Kültür tarihi ve kültürel sermayenin değeri

Ali Osman Sezer / Zonguldak Bülent Ecevit Üniversitesi
12.08.2022

Aklın işgali en kapsamlı işgaldir. Çünkü akıl kelimelerle ve onları kavrama dönüştürerek onların tarihsel süreçteki anlamlarıyla faaliyet gösterir. Aklın bu özelliği onun işgali ve özgürlüğü hakkında da ipuçları verir. Aklı işgal etmek, o aklın temel kodlarını işgale geçit verecek kavramların özgün kavramlar yerine ikamesiyle gerçekleşir.


Kültür tarihi ve kültürel sermayenin değeri

Maddi anlamda ilerleme, modern dönemde manevi ilerlemenin önüne geçmiştir. Öyle ki bu durum Birinci Dünya Savaşı öncesi dönemdeki 10 yıllık süreçte bile bütün insanlık tarihinde üretilen maddi birikimle kıyaslanamayacak oranda gerçekleşmiştir. Modern öncesi dönemde gelenek ve göreneğe dayalı üretim ilişkileri böyle bir hıza imkan tanımamıştır. Modernliğin aklı merkeze alan özelliğinin pekişmesi ile geleneğin tekrarından çıkmaya başlayan üretim ilişkileri ve yöntemleri böyle bir inkişafa dönüşmüştür. İnsan, üretim ilişkileri ile ortaya koyduğu maddi kültür ile inançları, düşünce ve duyguları ile edindiği yaşayış biçimini şekillendiren manevi kültür arasında bir denge halinde yaşayarak sosyal düzeni sağlar. Bu iki kültürel yapı arasındaki dengesizlik doğrudan sosyal düzenin dengesizliğinde kültürel boşluk olarak tezahür eder.

Kültürel boşluk

İlk kez 1922'de Amerikalı sosyolog Ogburn'un Sosyal Değişme (Social Change) kitabında ortaya koyduğu kültürel boşluk kavramı maddi ilerlemenin insanlık tarihinde benzeri olmayan inkişafı ardından ele alınarak kavramsallaşmaya başlamıştır. Günümüzün de en önemli sosyal problemlerinden olmayı sürdüren kültürel boşluk ifadesi üzerine düşünme ve kavramsallaşma süreci devam ediyor. İnsan davranışlarının şekillenip karaktere dönüşerek yaşama dair bir zihniyet inşa eden en önemli süreç üretim ilişkileridir. Çünkü üretimin temeli yaşamsal ihtiyaçların karşılanmasıdır. Bu bağlamda üretim ilişkisi içinde olan birey aslında kendi yaşamsallığına dair bir tasavvur geliştiriyor ve üretim ilişkileri ile tasarlayıp ürettiği bir dünyada yaşıyordur. Sanayi Devrimi ile gelişen üretim ilişkilerinde ise tasarlayan iradenin amacı yaşamsal ortamın düzenini sağlayacak bir üretim biçimi olmaktan çıkmış sermeye biriktirme amacına yönelmiştir. Daha fazla üretim ve daha fazla sermeye prensibi ile seri üretime başlayan bu ortam ihtiyaç kavramını da toplumsal dinamiklerden çıkartıp kendi tekeline almıştır. Özellikle reklam sektörü toplumun ihtiyaçlarının sentetik olarak inşasında bu üretim ilişkisinin akıncı gücü olarak ortaya çıkmıştır. Böylece ihtiyaçlar hiyerarşisi alt üst olmuş ve artık insan neye ihtiyacı olduğunun farkındalığını yitirerek bu sektörün nesnesi durumuna gelmiştir.

