‘Kültürel iktidar' bağlamında Hasan Âli Yücel'in Tanıl Bora'sı

Av. İsmail Küçükkılınç / Yazar
6.02.2021

Köy Enstitüleri dindar camiada daha merkezî bir tenkid mevzuu ve esasen sekter Kemalistlerin bir uzvuyken Tercüme faaliyetleri Kemalizmin de nihaî hedefi olan seküler bir hayatın en mühim hizmetçisiydi.


‘Kültürel iktidar' bağlamında Hasan Âli Yücel'in Tanıl Bora'sı

Kültürel iktidar, ülkemiz şartlarında kabaca ve genel olarak siyasî ve bürokratik iktidar haricinde kalan ve fikrî, ilmî, mimarî, estetik ve entelektüel vb. sahada hâkim olan, mezkûr iktidarlarla da çatışan, aydınların mümessili olduğu iktidardır ve esasen sol/sol liberal/sosyalist/seküler/laik bir iktidardır.

Siyasî, bürokratik ve kültürel iktidarın Cumhuriyet tarihimizdeki görünümünü ise kabaca şu şekilde izaha edebiliriz. I. Meclis'in Lağvı, Cumhuriyet'in ilanı ve İttihatçılığın İstiklal Mahkemesi eliyle 1926'daki tasfiyesinden sonra 1950 seçimlerine kadar her üç iktidar da Tek-Parti iktidarının, Kemalizm'in ve CHP'nin tekelindeydi. 1950 ile AK Parti iktidarı arasındaki 60 senelik süreçte siyasî iktidar sağ partilerde, bürokratik ve kültürel iktidar da kabaca sol "cenah"ta olmuştur. Bu süreçte bürokratik iktidarın tahkimini tesis eden en mühim amil 27 Mayıs 1960 darbesi ve 1961 Anayasası idi. Sağ partiler bu zaman zarfında kısa dönemler hariç siyasî seçimleri hep kazanıp iktidar olmuş ancak bilhassa askerî ve kazaî (yargı) bürokrasi siyasî iktidarın tesirini azaltmıştır.

Nesil yetiştirmek

1950-1960 arası DP'nin milletin kahir ekseriyetinin teveccühüne mazhar olmasına rağmen millete istinat etmeyi ve ondan destek görmeyi maddî hizmetle özdeş görmesi kendi felaketinin de yegâne sebebi olmuştur. Tabanının büyük çoğunluğunu muhafazakâr-mütedeyyin camianın teşkil ettiği DP, baraj yapmış, yol yapmış, sağlık hizmetlerini ve tarımda makineleşmeyi yaygınlaştırmış, ihracatı, okul sayısını arttırmış, böylelikle milletin genelinin desteğini ve duasını almış ancak kültür hizmetlerini ve "yeni nesil yetiştirmeyi" ihmal etmiştir. Hatta Malatya Hadisesi, üniversitelerde nisbî de olsa bir denge unsuru mahiyetindeki Milliyetçiler Derneği'nin kapatılması için vesile edilmiştir. Darbeye takaddüm günlerde Nisan ayının sonlarında İstanbul'da Hukuk Fakültesi talebelerinin, Mayıs'ın başlarında da Ankara'da Mülkiye talebelerinin başını çektiği gösteriler ve bilhassa Harbiyelilerin yürüyüşü 10 senedir iktidarda olan bir parti için facia ve felaket kabilinden bir netice idi. İşin daha da ilginci bu talebelerin mühim bir kısmının ailesi muhafazakâr Anadolu insanı idi.

