Kuran meali yazmak: sadece Goethe değil Baudrillard da dirilmeli

Esat Arslan / Yazar
18.07.2015

İsmail Özcan’ın cümlelerini tekrar etmek gerekirse “Kur’an’ı her çağda o çağın bilimsel, sosyal ve ekonomik gelişmelerine paralel olarak anlamak ve anlatmak Müslüman bilginlere yüklenmiş önemli bir görev ve sorumluluktur.” Ve eklemek gerekirse bu sorumluluk yerine getirilebilirdir. Çünkü Kant’ı, John Rawls’ı, Baudrillard’ı ve Muhammed’i yaratan; en gelişkin klasik eser olan Kuran’ın da yazarı olan Allah’tır.


Kuran meali yazmak: sadece Goethe değil Baudrillard da dirilmeli

Cemal Aydın Star Açık Görüş’te 7.3.2015 tarihinde “İyi Bir Kur’an Mealinin Hazırlanması İçin Goethe’nin Dirilmesi Mi Lazım?” başlıklı bir yazı yazdı. Ve bu yazıda iyi bir Kuran meali yazmak için şiirsel hassasiyetin zorunlu olduğunu söyledi. İsmail Özcan bu yazıya yine aynı gazetede 5.7.2015 tarihli bir yanıt verdi. Yazının başlığı “Mevcut Kur’an Meallerinin Sorunları.” Yazının teması şu alıntıyla özetlenebilir: “Kur’an’ı her çağda o çağın bilimsel, sosyal ve ekonomik gelişmelerine paralel olarak anlamak ve anlatmak Müslüman bilginlere yüklenmiş önemli bir görev ve sorumluluktur. Biz bugün Kur’an’ı eriştiğimiz bilimsel çizgi seviyesinde olsun anlamıyor, anlamaya çalışmıyoruz. Günümüzün bilimsel ve teknik gelişmelerine şahit olmamış olan geçmiş zaman bilginlerinden nakillerle yetiniyoruz. İnsanoğlu günümüzde akıllara durgunluk verecek keşifler, icatlar ve bunlara dayanan ilerlemeler sağlamıştır. Zamanımızda Kur’an’ı bunlardan yararlanarak anlamaya çalışmak bir zorunluluktur.” Bu yazı bu düşünceyi kısmi bir bakış açısıyla değil ama tartışmayı daha geniş bir çerçeveye oturtarak yanıtlamak amacıyla yazılmıştır.

Modernitenin açtığı yara

İslam modernite karşısında ağır bir yara aldı. Ali İmran Suresi bu yaraya ‘karh’ adını veriyor: mikroplu yara. Ve bu mikroplu yara iki yüz yıldan fazladır İslami bedene yayılmaya devam ediyor. Bu yaranın bir boyutu Max Weber’in deyimiyle ‘büyünün bozulması’dır. Ve bu büyübozum Kuran’a kadar nüfuz etmiş durumdadır.

Bu yara etkisinde Müslümanlar önce Abbasi ve Osmanlı gibi eskiden kutsanmış imparatorlukların büyüsünü bozdular. Sonra İmam Şafii’den ve İmam Eş’ari’den başlayarak mezhep imamlarının hakikatle ilişkisinin olmadığı söylendi. Ve bir eleştiri furyası başladı. Sonra Muaviye üzerinden başlayan sahabe kritiği, önce Hazret-i Osman’a, oradan Ayşe, Talha ve Zübeyr’e, oradan Ali’ye ve şimdi kamu ödemelerinde hiyerarşi yaratan Hazret-i Ömer’e ve (Ali’nin hakkını gasp ettiği söylenen) Ebu Bekir’e kadar geldi. Kısaca modern İslami akıl sahabinin de büyüsünü bozmuş durumdadır.

