Küresel aktörler yıkıcı değil yapıcı olmalı

Prof. Dr. BİROL AKGÜN SDE Başkanı
25.04.2015

I. Dünya Savaşı, Osmanlı coğrafyasındaki halkları da derinden etkilemiştir. Bu çerçevede 1915’e giden süreçte, Osmanlı Devleti’nde barış ve huzur içinde birlikte yaşayan Türkler ve Ermeniler emperyalist politikalardan ve savaştan her anlamda en fazla zarar gören iki halk olmuştur.


Küresel aktörler yıkıcı değil yapıcı olmalı
Türkler ve Ermenilerin ortak acılarını anlayabilmek için yalnızca Anadolu’da yaşananlara değil, daha geniş bir çerçevede 1900’lü yılların başından itibaren Balkanlar ve Kafkasya’da yaşananlara da bakmak gerekir. 1918’e gelindiğinde en az iki milyon insanın yerlerinden kopartılarak Anadolu’ya göç ettikleri görülmektedir. Bugüne kadar geride kalanlarla ilgili hiçbir Avrupa ülkesi bir yüzleşme içine girerek yaşananlara yönelik olarak özür dileme hassasiyetini göstermemiştir. Ayrıca Osmanlı sadece Çanakkale’de 250 bin insanını kaybederken, Ermeniler de savaş şartlarının ürettiği güvenlik sorunları nedeniyle 1915’te zorunlu göçe tabi tutulmuşlar ve bu süreçte pek çok kişi hayatını kaybetmiştir. Türkler kaybettikleri imparatorluğun travmasını Anadolu’da yeni bir cumhuriyet kurarak aşmayı başarmıştır. Ancak Batılıların teşvikiyle girdikleri isyanın getirdiği acı sonuçların yarattığı travmalardan Ermenilerin hala kurtulabildikleri söylenemez. 
 
Türkiye’nin hayatını kaybeden Ermenilere siyasi ve insani açıdan tamamen duyarsız kaldığını iddia etmek doğru değildir. Hatta denilebilir ki, Türklerin Ermeniler konusunda gösterdikleri hassasiyet Batılı ülkelerden çok daha ileri düzeyde olmuştur. Daha Osmanlı döneminde tehcir olaylarını soruşturmak üzere mahkemeler kurulmuş ve tespit edilen sorumlular idam edilerek cezalandırılmıştır. Cumhuriyet elitleri ise Ermeni sorununu Osmanlı döneminin bir vakası olarak görmüş ve nasıl Balkan Savaşı sonrası yaşanan acıları yüreklerine gömerek unutmaya çalışmışlarsa tehcirin yarattığı acıları da hatırlamak istememişlerdir. Ancak uluslararası alanda son yıllarda gerek propaganda gerekse baskılarla karşılaşınca Türkiye geçmişin siyasi yükünü hafifletme adına bu soruna yeniden kafa yormak zorunda kalmıştır. Türkler ve Türkiye için 1915 olayları, geçmişte yaşanmış acı hadiseler olarak görünmektedir. Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı sıfatıyla Recep Tayyip Erdoğan’ın 24 Nisan 2014 tarihinde yayınladığı “taziye mesajında” vurguladığı gibi, “Birinci Dünya Savaşı esnasında yaşanan hadiseler, hepimizin ortak acısıdır. Bu acılı tarihe ‘adil hafıza’ perspektifinden bakılması, insani ve ilmi bir sorumluluktur.” Tarihin tek yanlı okunması acı çeken halkların acılarını azaltmayacağı gibi taraflar arasında ihtiyaç duyulan güven, barış ve diyalog ortamının geliştirilmesine de hizmet etmeyecektir. Bu bağlamda bizler de o dönemde hayatını kaybeden herkesin acılarını paylaştığımızı burada bir kez daha belirterek, insani duyarlılığımızı göstermek isteriz.
 
İlişkilerin normalleşmesi
 
Aynı coğrafyanın insanları olarak Türkler ve Ermeniler arasında tarihten kalan sorunların hak ve adalet ilkeleri temelinde çözülmesi için ister devlet ister STK’lar arasında yapılsın, her türlü diyalogun ve işbirliği girişiminin desteklenmesi gerekir. 
 
Ancak Başbakan Ahmet Davutoğlu tarafından da defalarca vurgulandığı gibi iki halk arasındaki sürdürülebilir barışçıl ilişkiler ancak ortak bir “adil hafıza” yaratılmasıyla mümkün olabilir. Bu çerçevede, ilişkilerin normalleştirilmesinin bir yolu olarak 2009 yılında Türkiye ve Ermenistan devletleri arasında ve BMGK üyeleri ile AB Dış İlişkiler Yüksek Temsilcisinin müzaheretinde Zürih’te imzalanan protokollerle çizilen yol haritasının bir an önce uygulamaya geçirilmesi gerekir. Yine protokollerde öngörülen, tarihi olayların araştırılması için ortak bir tarih komisyonunun kurulması ve iki ülke arasında kapsamlı diplomatik, ekonomik ve siyasi ilişkilerin geliştirilmesi de elzemdir. Zira şuna inanıyoruz ki, tarihin ve coğrafyanın kader arkadaşı yaptığı Ermeni ve Türk halkları eninde sonunda tarihin ağır yükünün yarattığı kırgınlıkları ve siyasi ön yargıları aşarak yeniden insani, siyasi ve ekonomik ilişkilerini mutlaka geliştireceklerdir. Bu süreci hızlandırmak insani bir görevdir.
 