"Kültürel iktidar"ı tahkim ve okullar üzerinden "yeni nesil yetiştirme" hedefindeki kırılma noktası Serbest Cumhuriyet Fırka'nın 1930 belediye seçimlerinde aldığı başarı ve ilk genel seçime girmesi halinde iktidara gelecek bir çoğunluğa sahip olacağının anlaşılmasıyla yaşandı. Mustafa Kemal'i en fazla kızdıran şeylerin başında Nutuk'ta 19 Mayıs 1919'ta Millî Mücadele'yi başlattığını söylediği yer olan Samsun'un aradan 10 yıl geçtikten sonra yüzde 88.2 oranında bir oyla belediye başkanlığına CHP'li olmayan birini seçmesiydi. Malum, Samsun aynı zamanda Mustafa Kemal'in hemşehrileri sayılacak Serez, Drama ve Kavala gibi Selanik sancak ve kazalarına mensup mübadillerin de iskân edildiği bir yerdi. İzmir'de vali ve askerin şiddet dahil her türlü baskısına ve sahtekârlığına rağmen bazı ilçelerde yüzde 90 civarında bir oyla SCF'nin desteklenmesi ise kendisini daha da kızdırmış olmalı. Mustafa Kemal için temsil ağırlığı hayli yüksek Samsun ve İzmir gibi iki şehrin baskıya rağmen tercihini başka türlü kullanmış olması birçok şeyin de işaretiydi.

SCF tecrübesine kadar yapılan devrimler ne kadar ağır ve tabanda karşılığı zayıf olursa olsun esasen "kurumsal" vasfı, şeklî veçhesi baskın devrimlerdi. Birinin şapka giymesi, kafasının içindekini değiştirmeye yetmezdi. Hilafet'in ilgası kişinin imanına zarar veremezdi. Ancak SCF tecrübesi devrimlerin tabanda istenilen desteği bulmadığını gösterdi. Seçimlerde SCF'yi destekleyen Türk Ocağı'nın kapattırılması ilk bakışta kurumsal/şeklî bir tedbir ve karşı-hamle gibi görünse de bunun böyle olmadığı anlaşılacak, halk evleri üzerinden kültürel iktidarın tabana yaygınlaştırılmasına çalışılacaktı.

Zihin değişikliği

Kanaatimizce 1930 SCF tecrübesi sebebiyle üç aylık yurt seyahatine çıkan Mustafa Kemal, hemen her yerde dinlediği şikâyetler idarece giderilse, iktisadî şartlar nispeten iyileştirilse bile "zihin değişikliği"ni temin, tahkim ve bilhassa da tevsii edecek hal çareleri bulunmadığı takdirde kurumsal devrimlerin yerleşemeyeceğini anlamış ve bu sebeple emareleri mevcut Türk Tarih Tezi, Dil Devrimi, Türk Müziği gibi pek çok kültürel faaliyete merkezî bir kıymet atfetmiştir.

Hasan Âli Yücel, "solda sıfır" olarak bilineceği bu gezide Mustafa Kemal'in gözüne girmiş, sofraya davet edilmiş, mebus seçilmiş ancak Kemalizme esas hizmetini Mustafa Kemal'in ölümünden sonra ifa etmiş Mevlevî-mütedeyyin bir eğitimci ve entelektüeldir. Mustafa Kemal ile bilinen yaygın bir yanlışı tashih zımnında söylersek o, kendisine musaddak bir merbutiyet halinde siyasî, idarî ve sofra maiyetine alacağı birinin dinî inancını mesele yapmazdı. Alnı secdeden ayrılmayan, hastalığında dahi orucunu aksatmamaya çalışan Fevzi Çakmak, devrimler olurken Genelkurmay Başkanı'dır ve bunlara yönelik hiçbir itirazda bulunmamıştır. TBMM Başkanlığının uzun süre kendisine teslim edildiği Abdülhalik Renda, namaz ve oruç hususunda Fevzi Çakmak'tan daha da hassastır. Bu bakımdan Mevlevî Yücel'in maiyette olmasına şaşmamak gerekir. Kim hizmete layık bulunuyor ve inancını askıya asıyorsa içeriye rahatlıkla girebilirdi.

