Kuluçka döneminin sonu: Türkiye’de Suriyeliler

Dr. A. Zafer SAĞIROĞLU / Oxford Üniversitesi Misafir Öğretim Üyesi
22.07.2017

Türk toplumu dünya kamuoyunda misafirperverliği ile maruf. Bir kötülük bin iyiliği kör etmezse eğer bu böyle bilinecek. Ancak geçtiğimiz günlerde Sakarya’da yaşanan vahşet akıllardan çıkacak gibi değil. Yaşanan bir ‘katl’ meselesi değil. Kelimenin tam anlamı ile ‘vahşet’. Bu vahşetin neden yaşandığını, nasıl buraya gelindiğini konuşmazsak yenilerini görmemiz ihtimal dışı değil.


Kuluçka döneminin sonu: Türkiye’de Suriyeliler

Son zamanlarda medyada sıklıkla görmeye başladığımız “Suriyeli kiracı ev kirasını isteyen ev sahibini öldürdü”,  “5 yaşındaki kız çocuğuna sarkıntılık eden Suriyeli…”, “Parkta oynayan kızları taciz eden Suriyeli…” türünden haberler en son Sakarya’da yaşanan hunharlığı doğurdu. Son olayın bir süredir kamuoyunu medya aracılığı ile dolduran yalan yanlış haberler ile bir ilgisi var mı? Hiç şüphesiz var. Zira Suriyeliler “görünür olmaya başladıkça” toplumun bir kısmı onları kabullenmekte zorlanıyor. “Vampirler” tam da bu zamanlarda kendilerine kurban arıyor…

Bir an kendinizi şu insanların yerine koyun; yabancı bir ülkede bir ev tutmuşsunuz. Yaban elde “ahırdan hallice bir eve” herkesten mislisine razı olup altı aylık kiranızı peşin ödemişsiniz. Aradan çok geçmeden ev sahibiniz kapıya dayanıp kirayı yükseltmenizi ve bir yıllık peşin ödemenizi istemiş. “Olmazsa gelinlik kızını ikinci hanım olarak alayım” deyip ahlaksız bir teklifle asıl niyetini izhar etmiş. Ne yaparsınız? Bir de üstüne ertesi gün “Suriyeli kiracı ev kirasını isteyen ev sahibini yaraladı” diye manşet olup, mahallelinin linç girişimine uğrarsınız.

Akılda kötülük kalır

İyi kötü sığındığınız bir memlekette yerlilerin “kendine yakıştıramayıp” çalışmadığı bir işi yarı ücretine yapmaya razı olmuşsunuz. Derdiniz akşam başınızı güç bela sığdırdığınız evdekilere bir lokm a ekmek götürmek. Her gün yanından geçerken tedirgin olduğunuz mahallenin “delikanlıları” bir zaman sonra sizden “raconu kırmadan” ufak ufak haraç kesmeye başlıyor. Derdinizi kime söyleseniz burun kıvırıp, işi oluruna bırakıyor. Her geçen gün artan tazyik bir gün dayanılmaz oluyor. Allah o gün haraç kesenlere değil, nasibi size yazıyor da, “delikanlıların” yüzünde patlayan şamarlar ile o gün paçayı sıyırıyorsunuz. Fakat asıl derdiniz o zaman başlıyor. Mahallede gezen gulyabani herkese, sonra kendisinin de inanacağı bir yalanı fısıldıyor. Ve arkasından kabaran öfke ile üzerinize yürüyen mahalleli ve yine manşetlerdesiniz: “5 yaşındaki kız çocuğuna sarkıntılık eden Suriyeli…”

Türkiye altı yıldır, dünyanın hiçbir gelişmiş/gelişmemiş ülkesinin/toplumunun yapmadığı belki yapamayacağı bir şeyi başardı. Bir “ateş çemberinin” içinde kendi yangınını söndürmeye çalışırken, bir taraftan kendisinden “aman” dileyen milyonlara kapısını açtı. Avrupa toplumları, birkaç bin kişi yüzünden göçmen ve mültecileri eşsiz bir siyasi malzemeye dönüştürüp sağ kanat/milliyetçi partileri iktidara taşırken, Türk toplumu bunu siyasi bir meseleye dönüştürmedi.

Türk toplumu dünya kamuoyunda “misafirperverliği” ile maruf. “Bir kötülük bin iyiliği kör etmezse” eğer, Türk toplumu bu misafirperverliğini altı yıl boyunca gösterdi, büyük oranda da göstermeye devam ediyor. “Merhametle” karışık büyük bir “esneklik” ile elinden geldiğince mazlum insanlara yardım etti, hiç olmadı rahatsızlığını yüksek sesle dillendirmedi.

Ancak geçtiğimiz günlerde Sakarya’da yaşanan vahşet akıllardan çıkacak gibi değil. Yaşanan bir “katl” meselesi değil. Kelimenin tam anlamı ile “vahşet”. Bu vahşetin neden yaşandığını, nasıl buraya gelindiğini konuşmazsak yenilerini görmemiz ihtimal dışı değil.

