Küresel, bölgesel ve ülkesel temelleriyle normalleşme

Prof. Dr. Metin Aksoy / Selçuk Üniversitesi Rektörü
14.05.2022

Türk dış politikasında başlatılan normalleşme süreci vülger değerlendirmelerle açıklanamayacak kadar kompleks jeopolitik, jeoekonomik ve jeostratejik motivasyonlarla ilerlemektedir.


Küresel, bölgesel ve ülkesel temelleriyle normalleşme

Türkiye siyasetinde özellikle son 20 yılda yaşanan demokratikleşme süreçleri ile birlikte kronikleşen ve hatta marjinalleştirilen sorunların artık hem zihinlerde hem de pratikte normalleştiklerini söylemek bir totolojiden ibarettir. Nitekim, ordunun siyasete yönelik angajmanının demokratik rejime direkt saldırı olarak görülmesi, herhangi bir kimliğe yönelik yerleşikleşmiş ötekileştirmenin faşizm ile eşdeğer görülerek tartışmasız reddedilmesi ve tepeden inmeci laiklik uygulamalarına karşı halkın temayülünü dikkate almanın mutlak gerekliliği gibi artık kanıksanmış birçok yargı bahse konu totolojiyi doğrulayan bariz göstergelerdir.

Entelektüel çit

Türkiye siyasetinde yaşanan bu demokratikleşme süreçlerinin bir diğer önemli sonucu ise daha önce belirli bir kesime ya da zümreye ait görülen ve bir nevi etrafına "entelektüel çit" çekilen alanların demokratik rejimin dayanağı olan millete açılmasıdır. Öyle ki, özellikle son 20 yılda millete yönelik elektokratik bakış aşınmıştır. Çünkü, demokratik rejimin yegâne temeli olan millet iradesi-görüşü başta ekonomi, yerel-ülkesel siyaset, dış politika olmak üzere her alanda hâkim kılınmış ve millet belirli aralıklarla oy vermekten başka kendi yönetimine dair söz söylemeye hakkı-aklı olmayan bir yığın olarak değerlendirilmekten sıyrılmıştır. Bu savı desteklemek için günümüzde popüler olan sokak röportajlarına bakmak bile yeterlidir. Öz bir şekilde ifade etmek gerekirse, "milletin kendi kaderini tayini" hiç olmadığı kadar son 20 yılda hayata geçirilmiş ve tahkim edilmiştir.

Dolayısıyla, özellikle son 20 yılda, bir akademik disiplin olarak Uluslararası İlişkiler'in Türkiye'de popülerleşmesi az önce vurgulanan sürecin bir sonucudur. Nitekim, Türkiye'de Uluslararası İlişkilere dair kürsüler, akademik çalışmalar ve yayınlar bu dönemde ciddi şekilde artmıştır. Elbette bu durumun Soğuk Savaş'ın sona ermesiyle birlikte biz-öteki merkezli dikotomilere dayanan ve milletin politik seçim yelpazesini sınırlayan panoramanın sistemsel tasfiyesi gibi sebepleri de bulunmaktadır. Ancak, Türkiye özelinde düşünmek gerekirse, uzun yıllar "elitleştirilen" ve "monşerleştirilen" Uluslararası İlişkiler'in millet nezdinde popülerleşmesi, Türkiye siyasetine içkin demokratikleşme süreçleriyle daha fazla ilgilidir. Bir akademik alanın popülerleşmesinin ise bu alanda yapılan çalışmaların artması ve bu alana dair entelektüel ilginin artması gibi olumlu sonuçlarının yanı sıra olumsuz sonuçları da bulunmaktadır. Millet nezdinde, genelde Uluslararası İlişkiler'e özelde ise bunun ülkesel alt birimi olarak değerlendirilebilecek Türk dış politikasına ve diplomasisine yönelik ilginin artmasının ortaya koyulabilecek hiçbir olumsuz yanı yoktur. Ancak, Uluslararası İlişkiler ile uzmanlık düzeyinde iştigal etmeyenlerin bu alana dair popülizme varan hamasi "analizleri" bahse konu popülerleşmenin en olumsuz sonucuna işaret etmektedir. Bir başka anlatımla, "entelektüel popülarite" bir akademik disiplin olarak Uluslararası İlişkiler'in -ironik şekilde- Türkiye'de başına gelen en kötü şeydir.