Yine bir yanlışı tashih vadisinde söylersek; Tek-Parti devrinde İslam'a sadece mesafeli değil muhasım bir manzara veren bazı siyasetçi ve bürokratların vefatlarından sonra yayınlanan hatırat ve biyografilerinde aslında öyle olmadıkları da anlaşılmaktadır. Normalde münafıklık, inanmayan birinin inanıyor gibi görünmesiyse de bu devrede birçok inanan insanın inanmıyor gibi bir görüntü verdikleri, hallerine tam uymasa da takiyye yaptıkları şüphesizdir. Ancak kanaatimiz odur ki, geniş manada ait oldukları "anlam dünyası"na en fazla zarar veren, "aparat" olarak işlev gören iki isimden bir Hilafetin kaldırılmasında "müderrisler"i bile ikna eden fıkıh âlimi Seyyid Bey, diğeri de İslam'a mesafeli hatta muhasım bir neslin zihnî gıdalarını temin vadisinde gayreti ve hizmeti mesbuk Hasan Âli Yücel'dir. Zannımca bu iki isim, İttihatçıların İslamcı kanadına da mensup Rıfat Börekçi ve Ahmed Hamdi Akseki gibi eşine daha evvel tesadüf edilmeyen müthiş bir yangında "birkaç demirbaş" kurtarmak için hareket ediyor değildi.

Hata payımızı saklı tutarak söylersek, Mustafa Kemal'in kurumlar üzerinden yaptığı ve hedefi -öncelikle tüm millet değildir- eğitimle ve kültürle yeni nesilleri kazanmak olan devrimlerini Batılı eserleri öne çıkararak ve entelektüel bir derinlik kazandırarak gerçekleştiren kişi Hasan Âli Yücel'dir. Bu sebeple yazımızın başlığı Tanıl Bora'nın Hasan Âli Yücel'i değil, Hasan Âli Yücel'in Tanıl Bora'sıdır. Şayet haksızlık yapmıyorsak Bora'nın bu kitabı aynı zamanda bir şükrâne vasfındadır.

Tanıl Bora, "kültürel iktidar"a sahip sol/sol-liberal/sosyalist/seküler/laik geniş bir camianın uçbeyi hükmündeki "İletişim Grubu"nun bizce en makul, mutedil isimlerinden biridir. Sadece mesmuât değil meşhûdâtımıza binaen de söylersek, birçok muhafazakâr hatta bazı İslamcı yazar ve akademisyen bu grubun yayınevi ve dergilerinde görünmek için had raddede iştiyak ve tehalük gösteriyor. İtiraf ederiz, "kültürel iktidar" denilen şey tam da budur. Bu grup hakkındaki iddia, itham ve şayiaların bir kısmında gerçeklik payı olabileceğini inkar etmemekle birlikte entelektüel çaplarını ikrar da ilim haysiyetinin bir iktizasıdır.

Haksız ve ağır iddialar

Hasan Âli Yücel hakkında kimi iddiaların haksız ve ağır olduğunu peşinen kabul edenlerdeniz. Onun bir komünist olmadığı da muhakkaktır. Ancak onu adeta "üstün-insan" gibi gören Ahmed Güner Sayar gibi birkaç isim hariç tutulursa rahmetle anılmaması ancak sekter Kemalistlerce ve tüm ihtirazi kayıtlarına rağmen entelektüel solca saygıyla anılması manidardır. Paradoks veya ironi ama hakikat de şudur: Yücel, İslam'a inanan biri olarak dindarların meyvesinden yiyemediği, yemesinin mümkün olmadığı bir ağacın tohumunu eken, onu sulayan, bakımını yapan biridir. O, "Kâşaneler, mâbetler ve şehirler gibi insanlar da bina olunurlar" derken ne dediğini çok iyi biliyordu.

