Küresel kent isyanları

Doç. Dr. Ata Özkaya / Galatasaray Üniversitesi Öğretim Üyesi
24.11.2019

İspanya’daki bağımsızlık hareketi, Fransa’daki “Sarı Yelekliler”in talepleri ve Hong Kong’taki halk hareketleri, diğer ülkelerdekinden farklı değerlendirilmelidir. Buralardaki hareketler refahın merkezinde meydana gelirken, diğer ülkelerdeki toplumsal isyanlar daha ziyade refah isteme şeklinde düşünülmelidir.


Küresel kent isyanları

Toplumsal taleplerin kaotik sürece evrilmesi neticesinde kent isyanları tüm dünya için görünür hale gelmiştir. İçinde bulunduğumuz son bir yıllık dönemde Güney Amerika, Kuzey Afrika, Orta Doğu, İran, Hong Kong, Endonezya, İspanya, Fransa gibi bir çok bölge ve ülkede kent isyanları ile karşı karşıyayız. Bu isyanların fiziksel özelliklerini sınıflandırmak istersek: İsyanın mekanı, hacmi, zamanı, isyancı profili, kullanılan haberleşme altyapısı, liderlik özellikleri açısından değerlendirebiliriz. Bu isyanlar o ülkelerin başkentlerinde ya da en kalabalık şehirlerinde meydana gelmektedir. Bu isyanlara aktif katılım birçok ülkede yüzbinlerin, bazılarında ise milyonların üzerinde seyretmektedir. İsyanlar bazı ülkelerde bir yıl önce başlamıştı, bazı ülkelerde ise son üç ay içinde başlayarak şiddetlendi. Bu kent isyanlarında kullanılan haberleşme metotları da isyan coğrafyasının kültürel özelliklerine göre şekillenmektedir. Bütün ülkelerde sosyal medya üzerinden haberleşme sürüp gitse de, bazı ülkelerde bununla birlikte fiziksel yakınlık (mahalle yapısı), mezhepsel yakınlık gibi birliktelikler enformasyonun “güvenilirliğinde” ve yayılmasında önemli rol oynamaktadır. Bu isyanlarda silah kullanılmamaktadır ve bir liderlik yapısı söz konusu değildir. Bu isyanların yaygınlığı dünya genelinde öncelikle bir “toplum mühendisliği arızası”na işaret etmektedir. Şöyle ki, II. Dünya Savaşı’ndan başlayarak Berlin Duvarı yıkılana kadar geçen dönemde Batı Bloku diye tabir ettiğimiz ülkeler sürekli olarak refahını artırmıştır. Türkiye de tıpkı Berlin Duvarı gibi bu Batı Bloku ülkelerinin Orta Doğu ve Orta Asya gibi “çevre” bölgelerden gelecek askeri ve/veya sivil tehditlere (göç gibi) karşı bir engel işlevi görmüştür. 

Toplumsal taleplerin tahliyesi

Buna mukabil, Güney Amerika ve Afrika bölgelerinden gelecek tehditlere karşı da, fiziksel olmayan “Berlin Duvarları” kullanılmıştır. Bunlar, Güney Amerika ve Afrika’nın otoriter rejimleridir. Dikkat edilirse bu otoriter rejimlerin şöyle bir ortak yanı olduğu görülebilir: Askeri yapı üzerine kurulmaları, askeri yapı ve donanım ihtiyaçlarının sürekliliği vesilesi ile de başta ABD ile olmak üzere, tedarikçi büyük ülkeler ile yakın siyasi ilişkileri. Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra Batı Bloku’nun biriktirdiği refah artık tüm dünya tarafından ve özellikle çevre ekonomilerin toplumları tarafından görülebilir olmuştur. Lakin, diğer “Berlin Duvarları” varlığını koruduğu için, o çevre ekonomilerdeki toplumların uluslararası sisteme ekli olanlarında “arıza” meydana gelmiştir. Düşük refah düzeyindeki toplumların yüksek refah düzeyini arzulamaları ve önlerine çekilmiş setleri zorlamaları. Bu duruma “dip dalga” olarak işaret edildiğini duyuyoruz. İlgili literatürün ve politikacıların “dip dalga” olarak tabir ettikleri bu oluşum, aslında daha kapsayıcı anlamı ile bir “Tahliye problemidir”. Bununla birlikte her krizin de bir tahliye problemi olduğunu biliyoruz. Örnek vermek gerekirse, belli bir zaman diliminde i.) borcun tahliye edilememesi (Borç krizi) ii.) Yabancı para talebinin tahliye edilememesi, (Kur krizi) iii.) Beyindeki elektrik yükünün tahliye edilememesi (Sara krizi) iv.) Toplumsal taleplerin tahliye edilememesi (İsyan ve siyasi kriz) şeklinde listeyi uzatabiliriz. Bunların her biri bir süreçtir ve dolayısı ile “dinamik” özelliklere sahiptir. Bu süreçler “zamanda evrilen değişkenler” (zaman serisi) olarak matematik modellemeye tabii tutulurlar ve belirli bazı koşullar altında kaotik davranış sergilerler. Biz de bu tip süreçlere Kaotik Süreçler adını veriyoruz. Toplumsal talepler de bu şekilde ifade edebileceğimiz bir süreçtir ve bunun belirli bazı koşullar altında kaotik davranış sergilemesi mümkündür. 