Popülizm kaygısı

Bir akademik disiplinin başına gelebilecek bu talihsizliğin son sürümünü Türk dış politikasına dair yaşanan son gelişmelere dair tartışmalarda görmek mümkündür. Nitekim, Türk dış politikasının özellikle Körfez ülkeleri, Suudi Arabistan, Mısır ve İsrail eksenli normalleşme süreci "dönme, dönüş, cayma, politik kaypaklık" gibi mütecaviz terimlerle anılmaktadır. Popülizm kaygısı ile motive olan bu değerlendirmeleri hem Uluslararası İlişkiler'e dair temel aksiyomlarla hem de sıralanan ülkelere ve bu ülkelerin içinde bulunduğu bölgesel-küresel politik panoramaya dair güncel değerlendirmelerle butlan bırakmak mümkündür. Uluslararası İlişkiler'in temel aksiyomlarıyla başlamak gerekirse, ilk olarak siyasi tarihte epistemik kırılma yaratan her gelişmenin devletlerin dış politika yapım süreçlerini doğrudan etkilediği tarihsel bir vakıadır. Örneğin, iki dünya savaşı, Soğuk Savaş, Soğuk Savaş'ın sona ermesi ve 9/11 gibi gelişmeler hem Uluslararası İlişkiler teorilerinde hem de pratik güncele göre konumlanmalarını revize eden devletlerin dış politikalarında kırılma yaratmıştır. Bu çerçevede Covid-19 pandemisi içinde yaşanılan bir süreç olmakla birlikte 21. yüzyılın Uluslararası İlişkiler'ini derinden etkileyen bir gelişme olarak kayda geçmiştir. Bu çerçevede Türk dış politikasına dair re-organizasyon, gözden geçirme ve yeniden değerlendirme bahse konu gelişmenin kendini dayatması olarak değerlendirilmelidir. Küresel tedarik zincirlerinin sekteye uğradığı, enflasyonist ve stagflasyonist eğilimlerin yoğunlaştığı pandemi ve post-pandemi sürecinde normalleşme ancak ve ancak rasyonel bir devletin dış politika tercihi olabilir.

Küresel vizyon

İkinci olarak, Uluslararası İlişkiler doğası gereği enternasyonel bir hüviyete sahiptir. Bir başka anlatımla, bu alanla iştigal edenler analizlerini yaparken küresel bir vizyonu benimsemek zorundadır. Dolayısıyla, Türkiye'yi ve Türk dış politikasını yalnızca Ankara'dan okumak en başından eksik bir değerlendirme anlamına gelmektedir. Bu sebeple, Ankara'yı yalnızca Ankara'dan değil, Washington, Paris, Londra, Moskova, Şam, Bağdat, Kahire gibi merkezlerden bakarak değerlendirmek, yapılan analizi daha gerçekçi kılacaktır. Dolayısıyla, Türk dış politikasında yaşanan normalleşme sürecini yalnızca Türkiye'nin politik hassasiyet ve gereklilikleri açısından değil başta normalleşmenin muhatabı olan ülke olmak üzere bölgesel-küresel merkezlerden bakarak değerlendirmek gerekmektedir. Üçüncü olarak, dış politikanın uygulama alanlarından bir tanesi olarak diplomasi, uluslararası ilişkilerin yatay ekseninde eşitler arası bir faaliyet olduğu için karşılıklı taviz bu faaliyetin doğasında bulunmaktadır. Bir başka anlatımla, iki devlet arasında hegemonik ve hamilik merkezli bir ilişki bulunmadığı müddetçe diplomasi, tarafların pazarlık yapmaya razı oldukları konularda taviz vererek uzlaştıkları bir faaliyete karşılık gelmektedir. Dolayısıyla, Türkiye'nin diplomatik normalleşme sürecini başlattığı devletlerle olan müzakere masasını yalnızca Türkiye'nin "verdikleri" ile değil, aynı zamanda "aldıkları" kapsamında da değerlendirmek gerekmektedir.