Tanıl Bora'nın Hasan Âli Yücel biyografisinde temas edilmesini umduğumuz ama bulamadığımız bu ironi, onun bazı gayretlere rağmen dindarlarca tebri'e edilmemesinin de sebebidir. O dindarlar nezdinde dinsiz olduğu için değil, dinsizliğe hizmet ettiği, kapı araladığı, o kapının açık kalmasına sebep olduğu için "mücrim"dir. Ağır bir ifadeyle söylersek "dindarlığını seküler pazarın akşam tezgâhında kiralığa çıkaran" biridir o. Sebebi dalkavukluk mudur, başka bir şey midir bilemiyoruz. "Çıktı"lar üzerinden hüküm verdiğimizde (izhar-ı kanaatte bulunuyoruz aslında) niyetinin sahih ve salih olsa bile aksi sonuçlar verdiğini söyleyebiliriz.

Tanıl Bora'nın kitabında bizi şaşırtan hususlardan biri de onun Köy Enstitülerine, Tercüme faaliyetlerinden daha fazla ağırlık vermesi olmuştur. Biz zannetmiştik ki, Bora, "kültürel iktidar" mefhumuna da muvazi ve muvafık olarak Tercüme Bürosu ve Tercüme Dergisi'ne esaslı bir yer ayırır. Köy Enstitüleri kökleri İTC-Meşrutiyet devrine uzanan ve uzun tartışmaların mevzuu ve ayrıca Tonguç'un tesir ve teşrikinin de müsellem olduğu bir projedir ancak buna mukabil başta Klasikler olmak üzere yapılan Tercüme faaliyetlerinde Âli damgası daha barizdir.

Dip dalga: Tercüme

Köy Enstitüleri dindar camiada daha merkezî bir tenkid mevzuu ve esasen sekter Kemalistlerin bir uzvuyken Tercüme faaliyetleri Kemalizmin de nihaî hedefi olan seküler bir hayatın en mühim hizmetçisiydi. Bora'nın ziyadesiyle istifade edeceği anekdotlarla meşbu olduğu için niçin atıfta bulunmadığını anlamadığımız Erol Güney'in Ke(n)disi isimli hatıratta Tercüme Bürosu anlatılırken kullanılan "Hasan Âli'nin isteği doğrultusunda listenin merkezinde Yunan-Latin ve büyük Batı dillerinde yayımlanan eserler aldı" ifadesi aslında Bora'nın da kabul ettiği bir gerçektir. Köy Enstitüleri devam etseydi bile entelektüel tesiri mefkud veya mevzi olacaktı oysa Tercüme faaliyetleri "dip dalga" hükmündedir ve bugünkü "kültürel iktidar"ın da döllendiği yataklardandır. Köy Enstitülüler "Atatürk'ün parçası olarak" yetiştirildiği için sekülerliği/laikliği Kemalizm üzerinden anlıyor, Tercüme faaliyetlerinde bulunanlar ise sekülerliği tahkim ediyor, yataklaştırıyor, bu faaliyetlerle yetişenler de daha üst bir bakış açısıyla meseleye yaklaşıyorlardı. Peki, muhteva ve malzeme hakikaten asla karşı konulamayacak, çürütülemeyecek kuvvette miydi? Bizce değildi. Tercüme faaliyetleri, Köy Enstitüleri ve sair hizmetlerde mesaj ve maksat daha tayin ediciydi ve şartlar da buna müsaitti. Yücel'in tesiri, izaha çalıştığımız veçhile bir dahi veya orijinal fikirlere sahip oluşuyla değil, paşa torunu Mevlevî bir bürokrat-siyasetçi kimliğiyle eğitim-kültür sahasında gerçekleştirdiği ve her rengiyle sola ve en sekter laik yapılara yataklık yapan hizmetleri sebebiyledir. Mesela o, bir Tanpınar gibi edebî-ilmî bir tesir sahibi değildir. Yücel velûd ama muhalled bir eseri olmayan bir muharrirdir. Şairliği ise istihzayı değilse bile tebessümü celb edecek derecede fenadır.