Fakat moderniteye yenilginin bir sebebi aranacaksa işin burada kalmayacağı doğrudur. Fazlurrahman, Hasan Hanefi, Muhammed Arkoun, Cabiri ve Hamid Ebu Zeyd gibi son kuşak modernistalimler ‘oldukça haklı sebeplerle’ Kuran’ın çağımıza hitap etmediğini söyleyip Kuran’ın yapısını söktüklerinde Kuran’ın da büyüsü bozulmuş oldu. Ve zaten gelişmiş Müslüman bilinç Hazret-i Peygamber’in yaşamını artık Müslüman âlimlerden değil de MontgomeryWatt gibi oryantalistlerden okuyor olduğu için, bir bütün olarak dinin kavranışında büyünün bozumu sürecinin bir kemale ermiş olduğunu söyleyebiliyoruz.

Bugün, ortalama Müslüman birey pek farkında olmasa da, büyünün bozulduğu ve kutsalın her şeyiyle eleştirel akıl süzgecinden geçerken yitiyor olduğu durum, İslami aklın ve bir bütün olarak İslam dininin gelecek nesillere (Tahsin Görgün’ün deyimiyle) ‘hayat kaynağı’ olacak bir şey veremeyecek durumda olduğu anlamına geliyor. Bu durum, onun, gelecek nesillere bir şey aktarmaya çalışırken, İslami geçmişin, geleneğin, asr-ı saadetin, Peygamber’in yaşamının ve Kuran’ın genç kuşakların eleştirel bakışı altında mesajını iletemez hale gelebileceği bir durumdur. Ortalama Müslüman için olmasa da moderniteyle hemhal ve modernitenin aklıyla akıllanmış Müslüman bilinç için durum bundan ibarettir.

Krizle başa çıkmak

Bu ağır bir kriz durumudur. Bu kriz durumunu betimleyerek kimsenin canını istemem. Fakat şunu söylemek istiyorum: her kriz aslında ciddi bir fırsattır. Ve bu fırsat benim için Kuran’ın büyüsünün yeniden iadesi işlevini görmüştür. Vardığım sonuç şudur: “Kuran büyülü bir kitaptır. Kuran, bağrında taşıdığı düşünsel derinlikle Kantları, Foucaultları ve Derridaları yaratmış benim çağıma doğrudan hitap edebilen bir kitaptır. Yeryüzünde meydana çıkarılmış en seçkin klasiktir.”

Fakat büyünün bu iadesi Kuran’a dair bazı temel önkabulleri yeniden düşünmeye bağlıdır. Ki bu yeniden düşünüş, ideal bir Kuran okuyucusunun/mealcisinin/ müfessirinin, kısaca bir ‘ilahiyatçı’nın sahip olması gereken vasıfların da yeniden düşünülmesini gerektirir. Ve bu yeniden düşünüş modernitenin nüfuzu karşısında büyüsünü yitirmiş İslami geçmişin, geleneğin, halifeler döneminin ve siretin de büyüsüne ve anlamına yeniden kavuşmasını, bunların yeniden ve başka bir biçimde kutsallaşması sonucunu içerir.

Şuradan başlayalım: eğer Sünnet’in Kuran’ı yaşamanın ideal biçimi olduğunu söyleyeceksek, Kuran’ı rafa kaldırmamız gerekir. Çünkü modern dünyanın nimetleriyle nimetlenmiş bir bilinç için bu toplum modelinin herhangi bir aktüelliği yoktur. Hadis kitaplarında bizi bağlayan şeyler kurallar değil, o kuralların gerçekleştirmeyi düşündüğü gayelerdir. Bu gayeler günceldir. Fakat kurallar Yedinci Asır Hicazının şartlarına göre konmuştur ve geliştirilmeye açık olmalıdır.

