Krizden çıkış siyasetle mümkün

0
18.01.2014

Son büyük krizin mimarlarının anlamadığı husus, Türkiye’nin yeniden bir ‘merkez siyaset’ parantezine alınamayacağı gerçeğidir. Bu deneme, ‘eski Türkiye’nin toplumu hiçe sayan, devlet eksenli siyasî kavrayışıyla malûldür. Bunu planlayanlar, mevzî başarılar kazanabilir, kısmî tahribatlara yol açabilir, fakat son sözü söyleyecek olan yine toplumdur.


Krizden çıkış siyasetle mümkün

Doç. Dr. Tuncay Önder / Gazi Ünv. Öğretim Üyesi

Kasım 2002 seçimleri, Türkiye siyaseti açısından esaslı bir kırılmaydı. Seçim sonuçları, merkez sağ ya da sol olarak tanımlanan geleneksel siyasî aktörlerin toplum eliyle tasfiyesinin ötesinde bir anlam taşıyordu. 3 Kasım, mezkûr siyasî aktörler tarafından içselleştirilmiş, 12 Eylül rejimiyle anayasal-kurumsal bir çerçeveye de oturtulmuş “merkez siyaseti”nin de sonuna gelindiğini gösteriyordu. Merkez siyaseti, esas itibarıyla toplumun “çevre” unsurlarına dayanarak iktidarı elde eden, ancak çevrenin taleplerini siyasete taşımayan, hattâ kritik hâllerde bu taleplere karşı “merkez”i korumayı önceleyen bir siyaset tarzıydı. Bu siyaset tarzı, yapısallaşan temsil ve yönetim krizlerinin de başlıca sebebiydi. Çünkü merkez siyaseti, toplumsal talepleri dışlayarak toplumun siyasete etkisini asgarîleştiren, demokrasiyi elitler ve partiler arası rekabete indirgeyen, toplumu değil devleti merkeze alan, dolayısıyla “sahici” olmayan bir siyaset tasavvuruydu. Devlet eksenli merkez siyaseti, birbiriyle bağlantılı iki işleve sahipti: Devleti bir “üst etkinlikler düzeyi”ne dönüştürerek siyasalın/toplumsalın etki alanının dışına çıkarmak ve siyaseti kurumsal-bürokratik vesayetle kuşatmak. Bu iki sonucun elde edilemediği hâller, krizin kapısını aralamakta, çatışma-uzlaşma süreçleri krizi su yüzüne çıkarmakta ya da ertelemekteydi. Tabiatı icabı merkez siyaseti, iktidar partilerini, seçimde elde ettikleri toplumsal desteği seçim sonrasında bürokratik gücün denetimine tevdî etmeye zorlamaktaydı. Yakın zamanlara kadar dolaşımda olan devlet iktidarı-siyasî iktidar ikiliğini üreten de bu siyaset kavrayışıydı.

Siyasetin devlet içi güç çatışmaları, devletin de toplum üstü bir etkinlik alanı olarak yeniden üretimine aracılık eden merkez siyaseti, esasen bir tür siyasetsizlik hâliydi. Bürokratik bir yorum tekeline bağlanmış rejimin kurucu ilkeleri, siyasetin sınırlarını tayin ediyordu ve bu sınırların aşılması, kaçınılmaz siyasî krizleri beraberinde getiriyor, siyasî temsile dayanmayan siyaset dışı aktörlerin siyasete müdahalesine imkân tanıyordu. 

‘Merkez siyaset’in sonu 

Ak Parti, “toplumsal merkez”e dayanma iddiasıyla geleneksel devlet eksenli merkez siyasetinin dışında yeni bir yol tutmayı amaçladı. AB uyum yasalarını devreye sokarak demokratikleşme, normalleşme istikametinde önemli adımlar attı. Demokratikleşme perspektifi ve ekonomideki müspet gelişmeler, Türkiye’yi göreli bir istikrar ortamına taşıdı. Perde arkasındaki devlet içi güç mücadelelerine rağmen, 2007 yılına kadar görünür bir siyasî kriz yaşanmadı. Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde baş gösteren rejim krizi ise 27 Nisan e-muhtırası karşısındaki kararlı duruş ve seçim vasıtasıyla aşıldı. 2010’daki kapsamlı anayasa değişikliği referandumuyla ortaya çıkan tablo, vesayet rejiminin sonu olarak yorumlandı ve artık Türkiye’nin, istikrarın arızî, krizlerin daimî olduğu bir ülke olmaktan çıktığı tespiti yapıldı. Bu aynı zamanda merkez siyasetinin de kesin olarak tasfiyesi ve devlet iktidarı-siyasî iktidar ayrılığına son verilmesi anlamına geliyordu.