Mevlevilik ve laiklik

Bora bu kitabında mevzu-şahsı bir bütün olarak derli-toplu gösterdiği gibi kimi esaslı tespitlerde de bulunmaktadır. Yücel'in Mevlevilik anlayışı ile laiklik arasında kurduğu bağlantı, Hasan Âli'nin Mustafa Kemal'den bahsederken adeta dinî bir vecdle meşbu olduğu hususu, Millî Şef kültüne mühim katkısı, toplumu değiştirmeye yönelik kültür politikalarının varlığı gibi şeyler dikkat çekicidir. Neticede bizce en liberal görünen "kültürel iktidar" bile salt bir entelektüel faaliyet değil, aynı zamanda bir "toplum mühendisliği"dir.

Notlar:

1-Kitapta maddî hata yok gibi. Genelkurmay Başkanı Kazım Orbay yerine Özalp yazılması aşikâr ki bir zühuldür.

2-Bora, Köy Enstitüleri ile İHL'ler arasında bir mukayese de yapar diye bekledik ama göremedik. Çünkü Yücel ve Tonguç'un Köy Enstitülü öğrencilerle baba gibi ilgilendiklerine dair anekdotlara yer verilmiş. Gölköy Enstitüsü'nden bir öğrenci Ankara Numune Hastahanesi'nde yatarken Tonguç iki hafta boyunca her gün, Yücel de 10 kez ziyarete gelmiştir. "Baba" kolay olunmuyor. Biz 1990 öncesi İHL talebeleri arasında da böyle öğretmenler vardı ve bizim o senelerdeki hissedilir başarımızın esas amillerinden biri de buydu. Öğretmenlerimizin bize verdikleri para sadece "banknot" değildi; aynı zamanda samimiyet, itimat, inanmışlık ve adanmışlıktı. Şimdi İHL binalarının çoğu lüks, para çok, malzemeler kaliteli ve çeşitli ama eski hava yok. Bizleri de bazen ailelerimiz bu okula zorla gönderirdi ancak öğretmenler şüpheleri izale eder, bize okulu sevdirirlerdi. Öğretmen deyip geçmemek lazım. Galiba İHL'lerin 28 Şubat'ta kapatılmasının verdiği en büyük zarar o öğretmen zincirini kırmasıydı.

3-Bora, Thomas Bauer nam modern-oryantalistten tercüme ettiği Müphemlik Kültürü ve İslam'ın tesirinden midir yoksa kullandığı yerler icap ettirdiği için midir bilmem kitapta asgarî dört defa "müphemlik" kelimesini istimal etmiş.

4-Tonguç kanser olduğunda tedavi için Almanya'ya gidebilmesi için Yücel devreye girip Başbakanlık Müsteşarı Ahmet Salih Korur aracılığıyla iki günde pasaport çıkartmıştır. Bora'nın bahsettiği bu anekdotu biz başka bir anekdotla zenginleştirelim. Turgut Göle de, CHP'li önde gelen isimlerden Faik Ahmet Barutçu ve Hüseyin Cahit Yalçın'ın kanser tedavilerinde yurt dışı muameleleri için Adnan Menderes'in nasıl kural tanımayarak sağa sola emir yağdırıp döviz tahsis ettirdiğinden sitayişle bahseder. Göle bunu söyledikten sonra bir de şu mealde namuslu bir itirafta bulunur: "Eğer iktidarda biz olsaydık, bürokrasi, kanun, mevzuat, kural der, işi bir türlü beceremezdik". Üzücü olan şudur ki Göle, 27 Mayıs darbesinden idamına kadar maalesef Menderes lehine hayırhah bir ifade kullanmamıştır.