Toplum mühendisliği

Bu talepler bir ülkenin/bölgenin halkı tarafından i.) O ülke/bölge içinde hak arama şeklinde oluşabildiği gibi (iç), ii.) Başka bir ülkeye ya da bölgeye doğru, oradaki refaha erişim isteği şeklinde de kendini gösterebilir (dış). İnsanlık tarihi de bunun birçok örneği ile doludur: Hıristiyanlığın imparatorluk başkentine doğru yayılması birinci maddeye örnek verilebilecekken; Haçlı Seferleri ile Sümer şehirlerine doğru akınlar ikinci maddeye örnek verilebilir. Geçmiş yüzyılın ikinci yarısını baz alarak baktığımızda, “toplum mühendisliği arızası” olarak nitelendirdiğimiz bu isyanlar, geleceğe doğru değerlendirdiğimizde de yeni bir “toplum mühendisliği”nin çerçevesini oluşturmaktadırlar. Bunu inceleyebilmemiz için toplumsal taleplerin de bir süreç olduğunun ve bu süreci kaotik davranış sergilemeye yönlendiren koşulların neler olabileceğinin üzerinde durmamız gerekecektir. Söz konusu toplumsal talepleri meydana getiren neden kolektif bilinçteki değişimdir. Kolektif bilincin yansımaları da ancak kalabalık insan gruplarının bir araya gelebilmesi ile açığa çıkar. Böylelikle büyük kentler burada bireyler için bir sahne işlevi de görmektedir. Kolektif bilinçteki değişimin kümülasyonu ile görünür olan hak arama ve toplumsal talep süreci belirli bir hedefe yönlenemediği zaman “uzar” ya da bir “bariyer” ile karşılaşıldığında “sapmaya” uğrar. Süreç uzadığı zaman ve özellikle ekonomik koşullar bir zemin teşkil etmekteyse uluslar üstü belirli erklerin yönlendirmesine açık hale gelebilir (karışıklığı canlı tutma). 

