Kültürel alan siyasetten muaf değil

Dr. Fethi Ufuk Özışık / Siyaset Bilimci
7.10.2022

Oğuzhan Bilgin'in editörlüğünü yaptığı Kültürel İktidar, okuyucusuna, Bizimkiler dizisinden Mevlana'nın Türk edebiyatındaki yerine ve ele alınış biçimlerine, Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerindeki "Devlet nasıl kurtulur?" tartışmalarından Cumhuriyet dönemindeki edebiyat akımlarına, Tevfik Fikret'in zihniyetinden Ankara Palas'ın sembolik ve mimari anlamlarına ve daha nice ilgi çekici konu ve fikirlere uzanan bir yolculuk teklif ediyor.


Kültürel alan siyasetten muaf değil

Doç. Dr. Oğuzhan Bilgin'nin editörlüğünde, alanında uzman akademisyen ve yazarların on dört makale ile katkı sunduğu Kültürel İktidar isimli kolektif eser, Diploması Vakfı Yayınları'ndan okuryazarlarla kısa süre önce buluştu. Kültürel iktidar, son birkaç yıldır hem medyada hem de akademik çevrelerde gündemde olan ve sıcaklığını koruyan bir kavram olarak karşımıza çıkıyor. Özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın kültür, sanat ve bunlarla ilintili alanlarda, yirmi yıllık iktidarları döneminde eksik kalındığını hatta başarısız olunduğunu çeşitli platformlarda ifade etmiş olması da bunda elbette önemli bir rol oynadı ve birçok kimsenin bu hususa yönelik ilgi ve alakasını canlandırdı. Yirmi yıldır "siyasi" iktidarı elinde bulunduran bir siyasi hareketin ve onun toplumsal uzantılarının bu itiraf ve hayıflanmasına benzer ifadelerin başka bir ülkede siyasi iktidar sahipleri tarafından dile getirilmesi büyük ihtimalle garip karşılanabilirdi. Tam da bu noktada eser, "kültür", "iktidar", "hegemonya", "Batı-Batı dışı", "post-kolonyalizm", "yabancılaşma", "self-oryantalizm", "modernleşme" gibi kavramlar üzerinden Türkiye'deki yerleşik ve egemen kültür anlayışının gelişim sürecini, içeriğini ve gücünü nasıl muhafaza ettiğini siyasal, tarihsel, sosyolojik ve ideolojik bir perspektifte ele alıyor.

Sınıflar arası egemenlik mücadelesi

Eser içerisinde bulunan birçok makalede Gramsci'nin hegemonya kavramı üzerinden ortaya koyduğu sınıflar arası egemenlik ve iktidar mücadelelerinin Türkiye özelinde ele alınması ve Türkiye bağlamında özgün bir tartışmanın ortaya konması çok önemli. Bu çerçevede hegemonya kavramı belki iktidar kavramına göre daha açıklayıcı bir niteliğe sahip görünüyor. Gramsci İtalya'daki işçi sınıfının beklenen sosyalist devrimi gerçekleştirememe sebebi olarak işçi sınıfının üst-yapı unsurları olarak değerlendirilen kültür, sanat, ideoloji ve edebiyat gibi alanlarda egemen iktidar gruplarının hegemonyasını alt edebilecek karşı bir hegemonyayı kuramamış olmasını öne sürer. Gramsci, bu önermesi ve tespiti ile ekonomik determinizm ve tarihsel materyalizm üzerinden sosyalist devrimin "kaçınılmaz" olarak gerçekleşeceğini vazeden Ortodoks Marksizm'den de ayırılır. Türkiye'de de Genç Osmanlılar, Jön Türkler, İttihat ve Terakki Cemiyeti bünyesinde filizlenen ve devamında Cumhuriyet'in kurucu kadroları tarafından da benimsenip devralınan Batıcı düşünce geleneği, aynı dönemde devletin kurtuluş reçetesi olarak görülen alternatif fikir akımları olan İslamcılık, Osmanlıcılık ve Türkçülük karşısında galip gelmiştir. Devletçi-seçkinci grupların iktidar yapısı içinde gücü tamamen eline alması ile birlikte yeni rejim, Osmanlı'nın son döneminde başlayan aydınlanmacı ve pozitivist reform hareketlerini, radikal ve otoriter bir biçimde nihayete erdirmiştir.