Sünnet Kuran’ın idealleri ve yedinci asır gerçeklerinin bir sentezinden ibarettir. Zekatın oranının servetin kırkta biri olması gerçeği sadece ve sadece o toplumun henüz daha adil bir çözüme hazır olmamasından doğar. Bugün bu oranla en basit kamu hizmetleri bile gerçekleştirilemez. Eğer oran buysa yeni vergiler ihdas etmek, yani şeni bir şeriat icat etmek zorunludur. Oysa gerçektezekatın ideal ölçüsü Haşr Suresinin beyanıyla -ve tam da modern zamanlarda bu konuda bir çığır açmış John Rawls’ı işaret ederek- servetin sadece ve sadece belli kesimler arasında dolaşan bir talih olmasını engelleyecek bir orandır. Bu ölçüsüyle zekat oldukça aktüel ve çağın bilincinde taze bir heyecan uyandıracak bir kurumdur. Fakat Sünnet’in Kuran’ı belirleyiciliği varsayıldığında bu büyü gözlere görünmez olur.

Hataya düşmemek için...

Kuran’ın doğru anlamının selef-i salihin tarafından verilmiş olduğu ve ona aykırı beyanda bulunulamayacağı varsayıldığında da Kuran’ı çocuklarımıza anlatamaz hale geliriz. -Ki bu hataya birer modernist olan ve bu hataya düşmemesi gereken- Fazlurrahman ve Cabiri bile düşmüştür.- Çünkü bugün hiçbir modern Müslüman çocuk hırsızın elinin kesilmesi gerektiği gibi bir şiddet eylemini adil bir ceza olarak kabul etmez. Aslında Kuran’a bakacak olursak bu ceza bir deyimden ibarettir. Çünkü hırsızın elinin kesilmesi cezası aynı ayet için -gerektiğinde takılacak ve gerektiğinde çıkarılacak bir nekal’den/kelepçe’den ibarettir. Kesilmiş el yerine takılamaz. Öyleyse el fiziksel olarak kesilemez. Kuran’da ‘el’ bir deyimdir ve ‘eylem’ anlamına gelir. Örneğin Tanrı’nın ‘el’inden bahsedilir ve insanlarının ‘el’lerinin kazandıkları günahlara atıfta bulunulur. Kısaca hırsızın elini kesmek, onu hırsızlığa götüren eylem olanaklarından hırsızı mahrum etmek anlamına gelir -ki gerekirse kelepçe gibi takılabilir ve çıkarılabilir. Yedinci Asır Hicaz koşullarında hırsızlığı engellemenin başka bir yolu bulunmadığı için bu ayet Peygamber tarafından düz anlamıyla fiziki el kesme olarak uygulanmıştır. Ve yeni bir kurum ihdası değildir. Cahiliye yasasının tekrarıdır. Fakat ayetin bu en ilkel formdaki anlamı ayetin zaman üstü anlamı zannedilmiştir.

Moderniteyi bağrında hiçbir hakikat taşımayan bir cahiliye olarak kabul edeceksek ve Kuran’ın moderniteye söyleyeceği hiçbir sözü olmadığına inanacaksak Kuran’ı çocuklarımıza anlatamayız. Çünkü onlar -bizler gibi- modern dünyanın gerçekleriyle yüzleşerek büyüyorlar. Ve bu durumda Kuran’ın onların problemlerine hitap etmez. Oysa Kuran modern dünyanın düşünceleriyle de konuşan bir kitap olarak tasarlanmıştır. Pek çoğu Şeriat Mekke’de Tamamlandı adlı kitabımda yer tutmuş bir kuşağı zikretmem gerekirse, Kuran postmodern çağla da konuşur. Çünkü onda Foucault’ya, Derrida’ya, Lacan’a, Habermas’aKristeva’ya, Baudrillard’a, John Gray’a, Bourdieu’ya referans veren ayetler ya da pasajlar bulunur. Bir örneğini vereyim. Beled Suresi’nde kafir şöyle der: “Bir aslan yelesi gibi bol ve prestij verici bir biçimde tükettim.” Ve Allah ona şöyle yanıt verir: “Onu kimsenin görmediğini mi sanıyor?” Tüketim-prestij-görülme/gösterge üçlüsü başka pek çokşeyin yanında Baudrillard’ın tüketim toplumu eleştirisinin bir sembolüdür. Ve Kuran bu yolla Baudrillard’daki hikmet çekirdeğine temas eder.

