Kültürel kimliğin vakanüvisi

Süreyya Su - Sosyolog Yazar
9.11.2013

Karamustafa’nın yapıtları, Türkiye’nin 70’lı yıllarından itibaren yakın tarihinin görsel bir kaydı gibi. Nitekim onu, sanat eleştirmeni Barbara Heinrich’in ifadesiyle, “yaklaşık kırk yıldır Türkiye’nin kültürel kimliğinin yaşadığı değişimleri inceleyen bir vakanüvis” olarak tanıtabiliriz.


Kültürel kimliğin vakanüvisi

Eylül’den bu yana Gülsün Karamustafa’nın “Vadedilmiş Bir Sergi” adlı, 70’li yılların sonundan günümüze geçen süre içinde sanatçının ürettiği işlerini içeren geniş kapsamlı retrospektif bir sergi var. Sergi SALT Beyoğlu ve SALT Galata’da yer alıyor ve 5 Ocak 2014’e kadar sürecek. Serginin başlangıç tarihinden beri üzerine yazmayı istiyordum; ama hem araya başka gündem konularının girmesi hem de sergiyi sosyo-politik bir bağlamda ele almaya gerek duymam yazıyı ertelememe neden oldu. Açık Görüş’ün bir kültür-sanat eki olmaması beni, sanatla ilgili gündemi sosyolojik ve politik gündemle bağdaştırarak ele almak gibi, disiplinler arası bir yaklaşıma bağlı kalmaya zorluyor. Kavramlarla düşünmekten daha fazla imgelerle düşünmeyi seven biri olarak bundan şikayetçi değilim. Gelgelelim, bir yandan sıklıkla gezdiğim Gülsün Karamustafa’nın sergisinde zihnime nakşolan imgeler üzerine düşünürken, bir yandan da o imgelerle gündemdeki konuları düşünmeye çalışıyordum ki, Marmaray hizmete açıldı. Bu başlıbaşına önemli olay, tam da Gülsün Karamustafa’nın bütün bir yapıtına esin vermiş konular üzerinde düşünmeye bizi çağırmaktadır: göç, hareketlilik, kültürel kimlik, melezlik.

Gülsün Karamustafa’nın sanatçı kimliği İstanbul’la iç içe geçmiş durumda; kendisi bu durumu “kıtalar arasında gerilmişlik” olarak tanımlıyor. Doğu ve Batı arasında coğrafi bir birleşme ya da geçiş noktası olan İstanbul, farklı kültürlerin başka yerlerle karşılaştırılamayacak oranda yüz yüze geldiği 2500 yıllık bir geçmişin, homojen kültür anlayışına zıtlık oluşturan bir deneyimin üstünde yükseliyor. Peki bu şehirde farklı kültürler nasıl bir kompozisyon ile yan yana geliyor; bunlar arasındaki karşılıklı etkileşim ve çatışmalar nasıl şekilleniyor? Kültürel motifler, sürekli dönüşen toplumsal yapı içinde nasıl bir görünüm kazanıyor? Kendini kültürel olarak inşa etme ve ifade etme özgürlüğü ne gibi sonuçlara ulaşıyor? Kendisinin de bir parçası olduğu kültür hakkında fikir geliştirmek için sanatçı hangi yöntemi izlemeli? Gülsün Karamustafa’nın, tasvir ile temsil arasındaki ilişki ve kimlik oluşumunun çapraşık doğası gibi konular üzerine eğildiği çalışmalarında bu türden soruların izleri sürülüyor.

İstanbul ve köprü imgesi

İstanbul, coğrafi yapısı gereği kıtalar arası gerilmiş bir durumda ve bu durum ister istemez şehri her zaman bir köprü olarak tanımlamayı, köprüyü şehrin metaforu haline getirmeyi kaçınılmaz kılıyor. Kimileri bu metaforu, bir yurt anlamını yadsıdığı için beğenmese de, aslında İstanbul için onun en uygun benzetme olduğu gerçektir. Nitekim, Marmaray İstanbul’un bu özelliğinin altını çiziyor. İstanbul artık iki kıtayı, dolayısıyla iki farklı kültürel dünyayı birleştiren bir köprü değil, dünyanın küreselleşmesinin tam olarak sağlandığı bir bütünleşme noktasıdır. Ama bundan daha önemli olarak, Marmaray, İstanbul’un bütünleşmesinin de sağlandığı bir geçit olacaktır. Bu geçit yıllardır şehre göç edenler tarafından sahiplenilmemiş olmasından şikayet edilen yeni İstanbullu kimliğinin, birlikte varoluş (co-existence) halinin ürünü olarak, sahiplenilmesini sağlayacaktır. Küreselleşmenin bir etkisi olan zaman-mekan sıkışmasını kentsel boyutta gerçekleştirerek, insanların şehir mekanında devinimini artırırken, aynı zamanda gettolarda birbirinden yalıtılmış kültürlerin ve kimliklerin daha çok birbirleriyle temas etmesine ve zamanla iç içe geçerek yeni bir kozmopolitizmin oluşumuna imkan vereceğini söylemek bir temenninin ötesinde sosyolojik bir tespittir. Mahallenin ve sokakların yok olmaya başladığı kentsel mekan içinde AVM’lerin ve metroların, geçmişin yumuşak dokunuşlu karşılaşmalarının yerine daha sert ve şiddetli de olsa yeni ilişki biçimleri ürettiği görülmektedir. Bununla beraber yeni melez kültür dinamikleri ve onların ürettiği şizofren kimlikler ortaya çıkmaktadır. Fakat bu haliyle bile eski rejimin baskıcı ve yasaklayıcı yapısına karşın yeni yapının özgürleştirici bir potansiyel taşıdığını söyleyebiliriz.

