Küresel modernite çağında Müslümanca düşünmek

Esat Arslan / Yazar
26.12.2015

Harsı korumak, içinde yaşadığımız medeniyete yeni bir biçim vermek, salt tarihi harsımızı bugüne taşıyarak olamayacaktır. Bize yepyeni bir hars gerekmektedir. Eğer İslami kişiliğimizi koruyacaksak bu hars bize dışarıdan bir yerden gelmez. Buna ihtiyaç da yoktur. O hemen yanı başımızdadır. O Kuran’dır.


Küresel modernite çağında Müslümanca düşünmek

Bugün için İslam teknoloji, askeri güç ve jeopolitik önem olarak bir süre daha, belki bir yüzyıl daha Batı tarafından belirlenecek gibi görünüyor. Yani Ziya Gökalp’in medeniyet dediği sahada bir süre daha gerçekten ‘köle’ konumundayız. Araba ve cep telefonu kullandığımız sürece bu böyle. Fakat bunun İslami varoluş bilinci ve İslam’ın yeryüzüne vaat ettikleri açısından hiçbir önemi yok. Epiktetos da bir köleydi. Fakat bir Roma imparatorundan çok daha fazla ışık saçtığına inanılan bir figürdü.

Fakat medeniyet sahasındaki bu köleliğin üstesinden gelmek ve Epiktetos gibi yeryüzünün ciddiye aldığı bir adama dönüşmek Ziya Gökalp’in ‘hars’ dediği sahada, insanlığın kültürel ve manevi dünyasında söz sahibi olmayı gerektirir. Bugün için İslam’ın bu sorumluğunu yerine getirdiğini söyleyemeyiz. Bizim bugün İslam namına yazdıklarımız zaten Müslüman olanlardan başka hiç ama hiç kimseyi ilgilendirmiyor. Oysa biz Müslümanlar kendimizi kavramak, temellendirmek, kutsamak için Batılı düşünürlere hiç bu kadar ihtiyaç duymamıştık. Şunu ifade edebiliyoruz: Batı’nın ışığı olmadan İslam’ın kendi varoluşuyla gurur duymasını sağlayabileceği argümanlardan bile yoksunuz.

Medeniyet insanın bedenidir. Hars ise ruhu ve özbilinci. Bir köle bedenine bile sahip olsanız, harsınız eğer güçlüyse, yeryüzünde ciddiye alınmak zorunda olursunuz. Bugün bizim Müslüman entelektüellerimiz hars’ımızı kuvvetlendirmek için bizim tarihin gelişimi içerisinde unuttuğumuz kadim bilgeliğimizi yeniden diriltmek yolunu tutuyorlar. Bu hiç şüphesiz gerekli bir çabadır. Fakat bir sorun unutulmadan kalıyor: bedenden kopuk bir ruh ve özbilinç yoktur. Müslümanların bedeni bugün her tarafımızı kuşatan Batı medeniyetinin kavramları ve ürünleri olduğu sürece, bu bedenle hiçbir ilişkisi olmayan bir hars’ı yeniden dirilterek görevini yerine getirmiş olmayı varsaymak, insanı beden ve özbilinç arasında bölmekten başka hiçbir şey gerçekleştirmez. Modern siyasetin kurumları içerisinde siyaset yaparken, Farabi’nin yeryüzünü yöneten faal akılla buluşmayı becerebilmiş egemenini hatırlamak olsa olsa bu egemenin karikatürlerini üretir. Avrupa Birliği sürecinde medeni hukuku kadın-erkek eşitliğine göre tasarlarken, fıkhımızı erkeğin kadına olan özsel üstünlüğü üzerine inşa etmek, kültürel şizofreninin yanında şahsiyet erozyonunu da doğurur. Her şeyi rekabet üzerine dayanan bir dünyada, hala tasavvufun zühd toplumu idealinin bayraktarlığını yapmak ya içinde yaşadığımız dünyadan kopuşu ya da kolektif karaktere sinmiş bir sahtekarlığı doğurur.