Burada şunu da söylememiz gerekiyor. Kuran’ın yazarının dünya görüşünün yedinci asırla sınırlı bir bireye ait olduğunu varsayarsak Kuran’ı asla hakkıyla kavrayamayız. Ki geleneğimizce Kuran Hazret-i Peygamber’in havsalasına bağlı olarak ele alındığı için fiilen bu muameleye tabi tutulmaktadır. O Allah’ın kelamıdır ve Allah metafizikten psikanalize, bugünkü ABD İmparatorluğundan geçmişteki Sümerlere varıncaya kadar her mekana ve her zamana hakim bir birey olarak Kuran’da konuşmaktadır. Hazret-i Peygamber’in havsalasından çok daha fazla olarak.

Fakat bu konuşma soyut felsefi bir biçimde değil, kendi deyimiyle kolaylaştırılmış bir mahiyette cereyan etmektedir -ki yedi yaşındaki çocuktan, yetmiş yaşındaki allameye kadar herkes ondan hissesini alsın. Kuran organizma’yı anlattığı İnsan Suresinde “şedednaesrahum” diye bir tabir kullanır. Kabaca “parçalarını bitiştirdik” demektir bu. Bu çeviri onun alabildiğine kolaylaştırılmış formudur. Çünkü ‘esrahum’daki ‘esr’ ‘gücünü kendinden değil, ait olduğu bütünden alan ve o bütüne esir olan kişi’ anlamına gelir. ‘şededna’daki ‘şedd’ ise parçaları birbirine birleştirildiğinde ortaya çıkan şeyin parçalarından daha üstün bir güce sahip oluşunu anlatır. Bu iki kelime bu haliyle Kant’ın Yargı Gücünün Eleştirisi’nin esasını oluşturan ‘auto-poiesis’/’kendi kendini var etme ilkesi’ üzerine kurulu organizma düşüncesine bir referanstır. Fakat Kuran’ın yazarının bilinç gelişkinliğinin yedinci asrın ötesine gitmediği varsayıldığında ayetteki bu derin hikmet gözlerden saklı kalmaya mahkumdur.

Kuran’ın böylesine yüksek bir bilincin eseri olduğu düşüncesi ortaçağ İslam filozoflarına yabancı değildi. Farabi için Kuran,sembollerle dile gelmiş bir ezeli ve ebedi felsefeydi.İbnRüşd içinse felsefe dilinden de üstün olarak hem filozofla hem de sıradan insanla konuşmak üzere tasarlanmıştı. Fakat ne yazık ki onlar bu damarı tefsirde işletmediler.

Ne yazık ki bugün hem meallerimizde hem de tefsirlerimizde onun bu sıradan insanla konuşuyor olma durumu sanki onun mesajının bütününü aksettiriyormuşçusuna, Kuran’ın bu kolaylaştırılmış hali onun aslı esası mertebesinde ele alınmaktadır. Fazlurrahman’ın, Cabiri’nin, Arkoun’un, vs Kuran’ın bu ilkel hali çağımıza hitap etmediği için onu yapısöküme uğratmaları da bu ilkel düşünceden doğmaktadır. Çünkü yukarıda saydığımı kısıtları aşmamış bir Kuran okuması onun bu çağa hitap eden hiçbir yönünü bulamaz. Ve bu mesajı harfiyen çocuklarına aktaramayacağı için de onun yapısını sökmek, büyüsünü bozmak ve kutsallığını yitirtmekten de geri duramaz.

Kuran’ın bahsettiğim kısıtları aşmış bir okuması ve meallendirmesi ise etimolojilere hassasiyete, Kuran’ı ayet ayet değil, pasaj pasaj okumaya, sure bütünlüklerine dikkat etmeye ve Kuran’ın düzanlamlı bir metin değil, oldukça fazla deyim kullanan edebi bir metin olduğunu düşünmeye dayanır.