Diğer yandan da otoriter yönetimler ilk etapta güvenlik güçlerini bir bariyer olarak kullandıkları için toplumsal talebin uğradığı sapma, o kentlerde çatışmaların meydana gelmesi olarak kendini gösterebilir. Bugün itibarı ile dünyanın birçok büyük kentinde gözlenilen bu durum sınıflar arası mücadele olarak nitelendirilmekten çok uzaktır. Dünya genelinde isyanlara ev sahipliği yapan bu büyük kentlerin ortak özelliklerini aradığımızda, bu kentlerin politikliği gibi bir ortak özellik göremeyiz. Öte yandan i.) Bu kentlerin çeşitli ticaret (kara ve deniz lojistiği) ve enerji akım yolları üzerinde bulunmaları, ii.) Siyasi başkent ya da finansal başkent olmaları iii.) Sahip olduğu insan kaynağı, yeraltı ve yer üstü kaynakları iv.) İlk üç maddenin bazıları ya da hepsi mucibince uluslararası finansal sisteme “geç” eklemlenmiş olmaları ortak özellikleri olarak gösterilebilir. Bu son maddenin varlığı, bir yönü ile Avrupa’da meydana gelen halk hareketlerini de diğerlerinden ayırabildiğimiz anlamına gelmektedir. Çünkü İspanya’daki bağımsızlık hareketi, Fransa’daki “Sarı Yelekliler”in talepleri ve Hong Kong’taki halk hareketleri diğer bütün ülkelerdekinden farklı değerlendirilmelidir. Bu ülkelerdeki hareketler refahın merkezinde meydana gelirken, diğer ülkeler refahın merkezi değildirler ve buralardaki toplumsal isyanlar refaha erişmek isteme şeklinde düşünülmelidir. Bu da karşımıza yukarıda kullandığımız “toplum mühendisliği arızası” nitelemesini tekrar çıkartmaktadır. 20. yy’ın ikinci yarısından itibaren sahip oldukları ekonomik, ticari ve beşeri zenginlikler ve ayırt edici özellikler neticesinde uluslararası finansal sisteme aşama aşama eklemlenmiş “çevre” ülkelerin refahı, sistemin merkezinde yer alan Batı Bloku kadar artamamıştır. Bu aşama aşama eklemlenme, söz konusu geri kalmış (bir diğer adı ile gelişmekte olan) “çevre” ekonomilerde askeri darbeler eli ile gerçekleştirilmiş olduğu için, askeri darbe hafızası olan ülkeler günümüzde toplumsal isyanlara da ev sahipliği yapmaktalar. Ancak son çeyrek asırda “çevre” ülkelerin toplumları tarafından fark edilen ve kolektif bilincinde artık belirginleşen bu düşük refahtan kurtulmanın yollarını aramak isteği, bütün dünyayı saran ve ekonominin zemin teşkil ettiği toplumsal taleplere dönüşerek, birer Berlin Duvarı vazifesi gören kendi otoriter rejimlerini (askeri darbe sürecinin yarattığı) hedef almaktadır. Bu rejimlerin zümre eşitsizliği, kayırmacılık, rüşvet vs gibi ek ekonomik düzensizlikler biriktirmiş olması da oldukça doğaldır. 

Uluslar üstü bakış açısı ile yaklaşıldığında yukarıda belirtilen koşulların oluşması ile, o ülkedeki toplumsal talep sürecinin kaotik davranışa dönüştürülebilmesi de mümkün hale gelmiştir. Şöyle ki, bilinen ekonomik veya ekonomiye kazandırılacak zengin kaynaklara sahip olmayan ülkeler/bölgeler zaten uluslararası finansal sisteme eklenemez. Bununla birlikte bu sistem, “geç” eklemlenen ülkelere sermaye akışında bulunduğu zaman, bu sermayesinin (refah merkezi ülkelerde olduğu gibi yüksek oranlı) vergilendirilmesini tercih etmez. Dolayısı ile “çevre” ülkeler böyle bir gelir kaynağından çoğunlukla yoksundurlar. O halde “çevre” ülkelerde vergi kaynağı ağırlıklı olarak “dolaylı vergilerden” (gelirden değil fakat harcamalar üzerinden alınan) oluşacaktır. Toplumsal isyanlara ev sahipliği yapan ülkelerin büyük çoğunluğunun başka bir ortak yanı da budur. Peki bu durum yıllar içinde sorunsuz şekilde devam edebilir mi? Geri kalmış (gelişmekte olan) ülkelerde toplumun ekonomik katmanlarının satın alma gücündeki değişime hassasiyetleri çeşitli dönemlerde artar. 