Erozyonu ne önler?

Ruh, bedeni oluşturan parçaların çok özel bir tarzda organize edilişidir. Özbilinç ise bu organize edişin son ürünüdür, amacıdır. Bedeni oluşturan parçalarda ruhu bulamayız. Fakat ruh da başka hiçbir şey değil, bu bedenin parçalarının organize edilişidir. Aristo’nun dediği gibi ruh bedenin biçimidir, biçilişidir. Yani ruh bedende bir fazlalık olmasına rağmen ruhta da bedenden başka bir şey bulamayız. Bedenin organize edilişinin son uğrağı, amacı olan özbilinç ise kişiliğin tecessümüdür. Epiktetos’un bedeni bir kölenin bedeniydi. Fakat ona şahsiyet yüksekliği kazandıran ruhu ve özbilinciydi.

Şunu söylemek istiyorum: İslam kendine bir hars inşa ederken, bunu bedeninden ve içinde yaşadığı medeniyetten kopuk bir surette gerçekleştirdiği sürece erozyona uğramayı sürdürecek. İbn Arabi’nin bilgeliği, Sühreverdi’nin derinliği, Ebu Hanife’nin ya da Eş’ari’nin büyüklüğü yaşadığımız hayattan kopuk birkaç entelektüelin tozlu raflarında saklı kalacak. Ya da Türkiye kamuoyunda görüldüğü üzere Einstein’ı, uzayı araştırmayı bırakıp, ‘büyü’nün fiziksel açıklamasını yapmaya davet eden, neşenin, şakanın ve kahkahanın egemen olduğu ilk İslam toplumunu ağlamaktan ibaret bir dünyayı terk ediş olarak resmeden, sahur vaktinin yanlış tespit edilmesinden dolayı 15 saat yerine 15 buçuk saat aç kalmak gibi mühim bir meseleyi İslam’ın en büyük meselesi olarak gören, vs bir kolektif varoluşta İslam’ın derinliği ilelebet yitip gidecek.

İslam, en azından Türkiye koşullarında, içinde yaşadığı medeniyeti yeniden organize eden bir ruhun peşinde koşmalıdır. İslam var kalmak istiyorsa, yeryüzünde Epiktetos gibi saygı duyulan ve sözü dinlenen bir kişiliğe ulaşmak istiyorsa, Batı’nın yaratmış olduğu bir dünyayı yeniden anlamlandırmaya, yeniden düzenlemeye, yeniden kavramaya yönelerek kendini yeniden inşa etmelidir.

Harsımızı yeniden inşa ederken bu medeniyeti terk edip, kendini yitirip gitmiş olduğu bir tarihle yeniden buluşmaya adayan düşüncenin gözlerden kaçırdığı budur. Eğer çağı inşa eden Derrida’da, Deleuze’da ve Foucault’da yankısı yoksa bana ne ve bir Batılı’ya ne İmam Rabbani’nin Mektubat’ının? Tarihin bir yerinde, mekanın bir köşesinde henüz Müslümanlar medeniyet inşa ederken bilgiye kökenlik eden ‘faal akıl’ parçalanmışsa kuantum fizikçilerine ne bundan? Ebu Hanife’nin istihsan ilkesi ile Maturidi’nin kelamı arasındaki bağı yeniden inşa edip, bu akıl tarafından büyülendiğimizde bunun Carl Schmitt çalışmalarına herhangi bir faydası olacak mı?

Ruhumuz bedenden ayrı bir cevher değil, bizatihi bedenimizin organizasyonu olmalıdır. Aksi takdirde harsımız ve medeniyetimiz arasındaki yarık, İslami özbilinci, kendi bedenini reddeden bir varoluş olarak kurmak zorunda bırakır. Medeniyetin tüm nimetlerinden istifade ederken bir yandan da medeniyetini hor ve hakir gören bir özbilinç. Bugünün Türkiye İslam’ının başlıca trajedilerinden biri budur.

Gelenek buna müsait mi?

