Netanyahu'nun Kudüs'ü “bizim şehrimiz” olarak tanımlaması, uluslararası hukuk açısından tartışmalı bir söylemdir. BM Güvenlik Konseyi'nin 478 sayılı kararı (1980), İsrail'in Kudüs'ü ilhakını tanımamış ve Kudüs'ün statüsünün müzakereler yoluyla belirlenmesi gerektiğini belirtmiştir.
Faruk Önalan/ Yazar
İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu'nun son sözleri, Kudüs'ün tarihsel ve siyasi statüsü üzerine uzun süredir devam eden tartışmaları yeniden alevlendiren, provokatif ve tartışmalı bir söylem olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu açıklamalar, hem İsrail'in Kudüs üzerindeki egemenlik iddiasını pekiştirme çabasını hem de Türkiye'nin bölgesel ve küresel politikadaki duruşuna yönelik bir meydan okumayı içermektedir.
Netanyahu'nun 1998'de Mesut Yılmaz ile yaptığı görüşmeye dair anekdot, Kudüs'ün tarihsel ve dini önemine vurgu yaparken, aynı zamanda İsrail'in Kudüs üzerindeki egemenlik iddiasını pekiştirme çabasını yansıtmaktadır. Netanyahu'nun, 2700 yıl öncesine dayandırdığı İbranice taş tablet hikayesi, İsrail'in Kudüs'ü Yahudi kimliğinin merkezine yerleştirme stratejisinin bir parçası. Bu anlatı, Kudüs'ün yalnızca Yahudilere ait olduğu ve bu şehir üzerindeki herhangi bir paylaşım veya çok kültürlü anlayışın kabul edilemez olduğu mesajını vermektedir. Ayrıca, Netanyahu'nun Mesut Yılmaz'a sunduğu "değiş tokuş" önerisi, Kudüs'ün tarihsel mirasının maddi bir pazarlık unsuru olarak görülmesi açısından dikkat çekici. Yılmaz'ın bu öneriyi reddetmesi, Türk halkının Kudüs'ün manevi ve tarihsel değerine verdiği önemi ve bu konuda taviz vermeme duruşunu göstermektedir.
Uluslararası topluma meydan okuma
Netanyahu'nun açıklamalarındaki bir diğer önemli nokta, Recep Tayyip Erdoğan'a yönelik doğrudan eleştirisi ve Kudüs'ün "bizim şehrimiz" olduğu iddiası. Bu söylem, yalnızca Türkiye'ye değil, Kudüs'ü kutsal kabul eden Müslüman dünyasına ve uluslararası topluma bir meydan okuma niteliği taşımaktadır. Netanyahu'nun, ABD eski Başkanı Donald Trump'ın Kudüs'ü İsrail'in başkenti olarak tanıma kararını övmesi ise, bu politikanın uluslararası arenada meşrulaştırılmaya çalışıldığını göstermektedir. Ancak, Trump'ın bu kararı, Birleşmiş Milletler'in (BM) Kudüs'ün statüsüne ilişkin kararlarına aykırı bulunmuş ve uluslararası toplumun büyük bir kısmı tarafından eleştirilmiştir. Bu bağlamda, Netanyahu'nun açıklamaları, hem iç politikada kendi tabanını konsolide etme hem de dış politikada İsrail'in Kudüs üzerindeki egemenlik iddiasını pekiştirme çabası olarak okunabilir.
AK Parti Sözcüsü Ömer Çelik'in Netanyahu'ya verdiği yanıt, Türkiye'nin Kudüs konusundaki hassasiyetini ve Erdoğan liderliğinde şekillenen dış politika çizgisini net bir şekilde ortaya koyuyor. Çelik'in "soykırım şebekesi" ifadesi, İsrail'in Filistin politikalarına yönelik sert bir eleştiri içerirken, Netanyahu'nun Kudüs'ü "kendi mülkü" gibi görmesini "insanlık düşmanı fanatizm" olarak nitelendirmesi, Türkiye'nin Kudüs'ün evrensel bir değer olduğu ve tek bir milletin ya da dinin tekelinde olamayacağı yönündeki duruşunu yansıtmaktadır.