Katı laisizm dayatması

Katı bir laisizm ve din-İslam karşıtlığı temelinde yükselen yeni rejimin temel amaçlarından biri geleneksel-dinî toplumsal yaşam biçimi ve referansların tasfiye edilmesi ve bunların yerine tepeden inmeci bir biçimde Batılı-seküler yaşam biçimi ve referansların yerleştirilmesi olmuştur. Bu bağlamda bu yaşam biçimi ve referanslar planlı ve programlı birçok politikanın ve uygulamanın da desteğiyle birer norm ve sahiplenilmesi farz olunan bir değerler silsilesi haline dönüşmüştür. Tarih, dil, edebiyat, müzik, eğitim, sosyal yaşam ve mimari başta olmak üzere birçok alanda devlet eli ve desteğiyle hayata geçirilen uygulamalar, hukuki düzenlemeler, kurumlar ve semboller, yeni rejimin yeni insanının makbul vatandaş haline gelebilmesi için izlemesi gereken yol ve prosedürleri ortaya koymuştur. Bu pratikler, kapsayıcı ve teşvik edici olmaktan uzak, otoriter ve zorlayıcı bir biçimde gerçekleştiği için Anadolu'da yaklaşık bin yıllık bir geçmişi ve kökü olan geleneksel-İslami değerlere bağlı olarak yaşayan geniş kitleler nezdinde huzursuzluğa ve bir nevi hayal kırıklığına da neden olmuştur.

Nitekim çok partili hayata geçişle birlikte bu kitlelerin önemli oranda destekledikleri siyasi partiler hemen hemen bütün seçimlerde iktidara gelebilmişlerdir. Ancak demokratik siyasal hayat periyodik olarak askerî müdahalelerle kesintiye uğramış, askerî-bürokratik elitlerden oluşan ve sivil uzantıları da olan oligarşik bir yapı askerî bir vesayet sistemi üzerinden seçimle göreve gelen sivil hükümetlerin hareket ve söylem alanını devamlı olarak sınırlamıştır.

Batıcı kültürel hegemonya

2002 yılından itibaren iktidarda olan ve günümüze kadar bütün seçimlerde galip gelen AK Parti bu kesintisiz iktidar döneminde büyük mücadeleler vererek askeri vesayet sistemini önemli oranda zayıflatabilmiştir. Siyasal, kurumsal ve ekonomik alanda sözü edilen süreçte milliyetçi-muhafazakâr kesimler önemli kazanımlar elde etmişlerdir. Ancak her ne kadar askeri vesayet geriletilebilmiş olsa da yaklaşık iki yüzyıllık sağlam bir temele dayanan Kemalist-seküler ve Batıcı kültürel hegemonya karşısında bu kesimlerin sivil toplum, kültür, sanat, edebiyat ve günümüzde sosyal medya gibi alanlarda aynı oranda kendilerine alan açamadıklarını ve karşı bir hegemonya yaratabilme konusunda oldukça zayıf kaldıklarını ifade etmek gerekir. Elbette bu durumu sadece bir yetersizlik olarak görmek haksızlık olacaktır. Yeni rejim aslında önemli bir oranda hedeflerine ulaşmıştır. Demografik açıdan sayısal olarak çok daha azınlıkta olan bir toplumsal kitlenin ve onun seçkinlerinin, aydınlarının salık verdiği yaşam tarzının, yücelttiği değerlerin, estetik anlayışının ve dünya görüşünün siyasal iktidar olunmamasına rağmen toplumun diğer kesimlerince de öykünülen, arzu edilen formlar olması tam da hegemonya kavramının karşılığını vermektedir. Bu öyle az buz bir başarı değildir. İşte bu eser, bu kültürel hegemonya durumunun neden ve nasıl bu denli başarılı ve sürekli olabildiğini ortaya koymaya çalışan makalelerden oluşmaktadır. Eser, bu durumun nasıl tersine çevrilebileceğine odaklanmaktan çok, hâlihazırda var olan egemen ve yerleşik kültürel hegemonyanın kodlarını tarihsel, siyasal, sosyolojik ve ideolojik açıdan deşifre etmektedir. Bu bağlamda eserde bulunan çalışmaların birbirini tamamlar ve destekler bir biçimde kültürel hegemonyanın tarihsel kökenlerini, ideolojik ve politik uzantılarını, müzik, edebiyat, mimari ve sinema gibi alanlara da temas ederek ele aldığını görüyoruz. Eserin, disiplinler arası ve çok boyutlu bir yöntemle, okuyucuyu oldukça zengin ve tartışmaya kapı aralayan bir içerikle buluşturduğunu ifade etmek gerekir. Eser okuyucusuna, Bizimkiler dizisinden Mevlana'nın Türk edebiyatındaki yerine ve ele alınış biçimlerine, Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerindeki "Devlet nasıl kurtulur?" tartışmalarından Cumhuriyet dönemindeki edebiyat akımlarına, Tevfik Fikret'in zihniyetinden Ankara Palas'ın sembolik ve mimari anlamlarına ve daha nice ilgi çekici konu ve fikirlere uzanan bir yolculuk teklif ediyor.

