Kudüs'ün trajedisi ve çözüm için bir umut

Ali K. Metin / Şair, Yazar
30.04.2022

Garaudy, İlahi Mesajlar Toprağı Filistin kitabında İsrail'in 1948'de kurulmadan önce başka bir coğrafyada kurulmasının gündeme geldiğinden ama teklifin reddedildiğinden söz eder. Belli ki mesele sadece bir Yahudi devleti kurmak, Yahudileri sürgün hayatından kurtarmak değil. Mesele bir tarafıyla Ortadoğu'da emperyalist politikaların ihtiyacı olan kaosu üretecek bir zemini sağlamak.


Kudüs'ün trajedisi ve çözüm için bir umut

Kudüs ne yazık ki kanayan yaramız olmaya devam ediyor. Sorunun bir tür Gordion düğümüne dönüşmüş olması son yüzyılın bir trajedisi aslında. Ama bunu modernizmin din karşısındaki yenilgisine bağlayan kolaycı ve salt aydınlanmacı yaklaşımlar artık pek bir anlam taşımıyor. Dinin tabir caizse yeniden geri gelişinde kusuru modernizmin bizzat kendisinde arama basiretini gösteremediğimiz takdirde tarih içindeki bu gelgitleri yaşamamız mukadder olacaktır. Trajedimiz de budur; Aydınlanmacı, pozitivist despotizm bir bumerang gibi dönüp kendisini vuruyor. Dolayısıyla din, daha doğrusu fanatikleşen dindarlık bunun öcünü adeta bütün insanlıktan alıyor. Biri seküler diğeri dini nitelikteki iki karşıt radikalizm birer ur gibi insanlığımızı kemiriyor.

Çatışan radikalizmler

Dinin "geri gelmesi" ne kadar doğal ve anlamlıysa tarihin veya geleneğin sularında oluşan tortularıyla üzerimize boca edilmesi o kadar problemli bir ahval. Kimi olumlu gelişmelere rağmen henüz bu problemle baş edecek bir düzeye geldiğimiz söylenemez. Bunun tartışmasını burada yapacak değiliz. Ancak Kudüs meselesi üzerine konuşurken zihinsel ve kültürel arka planda söz konusu tortuların hükümferma olduğunu görmek gerekiyor. Kudüs meselesinin bir Gordion düğümü haline gelmesinde bir taraftan tarihi geriye sarmak isteyen inanç unsurları, diğer taraftan dini radikalizmler birbirini karşılıklı besleyen düşmanlar yaratıyor.

Sözde hiçbirimiz savaş istemiyor, kan aksın, insanlar öldürülsün istemiyoruz. Sözde küresel barışı ve güvenliği sağlamak amacıyla oluşturulmuş bir dünya düzeni, bunun kurumsal mekanizmaları ve normları, şu bu var. Ama gelin görün ki tarihin geriye doğru sarılmasında bizzat bu kurumların parmağını görüyoruz. Belki tam burada bazı gerçekleri –doğru ve etkin bir diyalog adına- daha objektif şekilde ve cesurca değerlendirmemiz önemli. Siyonizm diye bahsettiğimiz tarz-ı siyaset kendi içinde çok masum olabilir. Milliyetçilik ideolojisinin bütün dünyayı hemen hemen baştan sona dizayn ettiği bir yüzyılın koşulları içinde Yahudi milliyetçiliğinin filizlenmesini çok tabii karşılamak gerekir. Hatta kendi tarihi geçmişi içinde Yahudilerin kavmiyetçilik hastalığıyla muzdarip ve öne çıkmış olduğu düşünülürse bunun kaçınılmaz bir gelişme olacağı daha o günlerden bellidir. Lakin milliyetçilikleri marazi hale getiren hassas noktalar var. Milliyetçilik temayülleri, coğrafi ve demografik uygunluk gibi belli zorunlu gerçeklerle bağdaşmaz bir yola girdiğinde şirazesini kaybeder. O yüzden milliyetçi değerlerin esasen araçsal/taşıyıcı nitelikte olduğunu görmemiz hayati bir önem taşır. Kültürün millet kavramı/olgusu içinde gerek dilden gerekse dinden öncelikli bir yer tutmaması bundan dolayı tarihi, sosyal bir gerçekliğin sonucudur. Kavmiyetçilik bu anlamda milliyetçiliğin bir yan etkisi olarak tarih dışı ve irrasyonel bir sapmayı ifade eder.