5-Hasan Âli Yücel bahsinde mutlaka temas etmemiz gereken bir eser de Ahmed Güner Sayar'ın Hasan Âli Yücel'in Tasavvufî Dünyası ve Mevlevîliği isimli kitabıdır. Hocanın tüm kitaplarını okumuş ve ziyadesiyle istifa etmiş biri olarak söylersek, Sayar bu kitabında sadece başarısız değildir, zorlamanın da şahikalarında dört nala at koşturmaktadır. Yücel'i temize çıkarmak, tezkiye ve tebrie için adeta İslam'ı Yücel'in mizanında tartmaktadır. Hoca, laiklikle Mevlevilik, Yücel ile "Atatürk" arasında mutlak bir bağ kurmak isteyebilir ve bu, "sağcı" telakki için normaldir. Ancak İslam mevzubahis oldukta herkesin daha dikkatli olması gerekir. Bizler cennet kapısının bekçisi değiliz ancak Müslüman olduğunu bizim de kabul ettiğimiz Yücel'i tezkiye için İslam'ı bir şahsa göre yorumlamak hoş değildir. Cenab-ı Hak kullarının yanlışının tasdikçisi değil, affedicisidir. Bir insanın günahının affı için Cenab-ı Hakk'tan niyazda bulunmakla o günahı hâşâ İslam'ın tecviz edeceği bir şey olarak görmek aynı şey değildir. Sn.Sayar kadar olmasa da naçizane Yücel ile ilgili fakirin de okumuşluğu vardır. Yücel, yazılarında Kemalizme ve laikliğe hizmet etmeyen şeyi taassub olarak görür ve kim de böyleyse ona mutaassıb der. Ali Rıza Bey'e "mutaassıb" dememişse bu, babası olduğu içindir. Çünkü Yücel benzer şeyleri yapanlara mutaassıb derken şapka giymeyen, eski kıyafetle dışarı çıkan ve çoğu zaman gözaltına alınan babasına bu kelimeyi kullanmıyorsa başka bir sebebi yoktur.

6-Tanıl Bora ile Ahmed Güner Sayar gibi farklı iki kutuptaki insanı birleştiren şey ise ilginçtir Atsız ve Türkçülere yaklaşım "aynılığı"dır. Bora, 525 sayfalık kitapta koruduğu sakinliğini Yücel-Öner davası ve 1944 Türkçülük Hadisesi'nde gösteremez. Açıkça taraf alır, kendisini Yücel'den yana konumlandırır. Bora, dipnotlara mı bakmadı yoksa önemsemedi mi bilmiyoruz ama Sayar'ın Atsız ve Türkçüler hakkındaki Attila İlhan kaynaklı ithamı bir sosyalist olarak Bora'nın sarf edeceği sözlerden daha ağırdır. Sayar, meğerse "1944 ve ertesinde Hasan Âli Yücel'e yönelik Irkçı-Turancı salvoların gerisindeki itici gücü, aradan geçen 30 yıldan fazla bir zaman sonra öğrenmiş bulunuyor"muş. Sayar, cümlenin sonuna sonraki baskılarda çıkardığı bir dipnot atmış. Dipnota bakınca karşımıza Attila İlhan çıkıyor. Şairliği güzel ama tarihçiliği felaket olan ve sayılamayacak kadar maddî hataları olan İlhan, Turancıların Alman Gizli Servisi'nden ve Alman sefiri Von Papen'den para aldığını iddia ediyor. Sayar de buna dayanarak müthiş bir şey bulmuş gibi bunu önsöze derc ediyor. Bu satırların yazarı bir İslamcıdır ve ne Atsız ile ne de Türkçü-Turancılarla zerre miskal bir ilgisi vardır. Ancak Atsız ve Turancılar şayet Alman Gizli Servisi'nden para almış ve bu sebeple Yücel'e salvoda bulunmuşlarsa bunun kaynağının ve delilinin net olarak ortaya konulması gerekir. Bir şey daha: Bu satırların yazarı Atsız'ın İslam'la ilgili yaklaşımını sert bir şekilde kınamaktadır. Ancak mertlik noktasında da Atsız'ı Yücel ile kıyaslamayı da zul addetmektedir. Mehmed Akif, vücudunu, bekası için ömrünü verdiği bu topraklara emanet için geldiğinde ve çok az ömrü kaldığında Yücel, Âkif hakkında zebunküşlük tezahürü bir yazı yazmış ve cibilliyetini göstermiştir ancak İslamcılığa zerre miskal inancı olmayan Atsız, zor zamanda korkusuzca İslamcılık müdafaası yapmış, Âkif'in İslamcılığına çatanlara da derslerini verdiği hamiyetli ve hakkaniyetli yazılar yazmıştır. Sayar, kitabının sonraki baskılarda önsözdeki iddiasını çıkarmadı ama dipnotu çıkardı. Zannımca bu yaptığı ilmî-akademik açıdan da doğru değil.