Sanayileşmesini gerçekleştirmiş ve bu konuda önde giden ülkeler ile bu aşamaya gelememiş, ihtiyaçlarını dışarıdan temin eden ülkelerin kültürel boşluğu farklı yönlerde ve derinliklerde tezahür edecektir. Birincisinde maddi kültürün manevi kültürden daha hızlı gelişimi ile gerçekleşen dengesizlik, ikincisinde maddi kültür ürünlerinin talebi ile birlikte ondan ayrılmaz bir unsur olarak gelişi kaçınılmaz olan manevi kültürle birlikte çok derin bir savrulma olarak gerçekleşecektir. Öyle ki böyle bir ortamda özgün olan her şey yerini maddi kültür ürünleri ile birlikte gelen manevi kültüre terk ederek kendisi hakkında düşünmenin tüm araçlarını yaşamsal ortamın dışına itecektir. İnsan için özgüven, kim olduğu ve ne yapabileceğine dair vazgeçilmez bir denge halidir. Maddi ve manevi kültürel araçlarını yitirmiş olanın özgüveninden söz edilebilir mi? Böyle bir ortamda özgüven kavramı bile anlamını yitirip öykündüğü kültürde asimile olma oranı ile ifade bularak kendisine benzemeyenlere tahammül edemeyip "sana neler yapacağım göreceksin" diyen bir komediye dönüşür.

Boşluğun telafisi mümkün mü?

Kendi ürettiği maddi kültürdeki ani gelişmeler karşısında oluşan kültürel boşluğun telafisi kültürel kodlarından ayrışmamış toplumlar için daha kolaydır. Maddi kültür üretimini de terk edip bunu başka kültürden ikame eden toplumlar, bunun yanında manevi kültürü de ikame ederek süreç içinde kendi kültürel değerlerinden hızla uzaklaşmaya başlayan bir sürece girer. Böyle bir sürece maruz kalan insan ise maruz kaldığı hegemonik kültürün formunda yontulmakla yüz yüze kalır ve bir süre sonra da bu durum normalleşerek artık kendi elleri ile kendisini yontmaya başlar. Aynaya baktığında kendisine dair bir silüet kalmayıncaya, benzemeye çalıştığı forma büründüğüne kani oluncaya kadar bu yontma işlemi sürer gider ve elbette hiç bitmez. Bu ortama düşen insan insanlık savaşını kaybetmiş demektir. Merhum Aliya İzzetbegoviç bu mücadeleyi "bir savaş öldüğünde değil, düşmana benzediğinde kaybedilir." şeklindeki unutulmaz ifadesiyle hatırlatmıştır. Yumuşak güç olarak ifade edilen kültürel hegemonya, emperyalizmin en büyük yatırım aracı olarak faaliyetini sürdürüyor. En büyük yatırım aracı olması, hedefinin doğrudan insan üzerinde, onun iradesini, duygularını ve inancını ele geçirmesine yani insanı ele geçirmesine dayanıyor. Bu tarz ele geçmiş bir toplumun toprağını işgale gerek yoktur. Çünkü o toplum artık kendisini kültürel olarak işgal etmiş iradenin çıkarları doğrultusunda sahip olduğu her şeyi emperyalizmin iradesine amade kılar. Üstelik bunu kendi iradesi zannederek gönüllü olarak gururla yapar. Aliye İzzetbegoviç'in asıl kayıp olarak vurguladığı budur. Düşmanla işbirliği yaparak kendisine savaş açmak gibi bir trajedi (darbeyi meşru gören zihniyet) böyle gerçekleşiyor. Bu yüzden aklın işgali en kapsamlı işgaldir. Çünkü akıl kelimelerle ve onları kavrama dönüştürerek onların tarihsel süreçteki anlamlarıyla faaliyet gösterir. Aklın bu özelliği onun işgali ve özgürlüğü hakkında da ipuçları veriyor. Aklı işgal etmek, o aklın temel kodlarını işgale geçit verecek kavramların özgün kavramlar yerine ikamesiyle gerçekleşir. Özgür bir akıl mekanizmasının temelinde ise o kişinin ve toplumun tarihsel sürecindeki kimliğinin ve düşünme geleneğinin kodlarını ihtiva eden kelimeler yerli yerindedir. Aklın eylemi olarak ortaya çıkan düşünme ise ancak böyle özgür bir akılla ortaya çıkabilir.