Siyonizmin neşv-ü neması

Yazık ki Siyonizmin yaptığı şey kelimesi kelimesine bu olmuştur. Yahudi Devleti kitabının müellifi Theodor Herzl'in ideologluğuyla 19. yüzyılın sonlarında Yahudi milliyetçiliğinin sergilediği siyasallaşma tezahürleri ilginç sayılmaz, beklenebilir şeylerdir; ancak sorgulanması gereken bir gelişme sayılır. Roger Garaudy, Siyonizmin oluşan ruh halini Herzl'in "Yahudi Devleti' kitabından aktardığı şu satırlarla dile getirir: "Yahudi sorunu benim için ne sosyal, ne de dini bir sorundur; diğerleri meyanında bu şekilleri de alsa bile... Bu bir milli sorundur ve bunu halletmek için, her şeyden önce onu milletlerarası siyasetin bir meselesi yapmalıyız ki dünyanın medeni milletlerinin bir asamblesi tarafından tartışılıp çözüme bağlansın. Biz bir halkız - tek bir halk. " (Garaudy, İlahi Mesajlar Toprağı Filistin, 2017, Çev: C. Aydın, TEV y. s. 224). Eyvallah diyelim. Ama iş bununla bitmiyor. İşin içinde Kudüs var, Ortadoğu var, sosyo-politik bir konvansiyon var.

Buradan hareketle dünyanın dört bir yanına dağılmış Yahudi diasporasını Kudüs merkezli bir İsrail devletine kavuşturma projesi pek öyle masum bir işe benzememektedir. "Topraksız, sürgün Yahudiler" imajının yüzyıllarca diri tutulmasını burada hiç de yadırgamadığımı yeri gelmişken söylemeliyim. Ayrıca bunun bir Yahudi devlet kurmak üzere Siyonizm düşüncesiyle istimlenmesi 19., 20. yüzyılın ideolojik atmosferi içinde pekala anlaşılabilir bir durum. Ancak Kudüs merkezli bir devlet dediğimizde konu bambaşka bir hüviyet kazanır. Tarihi geriye sarmak, geriye sararken de buradaki Filistinli Arap-Hristiyan varlığını yok sayarcasına hareket etmek son derece irrasyonel bir hedef, bir adım olacaktır. Garaudy, İlahi Mesajlar Toprağı Filistin kitabında İsrail'in 1948'de kurulmadan önce başka bir coğrafyada kurulmasının (Hint Dominyon Hükümeti topraklarında) gündeme geldiğinden ama teklifin reddedildiğinden söz eder. Belli ki mesele sadece bir Yahudi devleti kurmak, Yahudileri sürgün hayatından kurtarmak değil. Mesele bir tarafıyla Ortadoğu'da emperyalist politikaların ihtiyacı olan kaosu üretecek bir zemini sağlamaktır. Fikret Başkaya bir yazısında buradaki emperyalist stratejinin hedefini "bir tür doku transplantasyonu" olarak tanımlar; doku uyuşmazlığını oluşturmak. Zira "Siyonist İsrail demek, Orta-Doğu denilen bölgeye taşmış Batı, emperyalizm, ABD, İngiltere, Fransa, vb. demektir." Başkaya, emperyalist stratejiyle ilgili tarihi bir ayrıntıya daha dikkat çeker: "Siyonist devlet neden başka yerde değil de Filistin toprağında kuruldu? Daha 1840'lı yıllarda İngiliz dergilerinde Orta-doğuda bir Avrupa devleti kurma gereğinden söz ediliyordu... Ve yaklaşık 100 sonra muratlarına erdiler" (Cumhuriyet.com.tr; 16.08.2018).

Mitlerin devleti

Garaudy, Herzl'in ırk konusunda bir saplantısının olmadığını söylerken Siyonist devletin nasıl zorlama bir proje olduğuna işaret etmek istemiştir. Herzl'in, "ırk mitine dayanan kuruntuları yoktu, fakat o Yahudilerden müstakbel Siyonist Devlet'e kayıtsız şartsız bağlanmalarını ve siyonist milliyetçiliğe girdiklerinden itibaren de yaşadıkları ülkelere bağlılıktan kendilerini koparmalarını ister" (Garaudy, Age, 348). Herzl, Dolayısıyla bütün ulus-devlet milliyetçiliklerinde olduğu gibi "Yahudilik kimliği"yle özdeşleşmek üzere bir vatandaşlık ve sadakat fikri öne çıkmış, ancak önünde sonunda İsrail devletinin kurularak Ortadoğu'nun kalbine bir hançer gibi sokulması hedeflenmiştir. Bunun için Yahudiliğe ve onun devletine gönül bağlılığı önemli sayılmıştır. Siyonizmin sömürgeci bir girişim olduğunu gizleme gereği bile duymayan Herz, "Benim sömürgeleştirme projem derinlemesine bir araştırmayı gerektiriyor" (349) gibi sözler sarf edebilmiş, kurulacak Siyonist devletin Avrupalılar için ne kadar önemli olduğunu her fırsatta anlatmaya alışmıştır.