Biz kimiz?

Yukarıda sözü edilen deşifre etme eylemi aslında kültür, sanat, edebiyat, müzik ve medya gibi alanlardaki mevzi ve kaynak dağılımının daha demokratik hale getirilebilmesi anlamında atılması gereken adımların biridir. Yıllarca kendisini tanımlama ve tanıtma noktasında belli başlı bazı inisiyatiflerin dışında sınırlı ve yetersiz kalmış olan milliyetçi-muhafazakar kesimlerin reaksiyoner ve pasif bir pozisyondan "oyun kuran", kendi sözünü söyleyen ve daha özgüvenli bir pozisyona gelebilmesi için öncelikle neden bu konumda olduğunu veya bu konumda "tutulduğunu" anlaması gerekir.

Kültürel alan, iktidar mücadelesinden, siyasetten ve ideolojiden muaf bir alan değil. Bilakis Türkiye gibi Doğu-Batı arasında sıkışıp kalmış halen "biz kimiz?", "nereden geliyoruz?", "nereye gitmek istiyoruz?" gibi sorulara net ve konsensüs oluşturan cevaplar üretmeyi yeterli düzeyde başaramamış bir ülkede de elbette bu alanlar oldukça politize edilen ve toplumsal mücadeleleri tetikleyen alanlardır. Bu noktada orta ve uzun vadede belki de amaçlanması gereken herhangi bir kesimin bir diğeri üzerinde bir "kültürel iktidar" ya da hegemonya kurması olmamalıdır. Türkiye'de ihtiyaç duyulan şey, çokça bedel ödenmiş olunan demokratikleşme, sivilleşme ve normalleşme yolculuğunda, farklı kültürel kodlara, yaşam tarzlarına ve sembollere sahip farklı toplumsal kesimlerin bir arada yaşam pratiklerini geliştirmesine imkân sunacak özgür, eşitlikçi, çoğulcu ve uzlaşmacı bir sivil toplumun ve kültürel yaşamın önündeki engellerin kaldırılması ve bu yönde yapıcı siyaset ve söylemlerin geliştirilmesidir. Bu noktada on dokuzuncu yüzyıldan günümüze uzanan otoriter, tepeden inmeci ve dışlayıcı pratiklerin çok daha kapsamlı ve yaygın bir yakın tarih okuması yapılarak eleştirel ve rasyonel bir biçimde ele alınması gerekir. Eğitim sistemimizin sadece şekil yönünden değil içerik itibariyle de baştan aşağıya yeniden ele alınmasının da bu doğrultuda büyük önem arz ettiği kanaatindeyiz. Resmi tarih, resmi ideoloji, makbul vatandaş gibi sorunlu kavramların yerine sivil, demokratik ve çoğulcu bir eğitim, tarih, kültür ve sanat anlayışının sağlanması için Türkiye yeterli deneyime ve kapasiteye sahiptir. Yeni Türkiye'de, çatışmadan beslenen ve bizi hiçbir yere vardırmayacak ve büyük oranda eşitsiz bir temele dayanan kutuplaşma söyleminden sıyrılmanın yolu, bu eserin yapmaya çalıştığı gibi ilk önce "neden?" diye sormaktan ve devamında anlamaya ve anlatmaya çalışmaktan geçmektedir.

[email protected]