Özdeşleşme ve kimlik

Kimlik kavramı (identity) öncelikle bir özdeşleşme ilişkisini ifade eder. Ama her kimlik inşası öznenin oluşumunu ve bu öznenin toplumsal bir bağlam içinde kendisini ifade etmesini sağlayan karmaşık bir süreci kapsamaktadır. Yapısalcılık sonrası özne teorilerinin izleğinde düşünürsek, kimliğin kendi içinde bağdaşık bir kavrama denk gelmediğini, anlamın sürekli ertelendiği bir göstergebilimsel serüven içerisinde farklılaşmaların bir ürünü ve kültürel, ideolojik ve psikolojik süreçler arasındaki etkileşimin bir sonucu olduğunu söyleyebiliriz. Bu nedenle kimliği mutlak bir hakikat olarak değerlendirmek mümkün değildir; rastlantılar tarafından şartlandığını ve bitimsiz biçimde değişime açık olduğunu görmek gerekir. Bu bağlamda özellikle göçebe özneler, yeniden yurtlanma sürecinde taşındıkları yeri ve o yerin kültürel kimliğini yurtsuzlaştırarak yaşadıkları gerilimi azaltmaya çalışırken, aynı zamanda asimilasyona karşı bir direniş göstermişler, arabesk denilen bir direnme estetiği yaratmışlardır. Böylece kendilerini sabitleşen bir kimlikte kodlamaya çalışan devletin kapma aygıtlarından kaçmışlardır. Başka bir deyişle, kendi habitatlarından kopan göçmen öznelerin, yeni ortama uyum sağlamaya çalışırken habituslarıyla yeni yaşam tarzını bağdaştırmaya çalışmaları iç içe geçmiş ilişkiler ve melez desenler ortaya çıkartmıştır. Gülsün Karamustafa, yapıtlarında bu deneyimleri yansıtır.

Karamustafa’nın kimlik konusuna gösterdiği ilgi kendi kişisel yaşam deneyimini sorgulayışıyla koşutluk içindedir. Demokrat Parti döneminde Ankara Radyosu müdürlüğü yapmış olan Hikmet Münir Ebcioğlu’nun kızı ve Mihri Belli’nin yeğeni olarak İstanbul’un seçkin ailelerinden birinde dünyaya gelmiş olan sanatçı, göç olgusuna hiç yabancı değildir. Ailesinin bir kısmı 18. yüzyılda Kırım’dayken bir yüzyıl sonra bugünkü Bulgaristan sınırları içinde kalan bir bölgeye yerleşmiş; nihayet 20. yüzyılda İstanbul’a ulaşmıştır. Soyağacının diğer dalı ise Bosna’ya uzanır. Yaşanmış göç hikayeleri aile içinde sürekli olarak anlatılmış ve bu anlamda sanatçı belirli bir içsel sürgün hissiyatını kendisi de deneyimlemiştir. 60’lı yılların sonunda, İstanbul’daki Akademi yıllarında öğrenci olarak katıldığı siyasal etkinlikler nedeniyle askeri rejim tarafından tahkikata uğramış ve 1971 yılında siyasal nedenlerle aranan kişilere yataklık etmek suçundan kısa süreliğine hapiste tutulmuştur. Ülkeyi terk etmesinin önüne geçmek için mahkumiyeti izleyen on altı yıl boyunca kendisine pasaport verilmemiştir. Gülsün Karamustafa’nın siyasal ilişkileri sanatsal çalışma alanında da giderek artan bir oranda yalnız bırakılması sonucunu doğurmuştur. Hiçbir sanat grubunda yer almayan sanatçı, kendisini bütünüyle üretime adayıp korunaklı bir yaşam alanı oluşturmuştur. Bu yalıtım ve yalnızlık durumu 80’li yılların ortalarından itibaren ortadan kalkmaya başlamıştır. 1986 yılında yeniden pasaport çıkartma şansını bulan sanatçı nihayet serbestçe hareket edebilme imkanına kavuşmuştur.

