile kurduğu ilişkinin iletişimsel boyutuna işaret eder. Ki bazı mahyalarda lale, gül ve boru çiçeği gibi motiflerin varlığını da bu çerçevede okumak gerekir kanaatimce. Özlemle beklediğin birisinin teşrifinde ona arz edilen bir armağan gibidirler. Ramazan'ı gül ile karşılayıp şeker ile uğurlamanın sembolik bir anlamının olmadığını kim söyleyebilir?

Rivayete göre Bursa'nın manevi büyüklerinden Muhammed Üftade, dervişleri ve talebeleri ile birlikte bir kır gezisine çıkar ve onlara çevreden çiçek dermelerini ister. Onlar da topladıkları çiçekleri desteler halinde ona sunarlar. Ancak Aziz Mahmud Hüdayi elinde kuru bir dal ile ona gelir. Ve mahcup bir eda ile efendim biliyorum siz her şeyin en güzeline layıksınız ancak ben hangi canlı çiçeğin yanına vardıysam Allah'ı zikrettiğini gördüm ve koparmaya elim varmadı ben de ancak bunu getirebildim dediği rivayet edilir. Bu kıssadan bize düşen hisse insanın tabiat ile evren ile zaman ile ve dahi tabiat ile ve dahi tabiattaki olaylar ile konuşabildiği, iletişim kurduğudur.

Nil'e mektup

Hz. Ömer Mısır'ın fethinden sonra Amr bin As'ı oraya vali olarak atar. Bundan önce Mısırlılar, nehrin bereket sunmaya devam etmesi için her sene genç ve güzel bir kızı, Nil tanrısına kurban etmek için çok çeşitli ziynet eşyaları ile süsleyip büyük bir şölenle nehre bırakırlardı. Genç kızı diri diri Nil nehrine atarken onun bereketle taşıyacağına inanırlardı. Ancak yeni Vali Amr bin As bu uygulamayı yasakladı. Gel gör ki, o sene Nil beklendiği gibi bereket taşıyacak bir debiye kavuşmadı. Halk endişelenmeye, mırıldanmaya başladı ve gelip ondan eski uygulamaya dönmek için izin istediler. Bunun üzerine o da durumu detaylı olarak anlattığı bir mektup gönderdi halifeye. Halife Ömer cevabını ulağın eline verirken "Bu zarfta Nil'e hitaben bir mektup var, mektubu alıcısına iletsin vali" der. Nil'e hitaben yazdığı mektupta ise: "Ey Nil! Eğer kendi iradenle kabarıyorsan, bil ki sana ihtiyacım yok! Bilakis eğer seni taşıran Allah ise, Allah'tan seni taşırmasını niyaz ediyorum." diye yazmıştı.

'Emret, yerine getireyim'

Hz. Peygamber, mezarlıklardan geçerken orada yatanlara selam verilmesini buyurmuştur. Ölülerle dahi kanlı canlı birer varlık gibi sohbet edilmesini emretmiştir.

Ve nihayet müminler Hacca gittiklerinde Allah'u Teâlâ'nın kutlu çağrısına uyduklarını gür bir sesle ve karşılıklı bir diyalog atmosferinde haykırırlar. "Allah'ım! Senin emrine uydum ve davetine icabet ettim. İmanımla birlikte sana teslim oldum. Sen Rabbimsin. Sen emret, aciz bir kulun olarak emrini yerine getireyim..."

İnsan bu alemde hep bir arayış ve devinim içindedir. Umulur ki anlık da olsa ya çağrının muhatabı o nidamıza aksi seda eder ya da biz o atmosferin içine dahil oluruz. Bu iklime ve ana en yakın olduğumuz zamandır Ramazan. Bundan dolayı da Ramazan ayında, o vaktin kadrini bilme adına oruçluyken ona seslendiğimizde hitabımıza bir aksi sedanın verileceğini diğer zamanlardan görece daha çok umarız ama en çok da iftara az bir zaman kalmışken bunu bekleriz. Zira iftar sofrasının başında bekleyen müminlerin riyasız ibadetleri melekleri bile kıskandıracak kadar değerlidir.

Son olarak denilebilir ki insanın evrenle kurduğu ya da kuracağı iletişim atmosferinden uzaklaştıran en büyük faktör dünyevileşmektir: Dini ibadetlerin ritüel olarak devam etmesi ama manevi içeriğinin buharlaşmasıdır. Bu risk aynı zamanda dini kavramlar için de geçerlidir. Nitekim büyük usta İmam-ı Gazali'nin de en büyük endişesi dini kavramların içinin boşalma durumudur. İhya-u Ulumiddin'i yazmasının nedeni de buydu zaten. Bir başka ifade ile bizim din ile girdiğimiz diyalogda birbirimizi doğru anlayabilelim istemişti. Aksi halde evreni, hayatı ve kendimizi dahi anlayamayacak bir girdabın içine sürükleniriz. Bütün alemin bir parçası olmaktan kopan insanın yaşama gayesi değişir coşkusu kaybolur. Her Ramazan bizi tekrar o atmosfere dahil eder ve ölmek üzere olan yaşama coşkusu yeniden canlanır.

[email protected]