Kültürel yenilenmenin ontolojik vecibeleri

Ali K. Metin / Yazar
7.04.2018

Kim ne derse desin, Türkiye siyasal anlamda bir “sessiz devrim” gerçekleştirmeyi başardı. Bu devrimin bir bakıma “kültürel devrim”le tamamlanması, tahkim edilmesi gerekiyor. Batı dünyası ve/veya emperyalizmi karşısındaki ontolojik duyarlılığımız biz Müslümanlara bunu telkin etmektedir. Batılılaşarak modernleşme veya modernleşerek Batılılaşma ikileminden kurtuluşun başka bir yolu görülmüyor.


Kültürel yenilenmenin ontolojik vecibeleri

Vesayetçi rejim, 2000’li yılların başlarına kadar Türkiye Cumhuriyeti devletinin en temel,  kronik problemlerinden biri olmaya devam etti. AK Parti’nin vesayetçi yapıyı ortadan kaldırmaya dönük kararlılığı ise demokratikleşmenin zorunlu, tartışılmaz bir icabı olarak tam anlamıyla genel kabul gördü; yapılan yeni düzenlemeler toplumun yanı sıra siyasetin bütün kesimleri tarafından desteklendi. Asker, sonunun nereye varacağını bilemediği bu değişim rüzgarı karşısında yelkenleri suya indirmekten başka çare bulamadığı gibi yer yer süreci destekler mahiyetteki çıkışlarıyla gardını düşürmemeye dikkat etti. Lakin şu da bir gerçek: Mevcut siyasal kompozisyonu belirleyen kültürel dinamikler giderek büyüyen bir sekülerleşme riskinin etkisi altındaydı ve değişim kaçınılamaz şekilde baskısını artırıyordu. Bu itibarla, sağ siyasetin “kültürel muhafazakarlık”tan aldığı gücün bundan böyle çok daha başka bileşenlerle mukayyet bir hal alacağını öngörebiliyoruz. Sekülerleşme sürecinin kültürel muhafazakârlığı folklorikleştirerek iğdiş etmesi ne kadar kayda değer bir ihtimalse sağ siyasetin hizmetinde bir güç kaynağı olmaktan çıkarması da o kadar kuvvetle muhtemel. Başka deyişle sekülerleşme süreci, Türkiye’de siyasetin kompozisyonunu ve dinamiklerini ciddi anlamda değiştirme potansiyelini içeriyor. Bugün Türkiye siyasetindeki mücadelenin temel itibariyle “kültürel mücadele” ekseninde şekillendiği bilgisi, reel siyasetin malum abc’sindendir. Fakat bu mücadelenin muayyen nesillerle sınırlı kalabileceği ihtimali göz ardı edilecek olduğunda, burada hem siyaseten hem de kültürel açıdan büyük bir aymazlıktan söz etmek gerekir. Modern dünya kültürel devamlılığın geleneksel zeminini artık ciddi manada yerinden etmiş, erozyona uğratmıştır. Kültürel devamlılığın ancak kültürel yenilenmeyle mümkün olabildiği bir vasatın üzerindeyiz. Bu ise eski-yeni, gelenek-modernlik ilişkilerini yüzeysel değerlendirmelerin avutucu-luğuna aldanmadan temelli bir kavrayışla ele almayı ve güncellemeyi gerektiriyor. Sorunu da çözümü de olabildiğince derinlerde aramalı. Aksi halde sürecin “öznesi” olmaktan çıktığımızı bile belki fark edemeden, üstelik siyasal iktidara rağmen “dönüştüren” değil “dönüşen” bir konuma gelmeyi giderek daha fazla kabullenmeye başlayacağız. Siyasal iktidar kültürel iktidarı vaat edebilir ama garanti edemez. Bunun için bugüne değin meseleyi siyasal iktidara irca edenlerin at gözlüklerini çıkarmaları elzem hale gelmiş, neredeyse başka çareleri de kalmamıştır. Önümüzdeki süreç, devlete, bürokrasiye hatta medyaya olan hakimiyetin sivil ve kültürel hayatı dönüştürmek için yeterli olmadığını iyice gün yüzüne çıkarma ihtimalini ciddi şekilde barındırıyor. Burada ayrıca bir iktidar paradoksundan bahsetmek mümkün: Gücünü kültürel dinamiklerden alan ‘iktidar’, yine kültürel dinamikler ve değişim süreci karşısında giderek iktidarsızlaşma riskiyle karşı karşıya gözüküyor. Bundan başka, iktidarın kültürel meseleyi asli öncelikler arasına koyup koymadığı halen daha şüphe verici bir paradoks olarak görünmeye devam ediyor. En azından meseleye dair aciliyet kesp edildiğini gösterecek büyük, derde deva kültür projelerinden söz edemiyoruz. Bakıldığında, yapılan kültürel çalışmalar içersinde bir hamle ruhu ve pırıltısı yazık ki görülemiyor. Muhafazakar zihniyet, kültür politikalarını gerek popüler gerekse turistik rant veya görünürlüklerle çerçevelemiş, adeta bloke etmiş gibidir.