Dördüncü olarak, mevcut uluslararası sisteme hâkim olan konjonktürel paradigma devletlerin dış politikalarında doğrudan bir yansıma yaratmaktadır. Elbette bu tespit devletlerin yalnızca sistemik kısıtlara boyun eğen iradesiz aktörler olarak değerlendirmeleri gerektiği şeklinde yorumlanamaz. Ancak, Türkiye özelinde örneklendirmek gerekirse, yakın çevresinde realist paradigmanın hâkim olduğu bir politik panoramada Türkiye'nin, örneğin idealist dış politika yürütmesi irrasyonel bir tercih olacaktır. Dolayısıyla hâkim paradigmaya karşıt bir politika geliştirmek isteyen bir devlet için en optimum yol "değiştirmeye çalışırken uyum göstermek" ya da "uyum gösterirken değiştirmeye çalışmak"tır. Nitekim, Türkiye mevcut uluslararası ilişkilere hâkim olan güç merkezli politika anlayışını örneğin Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın "dünya beşten büyüktür" mottosuyla kırmaya çalışırken bir yandan da vurgulanan ülkelerle realist gereklere dayalı normalleşme sürecini başlatmıştır. Son olarak, bölgesel-küresel krizler-savaşlar genelde stabil kabul eden devletlerin jeopolitik konumlarında ve dolayısıyla dış politikalarında değişimi beraberinde getirmektedir. Yine, Türkiye özelinde belirtmek gerekirse, devam eden Suriye iç savaşı ile birlikte Rusya-Ukrayna savaşı Türk dış politikasında başlatılan normalleşme sürecinin bölgesel tetikleyicilerinden bir tanesidir. Görüldüğü üzere, devletlerin dış politikalarında yaşanan değişimler az önce vurgulanan vülger nitelendirmelerden daha fazla -ve Uluslararası İlişkiler'in doğasına içkin- temel değerlendirmeleri gerektirmektedir. Bununla birlikte ve sıralanan bu unsurların yanında Türk dış politikasına dair normalleşme sürecini bahse konu devletler ve bu devletlerin bulunduğu bölge özelinde değerlendirmek mümkündür.

İstikrara katkı

Başta BM, NATO, ABD ve AB olmak üzere küresel aktörlerin, Orta Doğu merkezli sorunları çözme potansiyellerinin yetersiz kaldığı bölge merkezli krizlerin yoğunlaşarak devam etmesinde kendisini göstermektedir. Biden yönetiminin İsrail'in güvenliğini sağlama, İran gibi sistem dışı olarak görülen devletleri etkisizleştirme, Rusya gibi küresel aktörleri bölgeden uzak tutma ve petrolün arz güvenliğini sağlama olarak formüle edilen Orta Doğu politikası bölge ülkelerini güvenlik kaygıları ekseninde birbirlerine yakınlaşmaya teşvik etmektedir. Bununla birlikte, Biden'ın göreve gelir gelmez İran ile nükleer görüşmelere yeniden başlamak arzusunda olduğunu hissettirmesi, devletlerarasında bahse konu güvenlik merkezli normalleşmeyi dayatmaktadır. Bu bağlamda, İran'ın dengelenmesi noktasında Türkiye ile bölge ülkelerinin ortaklığa dayalı bir yakınlaşma arayışında oldukları gözlemlenmektedir. Bu aşamada küresel ekonomiye hâkim olan kriz de hesaba katılacak olursa, bölgedeki anlaşmazlıkların devamı maliyetli bir hale gelmiştir. Bu maliyetli durumu doğru okuyan Türkiye bölgede anlaşmazlık yerine iş birliği alanlarına yoğunlaşmayı önceleyen bir diplomasiye geçmiştir. Dolayısıyla, Türkiye'nin bölgeye yönelik normalleşme girişimi orta ve uzun vadede hem Orta Doğu'nun hem de Kuzey Afrika'nın istikrarına katkı sağlayacaktır. Türk dış politikası nezdinde benzer bir motivasyon genelde Kafkasya özelde ise Güney Kafkasya için de geçerlidir. Nitekim, bölgeye yönelik Türk dış politikasının Ermenistan ekseninde normalleşmesi, Karabağ Savaşı sonrasında ortaya çıkan statükonun Azerbaycan lehine kalıcılaşmasına ve Azerbaycan-Ermenistan ihtilafının Rusya'nın elindeki bölgesel bir politik koz olmaktan çıkarılmasına katkı sağlayacaktır. Çünkü Türkiye, jeopolitik olarak Ermenistan'ın Batı'ya açılan yegâne kapısı konumundadır.

