‘Külliyen doğruculuk’ ve Say vakası

Ahmet Demirhan / Sosyolog Yazar
20.04.2013

‘Fazıl Say vakası’nın gerilmeye, sündürülmeye, hatta sömürülmeye çalışılmasının arkasında, aslında bizzat bu ‘vaka’ya da, tıpkı Say’ın ifadelerine kendisinde olmayanı bahşetmemiz talebi gibi, kendisinde olmayan bir takım yüklemler yüklenmesinde yatıyor.


‘Külliyen doğruculuk’ ve Say vakası

Fazıl Say’a, tweetter’da yazdığı “Bilmem farkettiniz mi ama nerde yavşak adi magazinci hırsız şaklaban varsa hepsi allahçı, bu bir paradoks mu?” ifadeleri nedeniyle, bir şikayet üzerine, mahkeme tarafından 10 ay hapis cezası verilmesi sonrasındaki tepkiler, tam bir ‘kakafoni’ye dönüşmüş durumda. Aslında ciddi ya da ufak-tefek problemlerle ilgili her konuyu, tek bir mesele üzerinden halletmeye çalışmaya alışmış; böyle bir mesele ortaya çıkınca onu alabildiğine germeye ve sündürmeye hatta sömürmeye hayli teşne ortamlarla karşılaşmayı artık kanıksamış bir kamuoyunun bir göstergesi bu durum. ‘İfade hürriyeti’ deyince, ‘ben lafımı ortaya koydum, isteyen alır, isteyen almaz’ narsizminin kendinden menkul ve sadece ‘siyaseten’ değil, ‘külliyen doğrucu’ tavrının da en güzide örnekleri, yine, Fazıl Say vakasıyla ve bu vaka akabinde, bir kez daha, kendilerini gösterdi.

Nedir tartışılan, belli değil. ‘İfade hürriyeti’ni savunmak adına Fazıl Say’ı savunanlardan onun dünyaca meşhur bir müzisyen olmasından yola çıkarak verilen hapis cezasının oluşturacağı ‘imaj’dan hareketle bu cezayı yanlış bulanlara kadar bir dizi söylem var ortada. Sorunu ‘Tanrı’ya hakaret’ olarak algılayıp insanların farklı farklı ‘kutsal’ları olabileceğini öne sürerek her ‘kutsal’la dalga geçmenin ‘hukuk yoluyla’ veya ‘devlet eliyle’ cezalandırılamayacağını iddia edenlerden, ‘böyle söylemleri hukuk cezalandırmasın, toplum koyacaksa kendi tepkisini ortaya koysun’ diyenlere kadar başka bir dizi tepki de mevcut. Say’ın ifadelerinin, Hayyam’dan olduğunu, öyle olmadığı anlaşıldığında ise en azından Hayyam’ın (veya benzeri) söylemlerin bir benzeri olduğunu vurgulayarak Hayyam’a tanınan bir imtiyazın niye Say’a tanınmadığını sorgulayanlar bile var.

‘Tanrı’ya hakaret’ meselesi

Say’ın ifadeleriyle doğrudan olmasa da onunla bir ‘tür benzerliği’ kurulma olasılığı bulunan bu son noktadan başlarsak, Hayyam üzerinden gidenlerin farkedemedikleri en önemli mesele, halk ve divan edebiyatında sayısız örnekleri bulunabilecek Hayyamvari söylemlerin, doğrudan ‘Tanrı’ya seslenmesi. Yunus Emre’de de görülebilen ve genelde ‘şathiyat’ içinde değerlendirilen, en uç örneği Kaygusuz Abdal’ın “Kıldan köprü yaratmışsın/ Gelsin kullar geçsün deyü/ Hele şöyle bir duralım / Yiğit isen geç a tanrı” dizelerinde görülebilecek bu ‘tür’ün ne Tanrı’yla dalga geçmeyle ne de hicivle, ironiyle alakası var. Bu ‘tür’de, söyleyen veya onu tekrar eden dışında herhangi bir kimseyi bağlayan herhangi bir durum sözkonusu değil. 