Tecdit projeksiyonu

Oysa kültürel yenilenme, bir taraftan toplumun bütün katmanlarına diğer taraftan entelektüel düşünceye nüfuz edecek bütüncül bir projeksiyonu öngörür. Meseleyi üç yıl, beş yıl gibi kısa vadeli iktidar stratejilerinden öteye, 21. yüzyılın Türkiye’si bağlamında uzun erimli bir bakış açısıyla ele almadıkça bu projeksiyonu kuramayız. Mevzunun iktidar ve günü kurtarma reflekslerine ram edilemeyecek kadar hayati nitelikte olduğunu idrak edememişsek yapacak elbette fazlaca bir şeyimiz yok. Oturup siyasal iktidarın nimetlerini nasıl devşireceğimizle ilgili plan ve kulisler yapmaya devam eder dururuz. Lakin sekülarizmin sadece iktidarı değil aynı zamanda geleceğimizi zapturapt altına alma ihtimali ‘paranoyakça’ deyip geçilmemeli. Muhafazakarlığın kodlarıyla sekülarizm arasında bir problem olmadığı veya olmayacağından bahisle meseleyi belki hafife alanlar olabilir, ancak İslam’la ontolojik anlamda tevhidi, sahih bir irtibat kurma kaygısını taşıyan herkes için sekülarizm bugün, baş edilmesi gereken bir problem olma özelliğini bütün ciddiyetiyle koruyor. En azından meselenin itikadi boyutuyla ilgili sahih bir çözüm ve kavrayış tarzının üretilmesini birilerinin dert edinmesi gerekiyor. Bu derdi taşımayan bir muhafazakarlığın (veya İslamcılığın) kültürel ömrü ve sahası ise eminim ki modernleşmenin müsaade ettiği nispette olacaktır. Modernleşme olgusu sekülarizmi dayatmakla kalmayacak, muhafazakarlığın kültürel temellerini de içten içe kemirerek yok olma aşamasına kadar getirecektir.

Kültürel hayat sahası

Tam bu yüzden, kültürel aynı zamanda zihinsel devamlılık konusundaki çabaların bizi muhafazakar zihniyetle karşı karşıya getirmesi kaçınıl-maz hale gelmektedir. Gelenekle modernlik arasındaki çatışma muhafazakar kültür kodlarıyla aşılamayacak boyutlara ve derinliğe sahiptir. Esasen modernleşme isterleriyle yoğrulan muhafazakar kültür/zihniyet, en fazla alternatif bir modernlik önerisiyle önümüze gelebilmektedir. Bu ise İslami hassasiyetlerin önündeki bir tür bubi tuzağıdır; Protestanlığın Hıristiyan dünyasındaki işlevleriyle mütenasip bir fonksiyonellik içerir. Dolayısıyla kapitalist, seküler-modernleşme süreçlerine entegre bir “kültürel hayat sahası” olarak İslamın (muhafazakarlığın) Protestanlaşmaktan başka geçer yolu olmayacaktır. Bu da İslam’ı alternatif bir medeniyet, bir hayat tarzı olarak ihya etme çabalarından bizi son kertede alıkoyar. Kültür, hayatın diğer sahalarından özerk şekilde inşa edebileceğimiz bir varlık alanına sahip değildir. Bu sebeple modernleşme süreçlerine uyumlulukla tebarüz eden muhafazakar kültür ve zihniyet, aslında geleneği dolayısıyla dini pragmatik bir zemine, dahası bir ontolojik çerçeve içine yerleştirmenin bilebildiğimiz en usturuplu yoludur. Müslüman dünyası açısından temel problem budur.