Yaşanmakta olan Hükûmet-Cemaat gerilimi, yeni bir krize işaret ediyor ve yukarıda ana hatları çizilen Türkiye siyasetinin yapısal meselelerini güncelliyor. Demokratikleşmeye, normalleşmeye dönük bütün kazanımlara rağmen, yürünmesi gereken daha çok yolun olduğunu görmek, toplumsal bir yılgınlığa sürüklenme tehlikesini de beraberinde getiriyor. Mevcut gerilim/kriz, aktör ve çatışma temaları düzeyinde “yeni” gibi gözükse de Türkiye’nin tarihsel demokrasi sorunundan ayrı düşünülemez. Evet, bu çatışmada siyasete yönelik tehdit, kendini dinî cemaat olarak tanımlayan bir yapıdan geliyor, ortada gazete manşetlerinden seslenen, adı açıklanmayan üst düzey generaller görmüyoruz; dershane, yolsuzluk ve rüşvet gibi yeni çatışma temaları öne çıkıyor, Cumhuriyet’in kazanımlarının yok edilmesinden, irtica tehlikesinden söz eden yok; çatışma, geleneksel devlet dilinin sınırlarının dışına taşmış, metafizik bir dile bürünmüş durumda. Ancak bütün bunlar, nevzuhur bir krizle karşı karşıya olduğumuz anlamına gelmiyor. Neticede olan biten, siyaset dışı aktörlerin, güvenlik ve yargı bürokrasisi marifetiyle siyasete doğrudan ve amaçlı bir müdahalesidir. Bu müdahalenin maksadı, bir “demokrasi açığı” oluşturmak ve topluma rağmen siyaseti yeniden tanzim etmektir. Son büyük krizin mimarlarının anlamadığı husus, Türkiye’nin yeniden bir “merkez siyaset” parantezine alınamayacağı gerçeğidir. Bu deneme, “eski Türkiye”nin toplumu hiçe sayan, devlet eksenli siyasî kavrayışıyla malûldür. Bunu planlayanlar, mevzî başarılar kazanabilir, kısmî tahribatlara yol açabilir, fakat son sözü söyleyecek olan yine toplumdur.

Krizin müsebbibi Kim?

Hükûmet ile Cemaatin geçmişteki yol arkadaşlığını gerekçe göstererek Hükûmete, siyasete vurmanın dayanılmaz hafifliğine kapılmak, karşı siyaset değil, olsa olsa siyaset karşıtlığıdır. Krizde hükümetin payı, sorumluluğu yok mu? Var tabii. Türkiye’nin siyasî kültüründen Ak Parti’nin de nasiplendiği apaçık bir gerçek. Türkiye’deki bütün siyasî aktörleri kuşatan ataerkil-otoriter yönelimler, “başkalarının özgürlüğü” konusundaki zayıf hassasiyet, millî iradeci demokrasi perspektifi gibi özellikler Ak Parti için de dile getirilebilir; yaptıkları, yapamadıkları eleştirilebilir. Ama bunları konuşmanın, şu an itibarıyla gayrımeşruluğa mazeret üretmek dışında bir anlamı yok. Daha önemlisi bu tutum, olan biteni meşrulaştırma, normal gösterme tehlikesini barındırıyor. Toplumsal temsile yaslanmayan devlet içindeki otonom bir grubun siyaseti kendi perspektifine göre tanzim etme teşebbüsü ortadayken, hükümetin hatalarından dem vurmak, baştan siyaset dışına savrulmak demek. Her kim olursa olsun, demokratik meşruiyete dayanmadan siyaseti tanzime girişirse önce topluma ve onun iradesine kasteder. Açıktır ki siyaset, dolayısıyla toplum, bertaraf edilmesi gereken bir saldırıyla karşı karşıyadır. 