Avrupa’ya düşen sorumluluk 
 
Bir asır sonra Türkler ve Ermeniler arasındaki ilişkilerin yeniden normalleşmesi için herkesin ve bu arada özellikle Birinci Dünya Savaşı’nın, dolayısıyla savaşta yaşanan tüm acıların da müsebbibi olan Avrupalı dostlarımızın daha yapıcı roller oynaması istenir ve beklenir. Hatta yüzyıl önce kendilerinin sebep olduğu insani yaraların sarılması için yapıcı siyasi katkı sağlamak, Batılı aktörlerin insani, siyasi ve ahlaki yükümlülüğüdür de. Yaşananlarla birinci derecede yüzleşmesi gerekenler belki öncelikle Avrupa ülkeleridir.
 
Buna rağmen, son günlerde Ermenilerce ilan edilen sözde soykırımı anma tarihi olan 24 Nisan 2015 tarihi yaklaştıkça Katolik dünyasının dini lideri Papa Fransuva’nın yapmış olduğu açıklamalar ve Avrupa Parlamentosu’nun (AP) aldığı tavsiye kararları, ne yazık ki bu sorumluluktan uzaktır ve tarihi olayların tek yönlü olarak okunması üzerine inşa edilmiş çarpık bir bakış açsısını yansıtmaktadır. Yalnızca Ermenilerin ürettiği tarihi anlatıyı yansıtan açıklamaları “mutlak gerçeklikmiş” gibi okumak ve Türkiye’nin yıllardır ısrarla vurguladığı, sorunun çözümü için ortak komisyon tekliflerini ve diaspora da dahil olmak üzere tüm Ermenilerle iyi niyetle diyalog kurma çabalarını görmezden gelmek haksızlık ve insafsızlıktır. Bu yaklaşımın uluslararası ilişkilerin temelini oluşturan iyi niyet ve nesafet ilkeleriyle bağdaşmadığı da açıktır.
 
Katolik dünyanın dini otoritesi olarak kabul edilen Papa’nın 12 Nisan’da, hiçbir dini ve bilimsel temele dayanmayan ve tamamen siyasi nitelikli olan 1915 olayları ile ilgili açıklamaları, tarihsel gerçeklerle bağdaşmadığı gibi, Papa’nın bu siyasi yaklaşımı, yakın dönemde Türkiye’ye yaptığı ziyarette vurguladığı Hristiyan dünyası ile Müslüman dünyası arasında barış ve diyalog köprüleri kurmayı amaçlayan “uzlaştırıcı Papa” misyonuyla da uyuşmamaktadır. Papa Fransuva’nın konuşmasından hemen sonra, Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye’yi “soykırımı” tanımaya ve hatta “24 Nisan’ın dünya soykırım günü olarak kabul edilmesine” yönelik bir karar almasını da doğrusu oldukça düşündürücüdür. Batı medyasının önemli bir kısmının da benzer bir dil kullanması da dikkate alınırsa 1915 olayları üzerinden Türkiye’ye yönelik sistemik bir saldırı olduğu anlaşılıyor. 
 
Türkiye’nin imajını bozmak 
 
Uluslararası aktörlerce yapılan bu son hamlelerin insani bir duyarlılık adına yapıldığına inanmak çok zordur. Türkiye’nin yüzyıl sonra yeniden ekonomik olarak güçlendiği, iç sorunlarını demokratik yöntemlerle çözme cesareti gösterdiği; sahip olduğu insani-ahlaki değerleriyle uluslararası politikaya yön vermeye çalıştığı ve Orta Doğu gibi karmaşık bir bölgede istikrar ve denge unsuru olarak görülmeye başlandığı bir dönemde bu tür girişimlerin başlatılması; halkımız tarafından doğru biçimde değerlendirilecektir. Bu girişimler, tarihi acıların suiistimal edilerek Türkiye’ye karşı siyasi bir baskı aracına dönüştürülmesinden başka bir anlam da taşımamaktadır. 
 
Oysa Türkiye, Ortadoğu’da gerçek demokrasiye sahip tek ülkedir. Demokrasisini her geçen gün Avrupa standartlarını merkeze alarak geliştirmekte ve çoğulcu bir demokratikleşme yönünde önemli adımlar atmaktadır. Türkiye izlediği politikalarla bugün savaşın ve insanlık trajedilerinin yaşandığı Ortadoğu’da tüm halkları kucaklayacak bir demokratik dönüşümü gerçekleştirebilecek yegâne bölge ülkesidir. Ülkesindeki azınlıkların hakları konusunda önemli yasal düzenlemelere imza atan Türkiye’nin, bu aşamada desteklenmesi ve cesaretlendirilmesi yerine baskı altına alınmaya çalışılması en azından sonuç getirmeyecek yanlış bir stratejidir.
 
Türk ve Ermeni halklarının barışçıl geleceği, dışarıdan kurgulanan yanlış stratejilerle veya bu halkların ortak tarihinin tek yanlı siyasi yorumu üzerine inşa edilemez. Ortak gelecek, Türk ve Ermeni halklarının kararıyla şekillenecektir. Bu nedenle üçüncü tarafların ikili ilişkileri bu tür kararlarla yanlış yönlere çekmek yerine, gerçekten yapıcı bir rol oynamaları en doğru yaklaşım olacaktır.