Bu durumunla yakından bağlı bir başka konu ise, ‘Tanrı’ya hakaret’ meselesi. Bir örneğini Sosyalist SP ile Demokrat D66’ın Meclis’e ortaklaşa sundukları bir yasa teklifiyle suç olmaktan çıkarmaya çalıştıkları için gündemde olduğu Hollanda’da gördüğümüz bu konunun, Tanrı’ya müteallik nasıl bir yönü var, insan merak ediyor. Hukuk, hiç bir şekilde ‘Tanrı’ya hakaret’ diye bir suç tanımlayamaz çünkü. ‘Kutsal’ diye ayrı bir kategori açmak ve bu yolla Tanrı’yı yere indirmek, böylece de insanların inançlarını, ama ‘her’ inancını ‘kutsal’ diye hukuki garanti altına almaya çalışmak, modern seküler hukukun bu durumda kaçmak için bulduğu büyük bir numaradan başka bir şey değil. Ve çünkü ‘Tanrı’ya hakaret’i suç olmaktan çıkarmak nihayette hukuki (ya da seküler) değil teolojik bir tavır (özellikle ülkedeki Müslümanların verebileceği tepkiler hesaplanmışsa, politik teolojik bir tavır) ve böyle bir kararı alabilen merciinin de, teolojik bir anlamla mücehhez olması gerekir. Kısacası böyle bir karar verebilecek, sekülerleşmiş de olsa teolojik bir anlamla da mücehhez olabilecek bir mercii, ancak Protestan bir ülkede mümkün olabilir. (Parlamentodan geçen, ancak Senato’da takılmasına neredeyse kesin gözüyle bakılan bu girişimin ve benzeri girişimlerin ‘biyo-siyaset’ teorileriyle birlikte okunması ise ilginç olabilir: Herkes istediğini elde edecek, ama aynı kısır döngü içinde kalınarak!)

Ancak Say’ın ifadelerinin Hayyamvari bir imtiyazdan yararlanamamasının, ‘Tanrı’ya hakaret’ gibi hukuki olarak mümkün olamayan bir şeyden yararlanamaması ve söylediklerinin doğrudan ‘Tanrı’ya seslenme gibi ‘şathiyat türü’ne sokulamaması dışında, başka bir nedeni de, doğrudan ‘dil’iyle alakalı. Say’ın ifadelerini ‘başka türlü’ okuyabilmenin hiç bir imkanı yok. Ona Hayyamvari bir imtiyaz talebi arayışında bulunulmasının yani ifadelerinin ‘dil’i dışından bir destek aranmasının nedeni de bu: Kendinde olmayanı kendisine bahşetmemizi istiyor (şahsi tavrım merak ediliyorsa, Say’ın ‘ifadeler’inden, başka nedenden dolayı değil tam da bu nedenden dolayı şikayet edilmesi gerektiğini düşünüyorum.)

Öte yandan, bir örneği 17 Nisan tarihli köşesindeki yazısıyla Taha Parla’da veya Parla’nın tutumunu, tuhaf bir çekimserlik içindeki bir ‘liberal’ tutumla sündüren yine aynı tarihli Today’s Zaman’daki “Fazıl Say’s right to remain a bigot” başlıklı yazısıyla Mahir Zeynalov’da bulduğumuz, ‘hukuk cezalandırmasın, bırakalım toplumsal sorumlulukla bu iş halledilsin’ tavrının en büyük sorunu, tam da hiç beklemeyebilecekleri bir yerde: Eleştiriyi ve karşı eleştiriyi ‘toplumsal sorumluluk’ sayması ya da her bu türlü bir vakada ‘sivil protesto veya kamusal olarak tekdir’ (‘public scolding’ diyor Zeynalov) beklentisi içine girilmesi, fiili olmasa da, simgesel bir ‘linç’ anlamına da gelebilir. Doğrusu Say, böyle bir ‘linç’e uğradı; bunu haketmediğini söylemek de gereksiz, hakettiğini söylemek de. Bunun bir nedeni, yukarıda bahsedilen kendisinde olmayanı kendisine bahşetmemiz beklentisine girilmesiyse, diğer bir nedeni de, tepki gelmesi muhtemel ifadelere daha fazla tepkiyle karşılık verilebileceği beklentisiydi. Mahkeme kararının açıklanmasıyla, beklenen bu ‘kakafoni’ maalesef oluştu; ama kısmen, çünkü nedense (sahi, neden?) uluslararası arenadan gelmesi beklenen tepkiler, yeterince gelmedi ve ‘ideal ortam’ tamamlanamadı, güdük kaldı. Zaten şu anda var olanı ‘kakafoni’ olarak adlandırabilmeyi de bu ‘ideal ortam’ın bulunamaması sağlıyor. Ama, mesele ne sahiden?

Mesele ne sahiden? 