Garaudy, İsrail projesinde Kudüs'e ve Filistin topraklarına yönelten en önemli faktör olarak bu topraklara ait "güçlü efsanesi"nin etkili olduğunu söyler. İsrail'in kuruluşunda "ırk miti"nden ziyade "toprak miti" ve "Siyonist devlet" hedefi belirleyici olmuştur. Bununla beraber İsrail'in kurulmasını meşrulaştıracak bir nüfusa sahip olması hiç kolay olmamıştır. İsrail'in kuruluşunu Batı'nın emperyalist, yen sömürgeci politikalarıyla ilişkilendirirken Garaudy, anti-semitizmin bu süreçlerde son derece kullanışlı hatta elzem bir araç haline geldiğine ısrarla dikkat çeker. Siyonizm ve anti-semitizm Batı emperyalizminin iki yüzlülüğünün bir vesikası, madalyonun iki yüzüdürler. Siyonist lider ve kadrolar Nazi yöneticileri arasında gizli-açık ciddi işbirlikleri yapılmıştır. Siyonistler zayıf ve gariban Yahudileri güçlü ırk, güçlü millet anlayışıyla ölüme terk ederken, zeki, yetenekli, yapılı Yahudileri Filistin topraklarına tahliye etmenin yollarını bulmuşlar, Naziler de buna olumlu yaklaşmışlardır. İsrail devletinin kuruluşunu yapılan Yahudi kırımına karşı BM tarafından verilmiş bir ödün diye izah etmenin zekice bir masumlaştırma olduğunu söylemeye sanıyorum gerek yok. Batılılar hukukun ve meşruiyetin gücün etkisi altında şekillendiğini çok iyi bilmektedir. Yürüttükleri ikiyüzlülüğün temelinde bu gerçek yatmaktadır. İsrail'in kuruluşundaki oldubitti Filistinlilerin bir acziyeti değil, güç siyasetinin maharetidir. Garaudy'nin altını çizdiği gibi burada BM'ye rağmen işleyen bir sömürgecilik siyaseti söz konusudur. "İsrail Devleti'nin Birleşmiş Milletler tarafından "kurulmuş" olduğunu söylemek doğru değildir. Hayır, o, bir dizi "oldubittiler"le, Haganah, İrgun ve "Grup Stern"in yaptığı terörle "kurulmuş"tur" (Age, 365).

Dinden beslenen Siyonizm

Bölgeyi istikrarsızlaştırmak isteyen güçler için Siyonist milliyetçilik de Yahudi soykırımı da bir fırsat olmuştur. Bir kere kurulduktan sonra gerisi zaman içinde gelecektir. 1947'de Filistin toprakları hakkında BM tarafından Beşli Taksim kararı alınmadan önce Yahudiler toplam nüfusun yüzde 32'sini oluşturdukları halde sahip oldukları toprak miktarı sadece yüzde 5,6'dır. Ama hemen sonrası hızlı bir iskan ve işgal politikasıyla Filistin topraklarının yüzde 56'sını en verimli arazilerle birlikte ele geçirmiş oldular. 1949'daki Arap-İsrail savaşından sonra ise toprakların yüzde 80'ine sahip hale geldiler (Age, 363). Yayılmacı politikaların bugün bile hala devam ettiğini, Kudüs, Mescid-i Aksa başta olmak üzere devlet terörünün adeta sıradanlaştırılması suretiyle bölgeyi Filistinlilerden boşaltma planının sinsice uygulandığını büyük bir utançla görüyor, biliyoruz. Vaat edilmiş topraklar mitiyle palazlandırılan Siyonist milliyetçilik, Garaudy'nin dediği gibi "Haçlı seferlerinkine benzer bir din sömürüsü"nden beslenmeye devam ediyor. Mesele özü itibariyle her halükarda din anlayışına gelip dayanmaktadır.

Yahudilerin Hamursuz Bayramı sebebiyle İsrail güçleri tarafından Mescid-i Aksa'ya ve Müslümanlara yönelik artan tazyikler, dinin ne yazık ki sorunun merkezinde olduğunu bize bastıra bastıra gösteriyor. Dini fanatizm böylece meselenin çıbanbaşı olmaya devam ediyor. Oysa Garaudy'nin medeniyetler arası diyalog vurgusunu olabildiğince özümsediğimiz takdirde şunu açık açık itiraf edebileceğimizi görüyoruz: Gerçek dindarlık bu minval bir çatışmayı ve ötekileştirici tavrı reddeder. Tarihi geriye sarmak gibi bir saplantı içinde zaten olamaz. Ne Musevi, ne Hristiyan ne de bir Müslüman şiddete ve zulme dayanan gayr-i ahlaki politikaların/hedeflerin içinde yer alabilir. Esastan saparak fanatizmin ırk, toprak, tarih gibi mitlerine düçar olan topluluklar dinle kültürü ve gelenekleri birbirine karıştırma şuursuzluğu içindedir.

Umuda çok var

Bunun için Kudüs'ü bütün semavi dinlerin ortak değeri olmaktan öteye ortak vatanları yapabilecek bir din kavrayışına doğru bir tekamül göstermek elzemdir. Kolay olmadığını, neredeyse imkansıza yakın bir gelecekten bahsettiğimizi biliyoruz. Ancak kanayan bu yaranın güç ve savaş siyasetiyle durmasını beklemek hiç gerçekçi değil. Ne fetihçi reaksiyonerlik ne de Davut'un krallığı gibi anakronik bir hülya! Hiçbiri Kudüs'e barış vaat etmiyor. Garaudy'nin işaret ettiği gibi nihai çözüm için, Semavi dinlerin aslına rücu ederek asli mesajda buluşmalarına şiddetle ihtiyaç var.

[email protected]