Türkiye, özellikle Erdoğan döneminde, Kudüs meselesinde proaktif bir politika izlemiştir. Erdoğan, gerek BM platformlarında gerek İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) toplantılarında, Kudüs'ün Müslümanlar, Hristiyanlar ve Yahudiler için kutsal bir şehir olduğunu ve bu şehrin statüsünün uluslararası hukuka uygun şekilde korunması gerektiğini vurgulamıştır. 2017'de Trump'ın Kudüs'ü İsrail'in başkenti olarak tanıma kararına karşı, Türkiye'nin öncülüğünde İİT'nin olağanüstü toplanması ve BM Genel Kurulu'nda bu kararın kınanması, Erdoğan'ın bu konudaki liderliğini ortaya koymaktadır. Çelik'in "insanlık ittifakı" vurgusu da Erdoğan'ın Kudüs'ü sadece bir Türk veya Müslüman meselesi olarak değil, evrensel bir insanlık meselesi olarak gördüğünü göstermektedir.
Erdoğan'ın Kudüs politikası, aynı zamanda Türkiye'nin Osmanlı mirasından aldığı tarihsel sorumlulukla da bağlantılıdır. Osmanlı İmparatorluğu, Kudüs'ü 400 yıl boyunca yönetmiş ve bu dönemde şehir, farklı dinlerin ve kültürlerin bir arada yaşadığı bir merkez olmuştur. Vincent Lemire'in kitabında vurguladığı gibi, Osmanlı döneminde Kudüs'te "akıcı bir kentsel toplum" ve "topluluklar arasında uyum" hakimdi. Erdoğan, bu tarihsel mirası sık sık hatırlatarak, Türkiye'nin Kudüs üzerindeki manevi ve tarihsel bağını vurgulamakta ve İsrail'in tek taraflı egemenlik iddiasına karşı çok kültürlü bir anlayışın savunuculuğunu yapmaktadır.
Vincent Lemire'in "Kudüs 1900: Olasılıklar Çağında Kutsal Şehir" adlı eseri, Osmanlı döneminde Kudüs'ün çok kültürlü ve uyumlu yapısını anlamak için önemli bir kaynak sunmaktadır. Lemire'in vurguladığı gibi, Osmanlı İmparatorluğu, Kudüs'ü bir barış ve istikrar merkezi haline getirmişti. Müslümanlar, Hristiyanlar ve Yahudiler, Osmanlı yönetiminde görece huzurlu bir şekilde bir arada yaşamış, şehirdeki kutsal mekanlar farklı inanç grupları arasında paylaşılmıştı. Osmanlı'nın "millet sistemi," farklı dini toplulukların kendi yapılarını korumasına olanak tanırken, merkezi otorite bu topluluklar arasında dengeyi sağlamıştı.
Osmanlı'dan miras tarihi sorumluluk
Bu tarihsel gerçeklik, Netanyahu'nun Kudüs'ü yalnızca Yahudi kimliğine indirgeyen söylemine güçlü bir karşı argüman sunmaktadır. Osmanlı döneminde Kudüs, ne sadece Müslümanların ne sadece Yahudilerin ne de sadece Hristiyanların şehriydi; aksine, tüm bu toplulukların ortak mirasıydı. Erdoğan, bu mirası sık sık vurgulayarak, Kudüs'ün evrensel bir şehir olduğunu ve tek bir milletin egemenliğine terk edilemeyeceğini savunmaktadır. Bu duruş, aynı zamanda Türkiye'nin Filistin meselesine verdiği desteği de güçlendiriyor. Erdoğan, Filistin'in bağımsızlığı ve Kudüs'ün statüsünün korunması için uluslararası platformlarda aktif bir rol üstlenerek, Osmanlı'nın tarihsel sorumluluğunu modern bir bağlama taşımaktadır.
Recep Tayyip Erdoğan'ın Kudüs konusundaki duruşu, onun liderlik çizgisinin temel taşlarından birini oluşturuyor. Erdoğan, gerek Belediye Başkanlığı gerekse 2003'ten itibaren başbakan ve cumhurbaşkanı olarak görev yaptığı dönemde, Kudüs ve Filistin meselesini yalnızca bir dış politika meselesi olarak değil, aynı zamanda bir ahlaki ve insani sorumluluk olarak ele almıştır. Bu duruş, onun hem iç politikada hem de uluslararası arenada destek bulmasını sağlamıştır.
