Küresel ekonomik sistem ve 15 Temmuz

Mustafa Sancar / Yazar
22.10.2016

Bugün dünyamızda yaşanan birçok uluslararası ve yerel problemde siyasal, askeri veya sosyal nedenler kadar iktisadi sebepler de başrol oynuyor. Bu sebepler kimi zaman doğal kaynakların kontrolü olarak, kimi zaman da mevcut küresel sistemdeki ekonomik olarak gelişmiş ülkelerin hakimiyetlerini korumak üzere yaptığı müdahaleler olarak karşımıza çıkabiliyor. 15 Temmuz gecesi Türkiye’de yaşanan darbe kalkışmasının iç ve dış sebepleri arasında diğer faktörlerin yanı sıra ekonomik nedenlerin de önemli rolü var.


Küresel ekonomik sistem ve 15 Temmuz

2007-2008 döneminde yaşadığımız küresel kriz sonrasında ekonomik olarak gelişmiş ülkeler, ABD ve AB başta olmak üzere, ciddi bir ekonomik durgunluğa girmişti. Bunun sonucu olarak faizleri çok düşük seviyelere çekmiş ve ekonomide yatırım ve harcamaların artması sonucunu tetiklemeye çalışmışlardı. Bu süreç başta Çin olmak üzere ihracatın ekonomide önemli yer tuttuğu gelişmekte olan ülkeleri de negatif etkiledi. Ürettikleri mallara zengin Batılı ülkeler tarafından gelen talep düşünce, bu ülkeler de kriz öncesi ihracat odaklı ve cari fazla üreten ekonomik yaklaşımlarını kısmen değiştirmek durumunda kaldı. Gelişmiş ülkeler küresel ekonomik nüfuzlarını kaybetmek istemedikleri için Çin gibi ülkelere, yerel para birimlerinin değerini ve iç tüketimi artırmaları yönünde baskı yaptılar. Böylece bir yandan gelişmekte olan ülkelerden yapılan ithalatın maliyetini artırarak talebin yönünü dışarıdan içeriye yöneltmeyi ve gelişmekte olan ülkelerdeki artan iç tüketimle kendi mallarının ihracını artırmayı hedeflediler. Bu şekilde küresel kriz ile patlayan işsizlik ve büyüme problemlerini kontrol altına almayı umarken bir yandan da küresel ekonomideki ağırlıklarının azalmasını engellemeyi amaçladılar.

Düşük büyüme

Gelişmiş ülkelerin dış cephesinde yaşanan bu gelişmelerin yanı sıra iç cephede de faiz oranlarını düşürerek piyasaya likidite ve ucuz kredi sağladılar. Özellikle kriz sonrası sekiz yılda ortalama yıllık yüzde 0,1 ekonomik büyüme gösteren AB ve senelik ortalama yüzde 0,2 büyüme gösteren Japonya’da düşük enflasyon ve düşük büyüme dönemi devam etmektedir. ABD ise biraz daha farklı bir gelişme göstererek ekonomisini görece toparlamayı başarmış (kriz sonrası ortalama yüzde 1,5 ekonomik (GSYİH) büyüme) ve kriz sonrasında düşürdüğü faiz oranlarını yavaş da olsa artırmaya başlamıştır. ABD’nin faiz artırımı sonucu gelişmekte olan ülkelere dönük kredi akışı azalmış ve küresel kriz ile zor duruma düşen ekonomiler için bir başka negatif etken daha ortaya çıkmıştır. Para politikalarında benimsenen bu kararlar, gelişmiş ülkelerde mevcut ekonomik sistem içerisinde borçluluk oranlarının zaten çok yüksek olması ve gelir dağılımı bozukluğunun sonucu kapitalin belli ellerde yoğunlaşarak geniş kitlelere yayılmamasından dolayı istenilen sonuçların elde edilememesine yol açmıştır.

Ayrıca alt yapı yatırımlarının genel olarak gelişmiş ülkelerde tamamlanmış olması ve potansiyel yatırımların alternatiflerinin olması, ilgili yatırımların yatırımcı açısından verimliliğini düşürmektedir.

Örneğin bizim Marmaray’a duyduğumuz ciddi ihtiyaç, bu yatırıma olan talebi artırıyor ve böylece bu proje karlı bir şekilde işletilebiliyor ve yatırımı verimli kılıyor. Ancak gelişmiş ülkelerde zaten bu tarz büyük projelere ya ihtiyaç yok ya da mevcutta alternatifi olabilecek altyapılar mevcut.

Bu durum çoğunluğu gelişmiş ülkelerde yer alan kapital sahipleri için ciddi bir karlılık sorunu oluşturuyor. Çünkü hem ellerinde ciddi miktarda para var, hem de finansal yapı üzerinden daha fazlasına da rahatlıkla erişebilecek durumdalar. Ancak gelişmiş ülkelerde parayı kullandırabilecekleri alanlar görece kısıtlı ve düşük getirili.