İyi ama geleneğin dünyası buna müsait midir? Müsaittir, müsait olmasına ama daha önce vurgulanması gereken husus şudur: İslami kişilik, ‘tarih’in oluşturduğu bir kişilik değildir. İslami kişiliğin oluşumu ‘metafizik’tir. Bu kişilik zamanları ve mekanları yaratan Allah’ın zamanların ve mekanların logos’unu teşkil eden bir beyanının, Kuran’ın okunmasında kendini şekillendirir. Kuran bir logos’tur, çünkü dikkatle okuyan insanlar için birbiriyle zıt düşünceler, Budizm, Konfüçyusçuluk, liberalizm, Marxizm, Foucault, Derrida, kuantum fiziği, görelilik fiziği vs onda ahenk altında bir araya getirilmiştir. Kuran gelenekle beraber geleceği, Doğu’yla beraber Batı’yı, cemaatle beraber bireyi vs açan bir kitaptır. Kuran, evrenin -çocuklar da anlayabilsin diye alabildiğine kolaylaştırılmış- bütünsel aklıdır.

Gelenekçiliğin, Kuran söz konusu olduğunda Türkiye’yle beraber tüm İslam dünyasını kuşatan gelenekçiliğin, göremediği en önemli gerçek budur. Çünkü İslami kişiliği tarihinde kurmak isteyen bir düşünce Kuran’ın anlamını tarihte arar. Ve Hazret-i Ali’nin ona vermediği bir anlamı Kuran’a vermekten imtina eder. Oysa Ali tarihle sınırlı bir kişiliktir. Kuran’da konuşan Allah’sa bir gün James Joyce’u yaratacağını bilmektedir. Ve Ali Kuran’dan ancak kendi havsalasının kaldırabileceğini alabilir.

İslami kişiliğin metafizik bir bağlantıda şekillendiğini, tarihle ve gelenekle kurulan sahih bağlantıda şekillenmediğini söylemek şunu söylemek demektir: Batı’da doğru olan bir şeyler olabilir ve gelenekte yanlış olan bir şeyler olabilir. Ve sırf geleneğin dünyasından ve değerlerinden hareketle medeniyeti eleştirmek medeniyetin hakikatine kapalı kalma sonucunu doğurur. Tasavvufumuz, Necmeddin Daye’nin aktardığı kadarıyla toplumu zühd değeri etrafında inşa etmek ister. Ve burada rekabet kötü karşılanmıştır. Nietzsche ise üstün insanın sadece ve sadece tanrısallaşmak için rekabette ortaya çıkabileceğini ve bu rekabetin kutsal olduğunu bildirir. Kuran’ın ise Mutaffifin Suresi 18.-28. ayetlerinde, Müslümanlar Tanrısallaşmış birer figür olan mukarrebun’un içtiği ‘tesnim’/’ambrosia’ adlı şaraptan içmek için ‘rekabet etme’ye davet edilirler. Kabaca Kuran rekabeti ve tanrısallaşmayı kutsar. Hasan-ı Basri’nin Emevi dünyasının kokuşmuşluğuna karşı mecburen savunusunu yaptığı zühd ahlakı değil, tanrısallaşmak için rekabet, Nietzscheci bir tasavvuf anlayışı Kuran’da tasdik edilmiştir.

Kuran bir kez tarihe aidiyetinden koparılıp asli yerine, yani zamanların ve mekanların var ediliş merhalesine iade edildiği zaman ne olur? Kuran çağımızla konuşmaya başlar. Geçmiş gitmiş bir harsın bilgeliğinin bugünde yankılanan sözü olmaktan çıkar, içinde yaşadığımız medeniyetin kodlarını bize sunan bir kitap olarak kendini tezahür ettirmeye başlar. Ve biz bu sayede bedenimize yeni bir organizasyon ve yeni bir anlamlandırma kazandırabiliriz.