Erdoğan, Kudüs meselesinde yalnızca Müslüman dünyasına değil, aynı zamanda küresel vicdana hitap etmeye çalışmıştır. 2017'de Trump'ın Kudüs kararına karşı İİT'yi toplama girişimi, Türkiye'nin İslam dünyasındaki liderlik rolünü pekiştirmiştir. Ayrıca, Erdoğan'ın BM kürsüsünden yaptığı konuşmalar, Kudüs'ün statüsünün uluslararası hukuka uygun şekilde korunması gerektiğini vurgulayarak, Türkiye'nin bu konudaki tutumunu küresel bir platforma taşımıştır.
Erdoğan'ın Kudüs politikası, Osmanlı'nın tarihsel mirasından güçlü bir şekilde beslenmektedir. Osmanlı'nın Kudüs'ü 1517'den 1917'ye kadar yönetmiş olması, Türkiye'ye bu şehir üzerinde manevi bir sorumluluk yüklemektedir. Erdoğan, bu sorumluluğu sık sık dile getirerek, Türkiye'nin Kudüs'teki tarihsel haklarını ve bağlarını vurgulamaktadır. Bu yaklaşım, hem Müslüman dünyasında hem de uluslararası toplumda Türkiye'nin Kudüs konusundaki meşruiyetini artırmaktadır.
Netanyahu'nun Kudüs'ü "bizim şehrimiz" olarak tanımlaması, uluslararası hukuk açısından tartışmalı bir söylemdir. BM Güvenlik Konseyi'nin 478 sayılı kararı (1980), İsrail'in Kudüs'ü ilhakını tanımamış ve Kudüs'ün statüsünün müzakereler yoluyla belirlenmesi gerektiğini belirtmiştir. Ayrıca, BM Genel Kurulu'nun 2017'de aldığı karar, Trump'ın Kudüs'ü İsrail'in başkenti olarak tanıma kararını kınamış ve uluslararası toplumun büyük bir kısmı bu karara destek vermiştir.
Netanyahu'nun söylemi, bu kararları hiçe sayarak, Kudüs'ün statüsünü tek taraflı olarak belirlemeye yönelik bir girişimdir. Bu yaklaşım, yalnızca Türkiye'yi değil, Müslüman dünyasını ve uluslararası hukuka saygı duyan tüm devletleri rahatsız etmektedir. Erdoğan'ın bu konudaki tutumu, uluslararası hukukun üstünlüğüne vurgu yaparak, Kudüs'ün statüsünün yalnızca taraflar arasındaki müzakerelerle belirlenebileceğini savunmaktadır.
Erdoğan'ın Kudüs konusundaki duruşu, onun liderlik çizgisinin temel bir unsuru olarak öne çıkmaktadır. Bu duruş, hem Osmanlı mirasından beslenen tarihsel bir sorumluluğu hem de modern Türkiye'nin bölgesel ve küresel liderlik iddiasını yansıtmaktadır. Osmanlı dönemi Kudüs'ünün çok kültürlü yapısı, Erdoğan'ın savunduğu vizyonla örtüşmektedir. Osmanlı'nın Kudüs'ü bir barış ve istikrar merkezi haline getirmiş olması, bugün Türkiye'nin bu şehir üzerindeki manevi sorumluluğunu güçlendiriyor. Erdoğan, bu mirası modern bir bağlama taşıyarak, Kudüs'ün sadece Müslümanlar için değil, tüm insanlık için kutsal bir şehir olduğunu savunmaktadır.
Vicdanı temsil eden duruş
Gelecekte, Kudüs meselesi uluslararası arenada tartışılmaya devam edecektir. Erdoğan'ın liderliğinde Türkiye, bu meselede hem İslam dünyasının hem de uluslararası toplumun vicdanını temsil eden bir aktör olarak konumlanmaya devam edecektir. Netanyahu'nun tek taraflı söylemleri, kısa vadede İsrail'in iç politikasına hizmet etse de, uzun vadede uluslararası hukuku ve çok kültürlü bir Kudüs anlayışını savunan devletlerin tepkisiyle karşılaşacaktır. Türkiye, bu süreçte, hem tarihsel mirasına sahip çıkarak hem de uluslararası hukuka vurgu yaparak, Kudüs'ün evrensel bir şehir olarak korunması için mücadele etmeye devam edecektir.