Şüphesiz, bu vahşetin katili de maktulü de toplumda yaşananların bir ürünü. Uzun süren toplumun “esneklik”i son birkaç ayda adeta bir “hınç”a dönüştürüldü. Suriyelilere maaş verildiğinden tutun da bedava ev dağıtıldığına kadar yüzlerce mesnetsiz iddia, sosyal medya ağları üzerinden damla damla insanlara “zerk edildi”. Bu gibi durumlarda, her toplumun içerisinde “insanlık ceketini sırtından çıkarmaya hazır” mahluklar kolayca kendilerine hedef bulurlar. Çünkü hedef alınan kitle artık “insan” olarak görünmez onlara. Önce bir “şeytanlaştırma” süreci başlar ve sterotipik yakıştırmalar dolaşıma girer. Onlar hırsız, arsız, tacizci, tecavüzcülerdir… Onların bir “yüzü” yoktur. Bir annenin elini tutan on aylık bir erkek çocuğu da olsa, daha gün yüzü görmemiş anne karnında 9 aylık bir bebek de olsa, insanlık yükünü taşımaktan aciz bir mahluk, eline aldığı bir taş ile başını parçalamaktan kendini alıkoyamaz. Çünkü toplumun içindeki bir kesim o insanları “yüzsüz” kılmıştır.

Misafirlik, şüphesiz geçicidir. İnsan bir süre “eylendiği” yerden vakti saati gelince kalkar evine döner. Peki ya dönecek bir evi yoksa. Her gün kimyasal silahlar da dahil tonlarca kurşun varil varil yağıyorsa evine, yurduna nereye gitmeli? Bu darlık bazen insanı bir gece Akdeniz’in soğuk sularına da itebilir.

Kriz değil süreç yönetimi

Altı yılı geride bıraktığımız bu sürecin sonunda Türkiye’deki Suriyelilerin artık geçici olmadıklarını kabul etmek zorundayız. Bundan sonra “kuluçka” döneminin sonuçlarını görmeye başlayacağız. Son zamanlarda Suriyelilerin bir takım suçlara karışması da bunun bir parçası. Hiç şüphesiz gelenlerin arasındaki suça meyyal tipler artık işledikleri suçların sonuçlarını ölçüp tartacak kadar ülkeyi tanıdılar. Aralarından suça karışanlar çıkıyor daha da çıkacak.  

Kimse tenezzül edip araştırmaya soruşturmaya ihtiyaç duymasa da Suriyeliler bu ülkeye katkıda bulunmaya da külfet olmaya da devam edecek. Tıpkı nüfusumuzun 15 milyon olduğu 150 yıl kadar önce Anadolu’ya gelen 1,5 milyon Çerkez, 1,5 milyon Tatar, Kafkas, Balkan göçmeni ve daha nicesi gibi…  

Bir zaman “misafir” diye kucak açtığımız insanlar, artık aramızda bir hayat kurmaya çalışıyorlar. Bu insanların, bir vatandaşa nispetle, herhangi bir suça karışması bir tarafa, hakkını savunması bile kat kat daha müşkül bir iş. Medya ve özellikle sosyal medyada yapılan kaynağı belirsiz, büyük çoğunluğu yalan ve yönlendirici dedikodular Sakarya’da yaşanan olayın öncülleridir. Elbette mesele bir “katl” meselesidir. Ancak suçun işlenme biçimi sıradan bir “cinayet vakası”ndan daha fazla bir şeydir ve üzerinde düşünmeyi gerektirir.

Artık bir biçimde bir arada yaşamak zorunda olduğumuz bu insanlara karşı ve elbette onların da yerli topluma karşı sorumlulukları var. Birbirimizi daha fazla anlamak ve anlayış göstermekten başka bir yolumuz yok. Öncelikle Türk toplumunun Suriyelileri daha yakından tanımaya ihtiyacı var. Elbette bu kadar insanı sadece “dilenci, hırsız” gibi etiketler üzerinden tanımlamak yanlıştır. Birkaç dakika ayaküstü yapılacak bir sohbet bile çoğu zaman önyargıları yıkmaya yeter. Toplumsal alanda sağlıklı etkileşim ortamlarının kurulmasına ihtiyaç var.

En büyük sorumluluk devlet yetkililerine düşüyor şüphesiz. Altıncı yılında hala meseleye “kriz” olarak yaklaşılması en büyük risklerin kaynağını oluşturuyor. Karşımızda “yönetilmesi” gereken bir süreç var. Orta ve uzun vadeli stratejik plan ve programlara ihtiyaç bulunuyor. Ayrıca yönetilmesi gereken sadece bir “olgu” değil aynı zamanda bir “algı”dır. İnsanları birbirlerine karşı yanlış ve nefret dolu bir toplumsal sürece sokacak algıların yerine doğru örneklerin öne çıkarılması gerekiyor. İster Suriyeli olsun ister başka bir kimlik mensubu, suçun şahsiliğinin ötesinde toplumsal kimlikler birbirlerine karşı kışkırtılmamalıdır. 

İsmi çokça bağışlayan anlamına gelen “Rahman” ailesinin, yüreği engin Anadolu insanlarından “Eman” dilemiş annesi doğuma hazırlandığı gece bebeği ve on aylık oğlu ile böyle uğurlanmasaydı keşke.

[email protected]