İsyanların nedenleri

Şöyle ki, bir birimlik vergi artışına ya da enflasyona karşı olan tahammül önceden yüksekken, biriken yapısal sorunlar yüzünden daha sonra düşük seviyeye iner ve tahammülsüzlük olarak kendini gösterir. Örneğin, dünya ticaret dengelerinde değişim yaşandığı dönemler aynı zamanda bu tip ülkelerin üretim yapısının rekabet gücünü yitirerek hantallaştığı dönemler olmuştur. Benzer şekilde bu ekonomilerde dolaylı vergilere olan hassasiyet yükseldiği zaman, bunu yeterince “isabetli gözleyemeyen” (Batı medyası isyanların ana nedenlerini göz ardı ederek, yönetimleri beceriksizlikle suçlamaktadır) otoriter rejimler küçük gibi görünen bir vergi kararı aldıklarında bunun sonucunun isyan olarak ortaya çıkacağını kestiremeyeceklerdir. Şili’de metro biletine yapılan küçük bir zammın (vergi artışı) önce toplumsal talebi tetiklemesini sonra da “bariyer” marifeti ile bu sürecin kaotik bir süreç halini alarak isyana dönüşmesini örnek verebiliriz. Bu zincir “kelebek etkisi” olarak da örneklendirilebilir. Dolayısı ile uluslar üstü açıdan yaklaştığımızda söz konusu ülkenin sisteme eklemli şekilde kalabilmesi için bu ve bunun gibi “başarısız hükümetlerin” değişmesi gerekecektir. Peki kim gelecektir? İşte şu an yaşanılan bir yönü ile, tam da bu soruya dünyanın çeşitli yerlerinde yeni yanıtlar aranması durumudur. Diğer bir yönü ile ise, birinci soruya aranılan yanıt bulunsa bile dünyanın “ticari çerçevesi” değişime uğramakta iken bu çevre ülkeleri sisteme ekli tutabilmeye nasıl devam edilecektir? Bu ikinci sorunun varlık sebebi ise Çin Halk Cumhuriyeti’nin ilan ettiği “Kuşak ve Yol Projesi”dir. Bugün yaşadığımız geniş çaplı isyanlarla ilgisizmiş gibi görünen Arap Baharı dönemi, bu iki soru ile birlikte tekrar ele alındığı zaman, Kuzey Afrika ve Orta Doğu coğrafyasında yer alan ülkelerin “Kuşak ve Yol Projesi”nin konusu olmaları sebebi ile mümkün olduğunca “sorunlu, çatışmalı” bölgeler halinde bulunmaları, projenin yürümesini engellemek açısından kullanılan bir yöntem olarak ortaya çıkabilir. Bu da aslında, ABD’nin Çin’in projesine birçok yönden hazırlıksız yakalandığının da göstergesidir. Dolayısı ile, “çevre ülkelerde” giriştiği ilk tepkiler vakit kazanmak amaçlı olup, ortak bir reçete hazırlamak yerine, o ülkelerin kendi “genetik” yapılarına uygun refleksler vermek olmuştur. Örneğin tarihi onlarca darbe ile dolu Bolivya’daki gelişmeler, zira Bolivya toplumu için askeri darbe “olağandır”. Benzer şekilde bölgemizde silahlandırılan terör örgütlerinin de “Kuşak ve Yol” projesinin sekteye uğratılması, geciktirilmesi için önümüzdeki dönemde kullanılmasının mümkün olduğu gibi. Tabii ki Türkiye de bu projenin hem kara hem de deniz yolu bacakları üzerinde bulunduğu için, bununla birlikte Orta Doğu ile dini bağları, Orta Asya ile soydaşlık bağları taşıdığı için, bir süredir Batı Bloku’nun yeni “önleyici” planının konusu olmaktadır. Ülkemizin özellikle son on yıl içinde çok çeşitli iç-dış tehdit ile yüzleşmiş olmasını bu açıdan değerlendirmeyi uygun görüyorum. Bununla birlikte iç tehditler de çeşitli yönleriyle “toplum mühendisliği” kapsamında sınıflandırılabilir. Bugüne kadar, tarihsel birliğimizi muhafaza etmek yönünde tecelli eden milli irademiz sayesinde söz konusu tehditler ve “toplum mühendisliği” denemeleri boşa çıkarılmıştır. 

Bu yıkıcı denemelerin başka alanlarda da çeşitlenerek devam edeceğini öngörmek ve buna hazırlıklı olmak gerekmektedir. Bu açıdan bakıldığında ekonomi güvenliği ve enformasyon kaynağı güvenliği çalışmalarının gerçekleştirilmesi ve gerekli yapıların kurulması gerekmektedir. Bu sebepten ötürü Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ne, muhalefetine, medyasına ve akademik camiasına düşen başlıca görev, Çin’in bu proje ile görünen amaçlarının dışında asıl amacının ne olduğunu anlayabilmektir. Eğer bu anlaşılmaz ise, Çin-ABD ticaret görüşmelerinin nereye evrileceği kestirilemez, bu kestirilemez ise NATO’nun nasıl bir şekillenmeye gideceği ve ülkemize nasıl bir rol düşeceği ve bunun bizim faydamıza olup olmayacağı da anlaşılamaz. Buna delil olarak da şunu söyleyebiliriz: Son günlerde NATO üzerine olumsuz görüşler dillendiren NATO üyesi bazı ülkelere (Fransa) karşı diğer üyeler tarafından bir karşı duruş sergilenmiştir. Bu kapsamlı “ticari” projenin ekonomik boyutlarının incelenmesinin başka bir yazının konusu olarak ele alınmasının isabetli olacağını düşünüyorum.

[email protected]