Kültürel küreselleşme üzerine bir deneme Lincoln'den Buhara'ya ‘Ayağında Kundura'

Kudret Bülbül / AYBÜ
13.05.2023

Küreselleşme çalışacaktım. O yıllarda sosyal bilimlerin bütün alanlarını yakıp kavuran tılsımlı bir kavramdı adeta küreselleşme; bazılarında aşka, çoğunluğunda ise nefrete dönüşen. Faydalı mı, zararlı mıydı, İyi miydi, kötü müydü, ne kadar bizdendi, ne kadar bizden değildi, ne alınırdı, ne alınmazdı? Fırsat mıydı, risk mi? Kimin lehine işleyecekti bu küreselleşme? Sorular, sorular...


Kültürel küreselleşme üzerine bir deneme Lincoln'den Buhara'ya ‘Ayağında Kundura'

Bugün seçim günü(14.05.2023). Milletimiz artık her ne karar verirse başım gözüm üstüne diyerek hayırlısını dileyelim.

Ama bugünkü yazımın konusu siyaset değil, biraz seyahat biraz da hikayat.

90'lı yılların ortasında doktora konumu bulmuş, okumaya, araştırmaya, anlamaya başlamıştım. Doktora konusu bulmak da ayrı ve uzun bir hikayedir aslında. Belki de roman, hatta bazı durumlarda dizi film bile olabilir. Bazen ilk görüşte aşk gibi, hızlıca ve birden karar verilebilse de çoğunlukla bitmeyen yeni ve yeniden başlangıçlardır doktora konusu bulma çalışmaları. Arşimet'in "buldum, buldum" heyecanıyla başlayan, bir süre sonra heyecanı sönen, "yok canım, bundan doktora konusu çıkmaz"a dönüşen, zaman baskısı olmasa neredeyse sonsuza kadar sürecek olan... Kararsızlıktaki istikrarın ya da müşkülpesentlikteki sürekliliğin kendisi bir doktora konusu olabilir aslında.

Tılsımlı bir kavram

Neyse ben konumu bulmuştum, darısı ellerin başına. Küreselleşme çalışacaktım. O yıllarda sosyal bilimlerin bütün alanlarını yakıp kavuran tılsımlı bir kavramdı adeta küreselleşme; bazılarında aşka, çoğunluğunda ise nefrete dönüşen. Faydalı mı, zararlı mıydı, İyi miydi, kötü müydü, ne kadar bizdendi, ne kadar bizden değildi, ne alınırdı, ne alınmazdı? Fırsat mıydı, risk mi? Kimin lehine işleyecekti bu küreselleşme? Sorular, sorular...

Türkiye'de o yıllarda, İslamcı, milliyetçi, sosyalist, Kemalist, liberal, Doğucu, Batıcı... Neredeyse bütün düşünce iklimleri, istisnalar hariç, başka hiçbir konuda olmadığı kadar herhalde ilk defa bu konu üzerine hemfikirlerdi. Hemen hemen hepsi küreselleşme karşıtıydı, Küreselleşme, emperyalizmin yeni bir versiyonuydu ve ABD'nin lehine işleyecekti onlara göre. Türkiye'deki tüm düşünce iklimlerinin neredeyse üzerinde hemfikir oldukları tek konuda hep birlikte yanıldıklarını fark etmem uzun sürmeyecekti. Ama tüm dünyanın görmesi için ABD Başkanı Trump'ın "Globalizme karşıyım" açıklamasını yapması gerekecekti. Neyse bu konular, benim hikayelere kalsın.

O yıllarda Türkiye, küreselleşmenin etkisinin henüz tam olarak görüldüğü bir ülke olmadığı için, küreselleşmenin etkisinin net olarak izlenebileceği bir ülkeye gitmeliydim. Tabii ki ABD'ye.

Eşimle birlikte gidişimiz, ilk izlenimler, kendi kendimizi finanse etmek için yaptığım ve yapamadığım işler her biri acı-tatlı birer anı olarak hatıralarda yerini alsın.

ABD'de bir taraftan bu bağlamda bir işte çalışırken diğer tarafta gittiğim ilgili üniversitede dersler alıyor, kütüphanede okumalar yapıyordum.

O sıralar Nebraska'nın başkenti Lincoln'deki uluslararası bir sempozyuma katılmak için de başvurmuştum. Kabul edilince, bizim kaldığımız eyalete de çok uzak olmadığından, oradayken aldığımız eski model arabamızla yola düştük.