Modernizmin kuralcılığı

Gülsün Karamustafa’nın çalışmaları şaşırtıcı bir malzeme zenginliğine, resimden hazır nesne kullanımına, enstelasyondan videoya uzanan bir çeşitliliğe sahiptir. Çalışma biçimi periyodik özellikler gösterir, farklılık gösteren dönemlerin kapıları yeni açılımlara ulaşıldığında kapanır. Karamustafa, daha Akademi’de öğrencilik yıllarında modernizmin ve onun kurumlarının katı kuralcı kalıplarının dışına açılmak için kendi yolunu aramaya başlar. Bunun için modernizmin koyduğu kuralların tam aksi yönde yol alır. Karamustafa, akademik geleneğe karşı ilerleyerek, 70’li ve 80’li yıllarda kendisini tanınır kılan özgün, figüratif, betimleyici ve politik bir resimsel dili geliştirmeyi başarabilmiştir. Sanatçının erken dönem resimleri karışık teknikle (guvaş, suluboya, renkli füzen) yapılmıştır. Yüzey bölümleri homojen bir espas olmaktan çok bir yama işini andırır. Bu çalışmalarda sıklıkla geleneksel halk sanatından alınmış folklorik unsurlar resme entegre edilmiş ve mimari unsurların kullanımıyla tarihsel göndermelerde bulunulmuştur. Çalışmalar insanları gündelik yaşamları içinde resmeder. Kırsal alandan İstanbul’a doğru yaşanan kitlesel göç olgusu ve buna eşlik eden toplumsal ve kültürel değişmeler plastik sanat alanında ilk kez Gülsün Karamustafa’nın resimlerinde yansıma bulmuştur. Gelinen yeni çevreye uyum sağlama, entegre olma çabası, kırsal alandan gelen alışkanlıklarla kentsel yaşam biçimini birbirine karmaya yönelik deneyimler yansıtılmaya çalışılmıştır. Karamustafa, İstanbul’a göç etmiş insanların, karşılaştıkları yeni çevre ve modern kültür ile girdikleri ilişkiler dahilinde, kendi geleneklerini koruma çabalarını öne çıkartmıştır. “Örtülü Medeniyet”te, bir evin içinde bulunan mutfak tüpünden televizyona kadar her şeyin dantel işlemelerle örtüldüğü görülür. Burada modern şehir yaşamının kazanımları olan teknolojik aletlerin soğukluğunun bir şekilde giderilmeye çalışılmasına vurgu yapılmıştır. Dantel işlemeler, modern olanın üzerinin geleneksel olan tarafından nasıl örtüldüğünün ve göç ile gelmiş insanların değer ve gereksinimlerinin kentsel kültür üzerinde nasıl etkiler bıraktığının bir eğretilemesi olarak öne çıkmaktadır.

Yeni sosyallikler

Türkiye’de son on yılda yaşanan politikadan ekonomiye, eğitimden kültüre, şehircilikten ulaşıma kadar her alandaki radikal dönüşüm kültürel kimliğe de etki ediyor. Toplumdaki fertler daha çok bireyselleşirken yeni sosyallik biçimleri, yeni cemaatleşmeler geliştiriyorlar. Ama herkesin daha çok dışa açık olduğu, iletişime ve etkileşime kendilerini daha hazır hissettikleri gerçek. Böylece kimliklerin giderek melezleştiklerini, hatta şizofrenleştiklerini görüyoruz. Kadınlar evlerindeki eşyaları örtüyle kaplamaya artık pek hevesli değiller; çünkü pek eve ayıracakları vakitleri yok. Onun yerine kendilerine özel TV programlarını seyredip, bilinçlerini her geçen gün biraz daha yaralıyorlar. Türkiye toplumunun muhafazakarlaştığı söyleniyor; ama mevcut manzara hayatın metalaşmasıyla yitirilen ahlakın yerinin modern fetvalarla ikame edilmesinden başka bir şeyi göstermiyor.

Gülsün Karamustafa’nın “Vadedilmiş Sergi”sindeki yapıtlar bizi güncel bazı sorunsallar üzerine düşündüren çağrışımlar içeriyor. Gülsün Karamustafa yapıtlarının bugün artık bir günlük vazifesi gördüğünü söylüyor. Onun büyük bir azim ve tutkuyla ürettiği yapıtları, gerçekten Türkiye’nin 70’lı yıllarından itibaren yakın tarihinin görsel bir kaydı gibi. Nitekim Gülsün Karamustafa’yı, sanat eleştirmeni Barbara Heinrich’in ifadesiyle, “yaklaşık kırk yıldır Türkiye’nin kültürel kimliğinin yaşadığı değişimleri inceleyen bir vakanüvis” olarak tanıtabiliriz.

[email protected]