Yine, Türkiye'nin normatif bir güç olarak Libya ve Yemen'de istikrarın sağlanmasına ve barışın inşasına yönelik potansiyeli ortadadır. Bu çerçevede Mısır ve BAE ile normalleşmedeki önemli unsurlardan biri de Libya meselesidir. Bu durum Türkiye'nin Libya'nın doğusundaki siyasi, ekonomik, toplumsal aktörlerle paydaşlığa yönelik açılımında ve çok taraflı diplomasiyi merkeze almasında kendisini göstermektedir. Bu bağlamda, Libya'da insan hakları ihlallerinin engellenmesi, barış inşası ve bölgesel güvenliğin sağlanması noktasında Türkiye'nin bölgeye yönelik başlattığı normalleşme süreci ciddi bir potansiyele sahiptir. Öte yandan Biden yönetiminin Yemen ve Husiler konusunda selefi Trump'tan farklı bir yaklaşım göstermesi, Suudi Arabistan ve BAE'nin Türkiye ile yakınlaşmasını teşvik etmektedir. Bu bağlamda iki ülke arasındaki ilişkilerin normalleşmesi, Türkiye'nin barış inşa etme çabalarının Yemen'i kapsayacak şekilde genişlemesi anlamına da gelecektir. Bu durum özellikle Ukrayna krizi ile daha da belirginleşen Türkiye'nin normatif bir güç olma durumunu daha da perçinleyecektir. Bununla birlikte özellikle İsrail ve Ermenistan ile yaşanacak normalleşme Türkiye'nin ABD ile ilişkilerini olumlu yönde etkileyebilme potansiyeline sahiptir. Çünkü bu sayede Türkiye, ABD dış politikasında önemli yer tutan İsrail ve Ermeni lobilerinin bu etkilerini kırabilecektir.

Jeopolitik kıskaç

Türkiye'nin Orta Doğu ile ilişkilerinde normalleşme çabalarının bir diğer motivasyonu Doğu Akdeniz temelindeki güncel durumdur. Nitekim Türkiye, Doğu Akdeniz'deki deniz alanlarının sınırlandırılması ve enerji kaynaklarının çıkarılması hususundaki ihtilafta dengeyi kendi lehine çevirmek istemektedir. Bu kapsamda Mısır, İsrail ve BAE ile başlatılan normalleşme süreci Doğu Akdeniz'de Türkiye'nin elini güçlendirme potansiyelini barındırmaktadır. Çünkü örneğin Mısır, Doğu Akdeniz'de Türkiye karşıtı kampta yer alsa da Yunanistan ile imzaladığı deniz yetki alanları anlaşması Türkiye'nin egemenlik haklarını ihlal etmemektedir. Bu durum Türkiye'nin Mısır ile benzeri bir anlaşma yapmasını muhtemel kılmaktadır. Benzer şekilde, Türkiye ve İsrail arasında gerçekleşebilecek deniz alanlarını sınırlandırma anlaşması, GKRY ve Yunanistan'ın bu konudaki Türkiye aleyhine çabalarını etkisiz hale getirebilecektir. Öte yandan ABD'nin EastMed projesinden çekilmesi ile birlikte İsrail'in sahip olduğu rezervlerin Batıya taşınması noktasında Türkiye önemli bir alternatif olarak ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla, İsrail gazının Türkiye'ye tedariki, son yıllarda Türkiye'nin enerji konusunda Rusya ve İran'a olan bağımlılığın azaltılmasında önemli bir faktör olabilecektir.