Sempozyum, düşük katılımlı ve profilli bir sempozyumdu. Bir ikindi vakti sempozyum bittikten sonra bir yerlerde yemek yemek için Lincoln'de gezinmeye başladık. Nihayetinde bir Çin restoranında karar kıldık. Restorana girip siparişlerimizi verdik.

Verdik ama ne restoranın dizaynı ne de verdiğimiz siparişler içimize sinmemişti. İptal edip kalktık.

'Bize dair bir yer'

Yeniden şehirde yemek yiyebileceğimiz bir yer aramaya başladık. "Bize" dair bir yer arıyorduk. "Biz" demişken, bu "biz" her durumda sabit kalan değil, bulunduğunuz konuma göre değişen bir "biz"di. Türkiye'de yemek için bir yer arıyor olsaydık bu "biz"in anlamı farklı olabilirdi. Ama dünyanın öteki ucunda "biz" demişken aradığımız, İtalyan mutfağından, Yunan mutfağına, Arap lokantalarından Türk lokantalarına kadar neredeyse tüm Akdeniz mutfağını içeren bir "biz"di.

Şehrin altını üstüne getirdik ama bir türlü "bize dair" bir yer bulamadık. Yorulmuştuk. Bir benzin istasyonunda ne yapalım diye düşünmeye başladık.

Eşim birden bak dedi "İbrahim Tatlıses" çalıyorlar.

Ben "hanım sen açlıktan/yorgunluktan halüsinasyon görmeye başladın galiba, Lincoln sokaklarında İbrahim Tatlıses'i kim bilir, kim çalar?" dedim, gayri ihtiyari.

Ama bir taraftan da kulak kesildim.

Arabanın çevirmeli camını indirdim, daha iyi duymak için.

Gerçekten de önümüzden hızla geçen bir arabanın içinden bağıra bağıra çalınan "Ayağındaa Kuunduraaaa, Ayağındaa, Kuunduraaa" türküsü bütün caddeyi kaplıyordu adeta.

Ne yapalım diye bile düşünmeden takip edelim dedik.

Arabanın içinde iki genç vardı. O kadar da hızlı gidiyorlardı ki yetişmek neredeyse imkansızdı.

O gün, o saatlerde şehirde, ABD'lilerin, en azından Lincoln'lülerin çok sevdiği basketbol maçı vardı. Bu nedenle sokaklar bomboştu.

Onlar hızla gidiyor, biz de arkalarından yetişmeye çalışıyorduk.

Onlar gitti, biz gittik, onlar gitti biz gittik.

Şimdiki aklımla bir Türkçe müziğin rüzgarıyla nasıl bu kadar gittim, tanımadığım adamların peşinden onlara güvenerek şehrin son noktasına kadar onları nasıl takip ettim? hangi cesaretle? Üstelik eşimle birlikte? Hala şaşıyorum.

Nihayet şehirden çıkıp çeperlerinde bir yerde, müstakil bir evin önünde durdular. Evin üst katındaki Anadolu'daki gibi yarım başörtülü bir kadınla konuşmaya başladılar.

Biz de hemen yanaşıp selam verdik.

-Selamün aleyküm

-Aleyküm selam.

-"Ya kardeşim, ne kadar hızlı araba kullanıyorsunuz, bu kadar hızlı gidilir mi, şehir merkezinden beri sizi takipte çok zorlandık, insan biraz yavaş gitmez mi" minvalinde biraz sitem dolu sözler söyledim.

Sanki kırk yıllık ahbablarım da sitem ediyorum!

Neyse ben sözlerimi bitirdim, gençlerden yanıt bekliyorum. Genç demişsem, ben de o zaman genç olduğum için benim yaşımda adamlardı esasen.

Adamlardan yanıt bekliyorum ama ne yukarıdaki hanımefendi ne de gençler bana yanıt vermiyor.

Ben biraz daha bir şeyler söyledim ama nafile, yine sessizler.

Biraz garipsesem de bu durumu ben hala pozitifim.

Mesele çok geçmenden anlaşıldı.

Adamlar Türkçe bilmiyorlardı.

Meğer kilometrelerce, Türkçe bilmeyen, ama Türkçe müzik dinleyen genç adamların peşinden araba sürmüşüm.

Ama sağ olsunlar, tarzları, benim tarzıma yakındı. Tam anlaşamasak da sanki 40 yıllık tanışıklığımız varmış sıcaklığındaydı onlar da.

Yarı Türkçe, yarı İngilizce yarı beden dili ile tanıştık. Biri Kuzey Iraklı Kürt, diğeri Suriyeli Arap imiş.