7-Tanıl Bora, Osmanlıca bilmediğini inşallah bundan sonraki hiçbir kitabında yazmaz. Bora çapında birinin Osmanlıca denilen Arap Harfli Türkçeyi okuması taş çatlasın beş gününü alır.

8- Tanıl Bora her ne kadar Hasan Âli ve köy edebiyatı bahsinde Attila İlhan'a atıfta bulunmuşsa da onun "Bizde Köy Enstitüleri Sovyet profesörlerden birisinin projesiydi. Ama sadece Sovyetler'de değil, faşistlerde de var" tespitine ismini tasrih ile şerh düşse ve enstitülerin orijinalliği hususunda İlhan'ı da tartışmaya dahil etse faydadan hâlî olmazdı.

9-Bora, keşke daha fazla vakte sahip olsa da daha fazla tercümeler yapsa. Müphemlik Kültürü ve İslam kitabında tercümedeki nefaset her iki lisana hâkimiyet yanında mevzuya vukuftan da münbaistir. Bora çok yönlü ve mukayeseli okumalar listesine İslamî literatüre ait eserleri de eklediği için hem tercümede hem de telaffuzda başarılı oluyor. Çok sayıda Arapça ve Farsça kökenli kelimeler kullanıyor ve bu eserlerine bambaşka bir güzellik katıyor. Aziz Al- Azmeh nam şahsın İslamlar ve Moderniteler kitabının tercümesi ile Bora'nın tercümesinin mukayesesi kastımıza kâfi olacaktır. Bu ara Yücel'in de kötü şiir yazma haricinde edebî zevki fena değildir.

10-Hasan Âli, Anıtkabir mevzu olunca bir kısmını kast etse de "türbe" tabirini kullanan nadir isimlerden biridir (Bkz. Geçtiğim Günlerden, İletişim Yayınları,1990, s.195). Çok-Partili hayata geçilip ezan aslî diline döndürüldüğünde dahi "Türkçe Ezan" ve "Türkçe Namaz" takıntısından kurtulamayanlardan biri de Hasan Âli Yücel'dir (Bkz. Hürriyet Gene Hürriyet, İş Bankası Yayınları, 1960, s.58).

11-Son notumuz güncele dair: Hasan Âli, üniversitelere özerklik getiren yasayı çıkartan bakan olarak bu özerkliğin kullanılış şeklinden rahatsız olduğunu ifade etmiş ve1953 senesindeki bir yazısında "Üniversiteye verilen muhtariyettir, imamet değil" ihtarında bulunmuştur. 27 Mayıs darbesinden sonra ismi öne çıkan Ord. Prof. Dr. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu'na hitaben de onun ve öğretim arkadaşlarının üniversite özerkliğinden şikayet ettiklerini bildiğini söylemiş ama onların tenkit konusu olan cihetlerini düzeltme gayreti göstermek yerine "kürsülerinin kale duvarları içine çekilip alemi etme"lerini de eleştirmiştir.

[email protected]