‘Fazıl Say vakası’nın gerilmeye, sündürülmeye, hatta sömürülmeye çalışılmasının arkasında, aslında bizzat bu ‘vaka’ya da, tıpkı Say’ın ifadelerine kendisinde olmayanı bahşetmemiz talebi gibi, kendisinde olmayan bir takım yüklemler yüklenmesinde yatıyor. Cüneyt Özdemir’in 16 Nisan tarihli “#Benidefazılsay!” adlı yazısından öğreniyoruz ki Londra’da Türkiye’nin konuk olduğu Kitap Fuarı nedeniyle Büyükelçi’nin bir araya getirdiği, ancak aralarındaki (şahsi veya değil) çeşitli meseleler nedeniyle bir masa etrafında bile birbirleriyle biraraya gelmekten kaçınan entelektüellerimiz, Fazıl Say’a verilen 10 aylık hapis cezası birleştirmiş. Hatta, Özdemir’e inanacak olursak, bu cezanın, “sadece Fazıl Say’ı değil tüm Türk düşünsel hayatını bağlayacağı”, “Türkiye’nin uluslararası imajı üzerine bir gölge düşüreceği”, “aklı-mantığı olmadığı” noktasında birleşilmiş. Doğrusu, ‘ifade hürriyeti’nin, “en az ekonomik başarılar, dış politika vizyonları, barış süreci kadar önemli bir konu olduğu anlaşılıncaya kadar” kendisini Fazıl Say saymamızı isteyen Özdemir’in ve onunla bu konuda hemfikir olan entelektüellerin derdinin ‘ifade hürriyeti’ değil, ‘imaj’ olduğu gayet açık. Öyle olmasaydı, ‘ifade hürriyeti’nin sınırlarının aslında onu koruyan ve besleyen bir yönü olduğunu görebilmeleri gerekirdi. (Özdemir’de ‘ifade hürriyeti’ ile ‘düşünce’ veya ‘vicdan hürriyeti’nin karıştırılmasına ayrıntılı olarak değinmek, çok sık da karşılaşıldığından, kendisinin ifadesiyle, “‘kendi kendimizi dünyaya rezil etmek” de olacağından, gereksiz görülebilir!)

Say vakasının ‘imaj’ meselesine bağlanmasının ‘siyaseten doğruculuk’ tarafı var elbette. Ancak bu ‘siyaseten doğrucu’ tavır, vehmedilen bir çoğunluğun tarafında yer alma kaygısıyla tezahür ettiğinden, ‘ifade hürriyeti’nin önündeki en büyük engellerden de birisi. Ancak ötesi de var: Fazıl Say dolayısıyla ‘imaj’ kaygısı güdenlerde bu ‘imaj’ vehminin altında, başka bir meselenin, ‘acaba benim dilim de sürçebilir mi?’ kaygısının olduğunu varsayabilir miyiz; varsayabilirsek, ‘ifade hürriyeti’nin nasıl bir tehdit altında olduğunu tahmin edebilir miyiz, düşünülmesi gereken bir mesele. Çünkü eğer böyle bir kaygı varsa, bu, aslında, başta belirtilen, ‘ben lafımı ortaya koydum, isteyen alır, isteyen almaz’ narsizminin de ciddi ciddi düşünülmesi gereken bir mesele olduğunu gösterir. Daha çok liberallerde kendisini belli belirsiz hissettiren bu mesele, ‘ifade özgürlüğü’nün ‘liberal’ değil, ‘siyasal’ bir ilke olduğunu her zaman unutturmaya çok yatkın da bir mesele olduğundan ciddi ciddi üzerinde düşünülmeyi hak ediyor.

Fazıl Say’a gelince. ‘İfade’lerine çok büyük anlamlar yüklemeye gerek yok. Yargılanmasaydı ve mahkum olmasaydı da olurdu. Ancak şikâyet üzerine yargılandı ve şikayet edenin de, kişiliğine ve kimliğine bakılmaksızın, bir hakkı var. Bu hakkı yok sayarak meseleyi bir ‘Fazıl Say vakası’ haline getirmek, Say’ı, her ne kadar beş yıl boyunca kendisini daha özenli ‘ifade’ etmeye mecbur hissedecekse de, ‘ifade’si üzerinde düşünmekten de mahrum bırakmak anlamına gelir. Yani: (olduğunu düşündüğümden değil, ama belki) ‘düşünce’sinde bir ‘doğruluk’ vardı, fakat bunu yakışıksız bir ‘dil’le ‘ifade’ etti; mahkeme şimdi ona bu ‘düşünce’sini daha uygun bir ‘dil’le ‘ifade’ etme şansını da verdi. 

Aksi takdirde, ‘külliyen doğruculuk’ anlamına gelebilecek ‘ifade hürriyeti’nin vay haline!

[email protected]