Önce peşinden koştuğumuz şeyin İbrahim Tatlıses olduğunu sanarak, hemen araçtan "Ayağında kundura" kasetini alıp hediye ettiler.

Derdimizin "bize dair" bir lokanta arayışı olduğunu söyledik.

Önce bir yer tarif ettiler. Bir Irak lokantası. Daha sonra size eşlik edelim deyip bizi o lokantaya kadar götürdüler.

'Aşkınan çalışan yorulmaz'

Irak lokantasındaki yemek, onca arayışımızın karşılığı olabilecek bir yemek değildi.

Ama varsın olsun, Neşet üstadın dediği gibi "Aşkınan çalışan yorulmaz". Hangi yemek arayışı, bir orta Amerika çölünde, "bizi" ararken, insanın yolunu kendi müziğine götürürdü ki..

Aradan yıllar geçti. Herhalde yaklaşık 20 yıl.

Bu kez bir akademisyenler grubu ile, yine akademik bir sempozyum için Özbekistan'a gitmiştik. Özbekistan... Dünyada gördüğüm onca ülkeler arasından beni en fazla yüreğimden yakalayan ülke. "Biz"in belki de tam olarak anlamı ve karşılığı. Şairin "cepkeninde güneşi kaybetmek" dediği, yitik medeniyetimizin, Taşkent'de, Buhara'da, Semerkant'da buram buram tüttüğü, gitmeyenlerin neyi kaçırdıklarını asla bilemeyecekleri bir ülke..

Neyse hep yapıldığı gibi, biz de heyetimizle Buhara ve Semerkant gezisine çıkmıştık.

Buhara sokaklarında gezerken, belki de dinmeyen bir keşif ve arayış içinde olan ruhum nedeniyle, ben hep yaptığım gibi, arkadaşlardan ayrılıp biraz daha ileriye gitmiştim. Arkamdan gelen arkadaşlara, evinin önünde oturan bir Buharalı "Türk müsünüz" diye sormuş. Onlar da evet deyince, size bir kahve ikram etmek isterim" diyerek evine davet etmiş. Bizimkiler de "büfeden bir şeyler alıp geliyoruz" diyerek daveti kabul etmişler.

Söz aynı yere geldi...

Kahveler içilmiş, laf lafı açmış. Laf nereye gelmiş tahmin edin bakalım. Lincoln sokaklarında bize gelene. İbrahim Tatlıses'e.

Davet sahibi tam bir musikişinas ve İbrahim Tatlıses hayranı imiş. Sazı ile Tatlıses türkülerinden bir demet sunmuş arkadaşlara.

Ayrılırken de Tatlıses'e yapılan saldırıya çok üzüldüğünü ifade etmiş. Sazını iki elinin arasında havaya kaldırıp, "İbrahim Tatlıses Yüzyıl Yaşa" nidasının videosunu izletmişlerdi arkadaşlar bana, kaydettikleri diğer türkülerle birlikte.

Bir gün müziğinin ve kendisinin küresel bir figür olduğunu İbrahim Tatlıses'e söylemek için fırsatım olur mu bilemiyorum, ama buradan ifade etmiş olayım.

Hikâyenin başında ne bizdendir ne değildir sorusuna yanıt bulmak için yola çıktığımızı ifade etmiştik.

Bir hakikat arayışıydı yolculuğumuz.

Bu soruya, kendisinin sözüne de benzer bir hikaye ile ulaştığım bir Anadolu ereni, Ahi Evran(1168-1261) neredeyse bin yıl önce cevap vermiş.

"Hak ile sabır dileyip bize gelen bizdendir,

Akıl ve ahlak ile çalışıp bizi geçen bizdendir"

Ne bizdendir, ne değildir, Küreselleşmeye, moderniyete, hayata nasıl bakılmalı, sorusuna akıl ve ahlak ile çalışıp bizi geçenin bizden olduğu enginliği, dinginliği ve kucaklayıcılığıyla cevap veriyordu bu büyük Ahi...

Bu cevabı gördükten sonra, onca ülkelere uğradığım, onca yıllarımı harcadığım arayışım boşuna mıymış" diye biran için kendimi sorgulamadım değil.

Bu sorgulamama bir başka soru eşlik etti:

Onca bedel ödediğim bu hakikat arayışım olmasaydı, Ahi Evran'ın sözünü fark eder miydim, fark etsem bile bütün serencamıyla kavrayabilir miydim?

Tabii ki bunu da bir başka soru takip etti:

Köklerinden koparıldığı için ya hakikati başka topraklarda arayıp bulamayanlar!..

Sorular, sorular...

[email protected]