Türkiye 2000’lere kadar askeri-siyasi-bürokratik vesayet altında bir ülkeydi. Fakat kültürel ve zihinsel vesayetin daha erken bir dönemde, Özal hükümetinin TCK’nın 141, 142, 163. maddelerini kaldırmasıyla birlikte ortadan kalktığını söylemek -28 Şubat dönemini göz ardı etmek kaydıyla- yanlış olmaz. Ne ki kültürel aktivitelerin vesayetçi yöntemlerle zapturapt altına alınamayacak bir özgürlük imkanına her zaman sahip olduğunu, sivil ve öznel boyutlarıyla her türlü baskıdan azade bir nitelik taşıdığını belirtmekte yarar var. Bu yüzden vesayet rejimi kültürel hayatı vesayet çemberi içine almayı hiçbir zaman başaramadı. Ne tarafından bakarsak bakalım AK Parti iktidarı bu başarısızlığın bir sonucudur. Belli düzeyde kültürel vasattan neşet etmiştir. Ancak burada bir parantez açarak, ne AK Parti’yi ne de öncellerini kültürel vasata ve mücadeleye indirgemenin asla doğru olmadığını da belirtmek isterim. Siyasal partilerin sosyo-ekonomik arka planını görmezden gelerek doğru ve gerçekçi değerlendirmeler yapılamaz, bu bir gerçek. Fakat buradaki meselemiz, kültüre ilişkin söylemlerimizin siyasal, zihinsel ve ontolojik tutarlılığını, dahası sonuçlarını tartışmaya çalışmak-tan ibarettir. Kültürel vesayetten pek de söz edilemeyeceğine değinirken, aslında var olan kültürel dinamiklerin modernleşme karşısındaki acziyetine dikkat çekmeyi istiyoruz. Kültürel iktidar veya üstünlük hiçbir zaman siyasal iktidarın ipoteği altında olmadı. Bununla beraber kültürel gelenek üze-rinde muhafazakar zihniyetin oluşturduğu hegemonya gerçek anlamda bir tecdit ve ihya imkanını da hep baltaladı.

Makyaj bizi farklı kılmaz 

Bugün kültür üzerinde bir vesayetten söz etmek gerekirse, bir taraftan muhafazakar zihniyetin diğer taraftan modernleşmeci anlayışın oluşturduğu iki katmanlı bir vesayet gerçeğinden bahsetmek yanlış olmaz. Muhafazakar zihniyetin bizatihi muayyen bir gelenek kavrayışı üzerinden bu vesayeti cari kılıyor olması ise hiçbir şeyi değiştirmeyecektir. Zira gelenek, üzerine hazırca konabileceğimiz, icmayla sabitlenmiş açık seçik bir olgu, bir değer sanılmamalı. Muhafazakar düşüncenin geleneğe yaklaşımı bu minval zafiyetler içerdiğinden ötürü geleneği yenileyebilmesi, böylelikle kültürel bir yenilenmeyi sağlaması handiyse imkansız niteliktedir. Bu yüzden samimi ve hayırhah bir tecdit çabası için muhafazakarlık doğmatizmini aşmamız şarttır. Gerek muhafazakarlığın gerekse modernleşmeci ideolojinin vesayetinden kurtulamadığımız takdirde kültürel yenilenme çabaları yüzeysel düzeyde kalmaya dolayısıyla makyajla sınırlı bir nitelik taşımaya mahkum gözüküyor. Makyaj bizi farklı kılmaz, sadece avutur.