Geleneğimiz etimolojilere bir yere kadar hassastı. Pasaj okumaya yeteri kadar duyarlı değildi. Sure bütünlükleri konusunda hiçbir fikri yoktu. Ve büyük oranda Kuran’ın deyimsel yapısına yabancıydı. Bunlar göz önüne alındığında Kuran birden aşinası olduğumuz için bize eskimiş görünen bir kitap olmaktan çıkar. Okuduğumuz her seferinde bize yeni anlamlar keşfettiren heyecan verici bir serüvene dönüşmeye başlar.

Büyüyü yeniden kazanmak

Ve ancak ve ancak Kuran’ın yeni bir kavranışına ulaştığımız zaman Peygamber’in yaşamının büyüklüğünü anlarız. Sünnet’tekiKurani belirlenimi yeni gözlerle görür ve ideallerle gerçeklerin kendi çağımız için nasıl yeniden bir araya getirilebileceğini düşünmeye başlarız. Ancak ve ancak Kuran’ın bu yeni görüşü altında dünya-ahiret ilişkisini bizim gibi kurmamış dört halife dönemi ashabının yaşayışında kutsalın tuttuğu yeri yeni gözlerle görmeye başlarız ve yaşanan trajedi içerisinde ideallerin nasıl da hükmettiğini görmeyi öğreniriz. Ancak ve ancak Kuran’ın bu özel okunuşu sayesinde İslam’ın başka asırlarda başka formlarda kavranabileceğini düşünür ve Şafii-Eş’ari-Gazali gibi selef-i salihin’in bizim ‘rasyonel’ din talebimize uymayan kendine has dini kavrayışlarının da en azından bizimki kadar sahici olabileceğini düşünmeye başlarız. Ve mezhep imamları bizler için reddedilmesi gereken birer figür değil, özgürce diyaloga girilmesi gereken saygın büyükler olmaya başlar. Ve saltanat sistemini zorunlu kılan bir çağda Osmanlı ve Abbasi gibi hanedanların bir yere kadar da olsa İslami idealleri hayata geçirebilmiş olmasını görebilecek bir duruma geliriz. Ve modern İslami kafalarımızla, tarihi büyüsünü yitirtmeye mahkûm olduğumuz bir sorun kaynağı olarak değil, çağın koşullarında tecdit edilerek tevarüs edilebilir bir büyü havuzu olarak görebilmeye başlarız.

Elbette ki tüm bu söylediklerim otoriteyi Gadamer’in sandığı gibi geçmişte ve gelenekte değil, Levinas’ın dediği gibi fizikötesi’nde aramakta ve Kuran’ı Gadamer’in zemmettiği gibi anlamını indiği çağda bulan bir metin olarak kabul etmekte değil, Hegel’in de Gadamer’le beraber söylediği gibi onu dolaysızca bugüne hitap eder bir metin olarak kavramakta amacına ulaşır. Ve bunun için ilahiyat fakültelerini salt dini ilimlerin öğretildiği bir fakülte olmaktan çıkarıp, çağın tüm bilgi birikiminin öğretildiği bir üniversite’ye/külliye’ye dönüştürmek gerekir. İşte ancak o zaman Goethe’nin beklediği Kuran mealcilerini yaratmış oluruz. Ne yazık ki bugünkü şiire ve beşeri hikmete duyarsız ilahiyat eğitimi ancak elimizde mevcut olan Kuran meallerini verebilir. Çünkü meal en az Allah’ın olduğu kadar bizim de aynamızdır.

İsmail Özcan’ın cümlelerini tekrar etmek gerekirse “Kur’an’ı her çağda o çağın bilimsel, sosyal ve ekonomik gelişmelerine paralel olarak anlamak ve anlatmak Müslüman bilginlere yüklenmiş önemli bir görev ve sorumluluktur.” Ve eklemek gerekirse bu sorumluluk yerine getirilebilirdir. Çünkü Kant’ı John Rawls’ı, Baudrillard’ı ve Muhammed’i yaratan aynı zattır. O, en gelişkin klasik eser olan Kuran’ın da yazarı olan Allah’tır.

[email protected]