Burada bir hususun altını çizmek gerekir. Demokratik siyaset, her zaman “acilciliği” kaldırabilecek bir yöntem değil. Belli toplum kesimleri, Ak Parti’den, Tayyip Erdoğan’dan kurtulmayı, temel hedef olarak belirleyebilir; demokratik-hukukî süreçler içinde böyle bir mücadele vermeleri meşrudur. Ancak bu hedefe, hemen şimdi ulaşmak için normal demokratik siyaset dışında yollara müracaat etmek, temsilî süreçleri es geçmek, meşru addedilemez. Demokrasinin asıl erdemi, iktidarın normal süreçler içinde değişimini garanti eden bir siyasî rejim olmasından kaynaklanır. Bugünlerde dolaşıma sokulan, “bu kriz seçimle çözülemez, seçimler sonrasında ortaya çıkacak toplumsal irade ile yargının iradesi çelişirse kriz daha da derinleşir” argümanları, demokrasinin şeklî şartlarının dahi inkârından öte bir anlam taşımamaktadır. Ak Parti’den kurtulmak isteyenlerin meşruluk gibi bir kaygıları varsa, yapmaları gereken şey, siyasî bir muhalefeti örgütlemektir. Belki de buradaki temel mesele, hâlihazırda, Türkiye’deki siyasî muhalefetin Ak Parti’ye meydan okuma gücünden yoksun olmasıdır. Ak Parti’nin bugüne kadar karşı karşıya kaldığı meydan okumalar, asıl olarak devlet içi odaklardan, kısmen de Gezi’deki gibi toplumsal gruplardan geldi. Siyasî muhalefet, bu meydan okumalara eklemlenme çabası dışında bir yol izleyemedi. Kabûl etmek gerekir ki, siyasî muhalefetin bu aktörleşememe hâli, Türkiye siyaseti için ciddî bir dezavantaj teşkil etmektedir.

Krizden çıkışın tek yolu siyasettir. Siyaset, kendisine yönelen tehdide ancak siyasetle karşılık verebilir. 12 Eylül Referandumunun “vesayetin sonu” olmadığı anlaşılmıştır. Her ne kadar geriletilmiş olsa da ana gövdesiyle, kurumsal yapısıyla 12 Eylül rejiminin vesayeti tetikleme kapasitesi ortadadır. Türkiye’nin ihtiyacı olan şey, çoğulculuğu esas alan, radikal bir demokratikleşme programının yürürlüğe konulmasıdır. Bu Ak Parti’nin görevidir; zira Kürt barışı örneğinde de görüldüğü gibi Ak Parti, şu an itibarıyla bu kulvarda ilerlemesi mümkün tek aktördür. Edindiği siyasî tecrübenin Ak Parti’ye, kendisini güçlendirmesinin tek başına yeterli olmadığını, siyaseti güçlendirmenin yolunun toplumu güçlendirmekten geçtiğini öğrettiğini umabiliriz. Her iki kişiden birinin oyunu almak, Ak Parti’nin kapatılma tehdidiyle karşı karşıya kalmasına engel olamadığı gibi, bugünkü krizi planlayanların cesaretini de kıramamıştır. 

Kriz nasıl aşılabilir?

Bugünden yarına gerçekleştirilmesi zor olmakla birlikte, birey/hak odaklı sivil bir anayasa temel hedef olmalıdır. Bu anayasa, bugüne kadar “öteki” muamelesi görenleri (Kürtler, Alevîler, Liberaller, Sosyalistler, İslâmcılar, gayrımüslimler) eşit hak sahibi yurttaşlar konumuna taşımalı, otoriteyi değil, özgürlüğü öne çıkarmalıdır. 

Devlet kurumlarındaki personel değişiminin, kurumların zihniyetini ve işlevini değiştirmediği görülmüştür. Kurumsal zihniyet, insanları aşmakta, kendini yeniden üretmektedir. O nedenle başta güvenlik kurumları olmak üzere, bütün kurumsal yapıların çoğulcu ve hesap verebilir bir tarzda yeniden yapılandırılması, hayatî bir önem taşımaktadır.

Bu topraklarda yargının hukukla ilişkisi hep sorunlu olmuştur. Yargı, devlet karşısında bireyi ve onun haklarını korumaktan ziyade, devleti ve onun mensuplarını korumayı öncelemiştir. Tarafsız, hukuka sahip çıkan bir yargı zihniyeti ve kurumlaşması tesis edemediğimiz sürece, hukukun yıpratıcı bir tartışmaya konu olacağını bilmemiz gerekiyor.

Devleti bir “mitos” olmaktan çıkarmamıza, aşağıdan yukarıya toplumsal meşruiyete dayalı olarak yeniden kurmamıza hizmet edebilirse yaşadığımız kriz büyük bir fırsatın habercisi de olabilir. 

 

[email protected]