Gücü paylaşma

Gelişmiş ülkelerdeki siyasi ve askeri güç erkleri açısından da bu son durum ciddi bir problem. Çünkü yatırımların gelişmekte olan ülkelere kayması durumunda bu ülkeler öncelikle ekonomik olarak ama aynı zamanda siyasi ve askeri olarak da güçleniyor. Bu ülkeler değişen dengeler ile sistem içerisinde kendilerine ayrılan paydan daha fazlasını talep ediyor ve statükoyu tehdit ediyorlar. Örneğin Çin, Hindistan ve Brezilya gibi ülkelerin artık sadece düşük teknolojili ürünlere değil orta ve yüksek teknolojili ürünler tarafında da kendi markaları ile uluslararası piyasalara açılmaları, gelişmiş ülkelerin üretimlerini ciddi bir şekilde etkiliyor. Bu durum gelişmiş ülkelerin hem pazar payı kaybetmesine hem de fiyat rekabeti dolayısı ile karlarının düşmesine sebep olarak ekonomik güçlerinin azalmasına yol açıyor (Lenovo ve kısmen Samsung buna örnek olarak verilebilir). Ayrıca “Dünya beşten büyüktür” gibi hem ülkemizden hem de farklı gelişmekte olan ülkelerden gelen eleştiriler, içinde bulunduğumuz küresel sistemin daha üst seviyelerde sorgulanmasına yol açıyor ve Batılı ülkelerin gücü diğerleriyle paylaşmaları yönünde baskı oluşturuyor.

1970’lerde petrol fiyatlarının artması ile yaşanan karlılık krizi, küresel boyutta ithal ikameci ekonomik sistemin yerini 70’lerin sonu 80’lerin başlarında liberal politikalara terk etmesiyle aşılabilmişti. Bu değişimi de 80 darbesi ile ülkemizde de yaşamıştık. Bu sayede sermaye sahipleri Batı’da verimsizleşen yatırım opsiyonlarını ve düşen talebi, gelişmekte olan ülkelere yönelerek aşmışlardı. Ardından 90’lar ve 2000’lerde türev ürünler furyası ile sanal karlara yüklenilmiş ancak 2007/2008 krizi ile bu alanda da ciddi bir tıkanma yaşanmıştı. Gelişmekte olan ülkelere akan finansman sonucu başta Çin olmak üzere birçok gelişmekte olan ülke ciddi bir güç elde etti. Çin’in Almanya’yı geçerek ihracatta birinci olması, ekonomik büyüklük olarak da ikinci sıraya yükselmesi, Rusya, Brezilya ve Türkiye gibi ülkelerin ya yüksek emtia fiyatları sayesinde ya da sanayileşme noktasında kat ettikleri ilerlemeler bu gelişmelerin birer tezahürü olarak karşımıza çıkıyor. Makro açıdan bakarsak IMF kaynaklarına göre gelişmekte olan ülkelerin dünya ekonomisinden aldıkları pay 2000 yılında yüzde 20 iken sonraki 5’er yıllık periyotlarda sıra ile yüzde 24, yüzde 35 ve son olarak 2015’te yüzde 39’a çıkmıştır. Gelişmekte olan ülkelerin itici gücünü oluşturan BRICS (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika) ve Türkiye’nin dünya ekonomisinden aldıkları paylar ise 2000 yılında yüzde 9 iken sonraki 5’er yıllık periyotlarda sıra ile yüzde 12, yüzde 19 ve son olarak 2015’te yüzde 24’e çıkmıştır. Tabii burada gelişmekte olan ülkelerin büyümelerindeki yavaşlamaya rağmen dünyadaki büyümenin de yavaşlaması, bu ülkelerin paylarını artırmaya devam edebilmelerine imkan tanımıştır. Mesela Çin 2000-2010 arası ortalama yıllık yüzde 10,5 büyürken, 2010 sonrasında büyümesi yavaşlamaya başlamış ve en son 2015 yılında yüzde 6,9 büyüme gerçekleştirmiştir.

Kapital sahiplerinin yüksek karlılık oranlarına sahip gelişmekte olan ülkelerdeki yatırımlara dönmesini engellemek, siyasi, askeri ve iktisadi üstünlüğünü kaptırmak istemeyen gelişmiş ekonomilere diğer ülkelerdeki yatırım riskini artırmak gibi bir misyon yüklüyor. Yatırım yapılırken, yatırımın beklenen karı pozitif ve olası riskleri negatif etki olarak hesaplanıyor. Dolayısıyla karı düşürmek yüksek talebin olduğu ve serbest piyasa şartlarının işlediği ülkelerde mümkün olmayınca, ya serbest piyasa işleyişini akamete uğratmak ya da riskleri artırmaktan başka çare kalmıyor. Küresel ekonomik kriz sonrası Türkiye, Brezilya, Rusya ve Çin’in içinden geçmekte olduğu çalkantıları bu gözle de incelemekte fayda var. 28 Şubat darbesi sonrasında piyasa koşulları dışına çıkılarak ekonomide yaşanan yağmalama süreci sonunda 2001 yılında Türkiye büyük bir kriz yaşamış ve ekonomi alanında yıllarını ve ciddi boyutta kaynağını kaybetmişti. 1996 yılı sonunda Türkiye’nin dünya ekonomisinden aldığı pay yüzde 0,77 iken 2001 sonunda bu rakam yüzde 0,59’a düşerek, yüzde 23’lük bir pay kaybına sebep olmuştu. Türkiye’nin yıllarına mal olan o dönemki darbenin bir benzeri de darbe kalkışmasının başarılı olması durumunda muhtemelen bugün yaşanacaktı. Türkiye iktisadi alanda bir 10 yılını daha kaybedecek ve küresel ekonomideki payı ciddi  anlamda sekteye uğracaktı. Dolayısıyla Türkiye’nin geçirmekte olduğu bu sürecin siyasi, askeri ve sosyal nedenlerinin yanı sıra, küresel ölçekteki ekonomik dengelerle ilişkisi vardır.