Filistin meselesi

Türkiye'nin Orta Doğu ülkeleriyle olan ilişkilerini normalleşme çabaları, Filistin meselesinin çözümüne olumlu katkı sağlama potansiyelini de barındırmaktadır. Çünkü Türkiye-İsrail ilişkilerinin normalleşmesi ile Türkiye, barışın inşası çerçevesinde Filistin ve İsrail arasındaki diyalogun devamında önemli bir arabulucu konumuna gelebilecektir. İsrail ile ilişkilerini normalleştiren ve Filistin meselesinin çözümüne yön verebilen Türkiye'nin bölgenin diğer ülkeleri nezdinde de önem kazanması kaçınılmaz bir durumdur. Dolayısıyla, Türkiye'nin bu sürecin ardından İsrail ile Arap ülkeleri arasındaki ilişkilerin normalleşmesine katkı yapma potansiyeli de ortaya çıkmaktadır. Türkiye'nin bu potansiyeli hem Filistinli guruplar nezdinde hem de bölgede İsrail ile birlikte demokratik bir yönetime sahip olmak bakımından sahip olduğu ortaklıkta kendisini göstermektedir.

Savunmada ihracatın arttırılması

Son yıllarda yerli ve milli sanayi politikası çerçevesinde savunma sanayisinin kat ettiği gelişmeler Türkiye'yi bu alanda önemli bir ihracatçı haline getirmiştir. Bu durum özellikle Orta Doğu ülkeleri tarafından yakından izlenmektedir. Nitekim, İran ve Husilerin bölgede güçlenmeleri ile Husilerin Suudi Arabistan ve BAE'ye yönelik saldırıları, Türkiye'nin söz konusu ülkeler ile yapılabileceği güvenlik ve savunma iş birliklerinin önünü açmaktadır. Bu minvalde normalleşme ile özellikle ABD'nin silah satışında çeşitli sorunlar çıkardığı Suudi Arabistan ve BAE'ye yönelik İHA ve SİHA'ların ihracatı hususu gündeme gelmeye başlamıştır.

Ekonomik boyut

Türkiye'nin çok yönlü ve boyutlu normalleşme girişimi üretim, istihdam, yatırım ve ihracat odaklı ekonomi politikası için olumlu fırsatlar oluşturma potansiyelini barındırmaktadır. Bu çerçevede Suudi Arabistan'ın tüketim toplumu olması ve 2030 vizyonu çerçevesinde özelleştirmeler ile eğitim ve sağlık sektörlerinde Türkiye'nin tecrübesinden yararlanma isteği ikili ilişkileri olumlu yönde etkileyebilecektir. Bununla birlikte, son yıllarda enerji ve gıda fiyatlarının dünyada hızla artması ülkeler arası iş birliğini teşvik etmektedir. Bu bağlamda Türkiye'nin daha çok enerji ithalatına ve Suudi Arabistan'ın da gıda ithalatına ihtiyaç duyduğu göz önüne alındığında, bu durum ikili ilişkilerin gelişimini motive edici bir unsur olarak ortaya çıkacaktır. Bu bakımdan Mısır ise önemli bir pazar olması, Türk ihracatçıların Afrika ve diğer Arap ülkelerine açılmasında önemli bir sıçrama tahtası olması bakımından Türkiye ekonomisi nezdinde önemli bir partner olarak ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla, Covid-19 sürecinde turizm ve diğer sektörlerde yaşanan gelir kaybı, Türkiye'nin sıralanan normalleşme süreçleriyle telafi edilebilecek durumdadır.

Görüldüğü üzere, Türk dış politikasında başlatılan normalleşme süreci vülger değerlendirmelerle açıklanamayacak kadar kompleks jeopolitik, jeoekonomik ve jeostratejik motivasyonlarla ilerlemektedir. Bu açıdan, söz konusu normalleşme sürecine teorik ve pratik katkıda bulunmak yerine, bu normalleşmeyi Türkiye aleyhine bir kara propagandaya çevirmek hem Uluslararası İlişkiler'in doğasını kavrayamamakla hem de Türkiye'nin mevcut uluslararası sistemdeki normatif potansiyelini anlayamamakla açıklanabilir. Yazının başında belirtildiği üzere, Türkiye'ye yalnızca Ankara'dan bakmamak gerekliliği dış politika çözümlemesi için bir zorunluluk iken, Türkiye'ye her yerden ve her yerin bakış açısıyla bakıp yalnızca Ankara'dan bakmamak, yani yerli-milli ruhu kaybetmek de bahse konu propagandanın bir diğer sebebi olarak değerlendirilebilir.

[email protected]