Hiç şüphesiz söz konusu yenilenme çabaları üzerindeki en önemli tehlikelerden biri de iktidar vesayetidir. Kültürel hayatın bu manada vesayet çemberi içine alınamayacak düzeyde bir özgürlük zeminine sahip olduğunu yukarıda belirtmiş olmamıza rağmen, bu zemini iyiden iyiye tahrip eden manipülasyon süreçlerini hatta ötekileştirici/imha edici mahiyetteki sistemli aforoz uygulamalarını da ne yazık ki hafife almamak zorundayız. Fikri, kültürel diyalog noktasında bugün her zamankinden daha fazla özgürleşmeye ihtiyacımız var. Zira kim ne derse desin, Türkiye siyasal anlamda bir “sessiz devrim” gerçekleştirmeyi başardı. Bu devrimin bir bakıma “kültürel devrim”le tamamlanması, tahkim edilmesi gerekiyor. Batı dünyası ve/veya emperyalizmi karşısındaki ontolojik duyarlılığımız biz Müslümanlara bunu telkin etmektedir. Batılılaşarak modernleşme veya modernleşerek Batılılaşma ikileminden kurtuluşun başka bir yolu görülmüyor. Modernleşme paradigmasını değiştirmeye matuf bir kültürel yenilenme çabası ve dikkatini göstermediğimiz sürece, yapılacak tecdit çabaları bizi batı medeniyetinden ontolojik bir yol ayrımına götüremeyecektir. Tabir caizse batı medeniyetinin vesayeti altında yaşamaya razı ve memnun şizofrenler olarak yola devam edeceğiz demektir.

Toleransa, tartışmaya, farklı sesler duymaya büyük ihtiyacımız var. Değilse tecdit planında bir arpa boyu bile yol almamız kabil olmayacaktır. Bu iş muhafazakar dirençlere/dogmatizme ve popülizme heba edilmeyecek kadar hayati bir önem taşımaktadır. Bu yüzden iktidarın, üzerinde gölge etmemesi şart. Fakat yol açıcı, zemin oluşturucu mahiyetteki çabaları da faydadan ari sayılamaz. Her açıdan meseleye dair dikkat, samimiyet ve tavizsiz bir sahiplenmenin gösterilmesi önemli. Nihayetinde iktidarın kültürel alana yönelik katkısı, yerli diye tanımlayabileceğimiz kültürel, entelektüel dinamiklerin inkişaf ettirilmesi üzerine oturtulmak zorundadır. Tepeden inmeci ve dayatmacı kültür politikaları ne kadar yanlışsa, kültürel alanı tamamen sivil insiyatife terk etmek gibi liberal yaklaşımlar da o kadar konformisttir. Zira kültürel etkinlikler liberal politikalarla massedilemeyecek denli anlam ve değerler yüklüdürler. Yine de bununla, iktidarın kültürel alanda ideolojik tarafgirliğini savunuyor değiliz. Fakat toplumun kültürel ve ontolojik hassasiyetleri doğrultusunda yol açıcı rol oynamanın devletin görev ve sorumluluğu açısından önemine dikkat çekiyoruz.

Yerli kültürü beslemek, ama aynı zamanda toplumun ontolojik hassasiyetleriyle mütenasip bir kültürel yenilenmenin önünü açacak entelektüel çalışmaları inkişaf ettirmek siyasal otoritenin vecibeleri arasında sayılabilir. Bunu ideolojik tahakküme dönüştürmemek dahası farklı kültürel cemaatlerin (grupların) taleplerine yapıcı yaklaşımlarla cevap vermeyi ihmal etmemek de siyasi iradenin diğer bir vecibesi olarak kabul edilmelidir.

[email protected]