Nesneleşen akıl

Neyin ne olduğu ve nereden gelip nereye yöneldiğinin farkında bile olmadan kuru bir taklitçilik insanoğlunun başına gelebilecek en büyük felaket olur. Çünkü insan olarak varlığını sürdürmek sebep sonuç ilişkileri ile kurulu anlam dünyasında gerçekleşebilir. Anlam dünyasını kaybedenin insanlığının anlamını da kaybederek nesneleşmesi kaçınılmazdır. Bu ise ancak insanın kendisi olarak karakterize olduğu düşünce geleneğini gerçekleştirebileceği temel kavramlara ve araçlara sahip olması ile gerçekleşebilir. Kendisi olmayı mümkün kılan temel kavramlarla inşa olmuş bir akıl artık bilimsel düşünceyi gerçekleştirip her türlü kavramı düşüncesinin nesnesi kılabilir. Aksi durumda ise nesneleşen, aklın kendisi olur. İnsan faaliyetleri, bilgisi ile tasavvur edip tasarladığı irade ile gerçekleşir. Bunun dışında kalan eylemler akıl ve iradeden bağımsız refleks hareketlerdir. Elbette kendimiz olarak gerçekleşebilmek öncelikle kültürel sermayenin donanım bilgisine sahip olarak bu bilmenin tasarımı olan faaliyetle mümkündür.

Geçtiğimiz hafta, Milli Eğitim Bakanımız, müfredata Kültür Tarihi dersinin ekleneceğini duyurdu. Bu gelişmenin ele aldığımız konunun bağlamları üzerinden eğitim sistemimizde çok önemli bir boşluğu gidereceğini umuyorum. Bir ders üzerinden yapılacak eğitim ve öğretim elbette yeterli değildir ancak bir şeyin bilgisi olmadan o konuda eylemde bulunmak söz konusu değildir. Bir ağacın sağlıklı gelişimi ile meyveye durabilmesinin en önemli koşulunun ait olduğu toprağın iklimiyle buluşması ne ise bir toplumun kültürüyle ilişkisi odur. Kültürün en temel kodlarını temsil eden dil ve o dille dillenen düşünce ve her türlü kültürel sermayenin zaman içindeki serüveni bilinmeden bugünden geleceğe uzanan yaşam serüvenimiz umut taşıyamayız. Umutlu olmak olabileceklerin tasarımı ve bu doğrultudaki beklentilerle temenniden ayrışır. Öyleyse umut eden irade, kim olduğu bilincinde nereden gelip nereye yöneldiğine ilişkin bir donanıma sahip olmalıdır. Bu donanımın merkezinde o toplumun hak bilinci etrafında şekillenen kültürel sermayesi yer alır. Dilin ve düşüncenin temelinde yer alarak diğer bütün ürünleriyle bir toplumun millet olarak var oluşuna dönüşen bu kültürel sermayenin işlevsel olarak cari olabilmesi bizi biz ve bu toprakları bizim vatanımız (evimiz) yapan değerleri ifade eder. Bu durum başka milletlerin değerlerinin değersiz olduğu anlamına gelmez. Elbette her millet onları millet yapan değerler içinde, onu geliştirerek yaşatabildiği sürece kendi varlığını sürdürebilir. Bu değerler o milletin tarihsel süreçte ürettiği kendisidir. Ancak burada ele aldığımız, bir milletin millet olarak kalabilmesinin, onun duygu, düşünce ve inançlarıyla seçip ürettiği bu değerleriyle kurduğu ilişkiler ortamında gerçekleşeceğidir. Bir millet bu değerleri kendisi ürettiği süreçlerde millet olur. Başkasının ürettiği değeri hazır almaya kalkışarak –ki bu mümkün de değildir- millet olunamaz, ancak millet olma hali ortadan kalkar. Değerler ancak onları üreten emek sürecinde değer olur. Bizi biz bu toprakları vatan yani evimiz yapan değerler bu süreçte biz olarak bizim tarafımızdan üretildi. Onları terk ettiğimizde ise artık ne biz biz, ne de bu topraklar bize vatan olur. Çünkü kültürel sermayemizin cari değeri onunla olan münasebetimiz kadardır. Kendi kültürel sermayesine sahip olan bir toplum, ancak kendi aklının eylemi olarak ürettiği kendi düşünme yetisiyle, ilim nerede olursa olsun, özne-özne ilişkisi kurarak onun muhatabı olma sorumluluğunu üstlenebilirse bu sermayeyi koruyup geliştirerek kendisi olma halini sürdürebilecektir.

[email protected]