Fakat bunun için Kuran gerçekten de gelenekten koparılmalıdır. Bu ne demektir? Geleneğimiz kendi idrak ufku içerisinde Kuran’ı tuzağa düşürmüştür. Gelenek, fıkıh söz konusu olduğunda Kuran’ı ayet ayet okur. Ve yine fıkhımız söz konusu olduğunda mecazi kullanımı Kuran’dan dışlar. Oysa Kuran indiği çağda pasaj pasaj okunurdu ve deyimsel özelliklere özellikle dikkat kesilirdi. (Peygamber dostları için Kuran kıssaları müteşabih/sembolik kabul edilmek zorundadır.) Bir pasajda bir aklediş kavrarsınız. Bir ayette ise size dayatılan bir buyruk.

Tözsel akletme

Geleneğimiz Kuran’da kendisine dayatılan buyruklar keşfetti. Ve bu buyruğun mantığını, Kuran’da değil, kendi öznel akletmesinde aramak zorunda kaldı. Çünkü pasajdaki akledişi bilmiyordu. Gelenek buyrukta kendi keşfettiği bu akledişe ‘illet’ adını verdi. Ve özünde ‘kavrayış’ demek olan fıkıh, illetlere dayanarak kurallar koyma yetisine dönüştü. Gelenek bu kuralları Osmanlı’nın Batı’yla karşılaşmasına kadar başarıyla hayata döktü. Fakat Batı’yla karşılaşmada Batı farklı bir yönüyle İslam aklını büyüledi: tözsel akletme/işin doğasından doğan akletme. Ve bugün, Müslümanların siyasete yön verdiği bugün, İslam’ın tarihte koymuş olduğu kurallar bizzat Müslümanların eliyle kamusal alandan geri çekildi. Çünkü bu kurallar Batı’nın yarattığı ve bizim içinde yaşadığımız medeniyette işlemezdir. Bu medeniyette harsımızı korumak için Ebu Hanife’nin, Şafii’nin bilgeliğini yeniden hatırlamak yetersizdir. Çünkü fıkhın herhangi bir kuralı değil, bizatihi kurallar koyma yetisi olarak fıkıh çökmüştür. Her siyasi, iktisadi, kültürel vs kurumun bir tözsel akletmesi vardır. Ve her kurumda bu akletme hüküm sürecektir. Bu tözsel akletme karşısında fıkhın kurallarının erozyona uğraması mukadderdir. 

O halde hars’ı korumak, içinde yaşadığımız medeniyete yeni bir biçim vermek, salt tarihi harsımızı bugüne taşıyarak olamayacaktır. Bize yepyeni bir hars gerekmektedir. Eğer İslami kişiliğimizi koruyacaksak bu hars bize dışarıdan bir yerden gelmez. Buna ihtiyaç da yoktur. O hemen yanı başımızdadır. O Kuran’dır. Ve Kuran bu görevi yerine getirebilecek kadar güçlü bir kitaptır. Fakat biz onu hakikatini bulacağı yere henüz koymadık. O tarihin değil, zamanlar ve mekanların vücut bulduğu metafizik yerden gelen bir logostur. O bize içinde yaşadığımız medeniyetin unsurlarının hakikatini sunabilen bir kitaptır. Eğer biz onu kendini böylece açmaya zorlarsak... Nietzsche’nin dediği gibi (biraz tahrif edersek) hakikat tanrıçası olarak Kuran, olağanüstü güzelliğinin farkında olduğu için tüm vücudunu örtmüş bir kadına benzer. Filozof aşkın hakkını verdiyse o da peçesini biraz olsun açar ve ona asla unutulmayacak ve yaşamı büyüleyen bir tebessüm fırlatır. Her ne zamanki Müslüman düşünürlerimiz Kuran’a Derrida’ya yaklaştığı kadar olsun bir ciddiyetle yaklaşır, o zaman Kuran da kendi saklı hazinelerini onlara bir nebze olsun açar. Hazret-i Ali onda kendi çağını idrak etti. Kuran’daki keşfedilmemiş hakikat potansiyeli onun bu çağın hakikatini de bizlere sunması için yeterlidir.

[email protected]