Kürt meselesinin son 10 yılı

M. EMİN EKMEN/Avukat
1.12.2012

Açlık grevleri ve İmralı ile MİT görüşmeleri Kürt meselesini tüm sıcaklığıyla gündemde tutarken 10 yıllık sürede yaşananlar baş döndürüyor. AK Parti’nin iktidara geldiği 2002’deki ‘Kürt sorunu yoktur’dan, seçmeli ders eğitimine uzanan çok geniş bir yelpazedeki açılım hızına karşılık kritik süreçlerde birden yükselen şiddet sarmalı, meselenin ne kadar çetrefil olduğunu da gösteriyor.


Kürt meselesinin son 10 yılı

Başbakan Erdoğan’ın “gerekirse müsteşarımı tekrar İmralı’ya gönderirim” beyanatı, açlık grevlerinin sona ermesi, Öcalan’ın yeniden bir enstrüman olarak değerlendirilmesi akıllara “yeni bir süreç mi var?” sorusunu getirdi. Bu ihtimali toplum acabalarla karşılarken, BDP’liler Öcalan merkezli çağrılarını yinelediler. Başbakan da olası bir sürecin “silahsızlandırmayı sağlaması” halinde söz konusu olabileceğini belirtti... Bu yazıda güncel siyaset ve gerilimlerden uzaklaşarak AK Parti’nin 10 yıllık iktidarı sürecinde Kürt meselesinde karşılaştığı tablonun fotoğrafını çekmeye çalışacağım. Anlaşılacağı üzere temel yaklaşımım PKK’nın iradesi olmadan bir silahsızlandırma sürecinin yürütülemeyeceğidir.

Demokratik restorasyon...

AK Parti, 2002’den bu güne sabır ve istikrarla demokratik dönüşüm programını uygulamaya çalışıyor. Dönüşümden en büyük payı da Kürt meselesi alıyor. ‘Eşit vatandaşlık’ın yasal ve anayasal güvenceyle sağlanması için çaba gösterilirken, PKK’nın silahları bırakmasının zeminini sağlama arayışları da sürdürülüyor. Seçimlerle gelen ve seçimlerle gidecek bir siyasi parti olmanın kaçınılmaz sonucu olarak da ‘onarıcı’ politikalar uygulanırken, hassasiyetler dikkate alınıyor, algı yönetiminin kırılganlığı gözetiliyor. Son 10 yıla bakıldığında; 45 dakikalık Kürtçe tv yayınından, 24 saat yayın yapan TRT 6’ya; OHAL’in kaldırılmasından, OHAL uygulamaların tazminini hedefleyen 5233 Sayılı yasaya; cezaevi görüşlerinde Kürtçe konuşma yasağını kaldıran yönetmelik değişikliğinden, Kürtçe Savunma Hakkını öngören yasa değişikliğine; özel kurslarda Kürtçe öğretme izninden, Kürtçe seçmeli derse; Yaşayan Diller Enstitüsü’nden, Kürt dili ve edebiyatı lisans eğitimi verecek fakültelere; Özel İdarelerin yetkisinin arttırılmasından, Özel İdareleri kaldıran Büyükşehir Yasasına evrilen istikrarlı bir çaba görürüz. Örnekler arttırılabilir. Kamu hizmetlerine anadilde erişim hakkının düzenlenmesi, Anayasa Yapım Komisyonuna eğitim dilini düzenleyen maddede ilgili kısıtlamaları kaldıran teklif ve anayasal vatandaşlık önermesini de  not etmek gerekir. Bu politikaların zamanlamasında da AK Parti’nin gündemine hakim olduğu görüldü. Velhasıl Kürdün kendini eşit vatandaş olarak hissetmesini sağlayacak tedrici adımlar ile kendini yönetme hakkını amaçlayan güçlendirilmiş yerel yönetim hedefinden sapma olmadığını rahatlıkla ifade edebiliriz.

AK Parti Kürt meselesinde bu istikrarlı duruşu sergilerken, meselesinin doğurduğu ancak giderek meseleden bağımsızlaşıp kendi başına bir soruna dönüşen PKK’ya silah bıraktırılamamış olmasından kaynaklı eleştiriler zaman zaman öne çıkıyor. Öncelikle belirtmeli ki; silah bırakma devletin değil PKK’nin iradesi ile oluşacak bir eylemdir. O halde devletin silah bırakmayı kolaylaştırmaya yönelik çabalarını, PKK’nin de bu yöndeki niyetini sorgulamak gerekir. Bunu anlamak için AK Parti hükümetleri döneminde PKK’nin kritik virajlarda aldığı tutumları hatırlamak gerekir. 

KCK neden kuruldu?

2004’te AB hedefine kilitlenmiş ve her biri o gün için hayal sayılan reform paketlerini peşi sıra hayata geçiren bir Türkiye’ye, PKK gerçeği hatırlatıldı. 1999’da 800 civarında kayıpla yurtdışına çekilen PKK’nın tekrar yurda dönmesi, artan saldırılar, şehit cenazelerine katılan sivil giyimli askerler, cami bahçesinde bakan kovalamalar, cumhuriyet mitingleri... Bu tablo; sayısını dahi bilmediğimiz başarısız darbe girişimlerine adeta can suyu vermekti, vesayet düzeni- PKK ilişkisinin bugün de yeterince sorgulanmamış işbirliğinin ürünü idi. PKK’nın silah bırakması bir yana ortada PKK ve DTP gibi legal ve illegal, sivil ve askeri iki yapı varken karma bir yapı olan KCK’nın niçin kurulduğu hala anlaşılamamıştır. KCK’nın kuruluş tarihi olan 2005; AB uyum paketleri ile demokratik zeminin güçlenip, vesayetçi düzene darbeler indirildiği bir dönemdir. Bu zaman aralığı Kürtlerin artık silahlı mücadele pratiğini sorguladıkları dönemdir. Bölgede derin otoritelerin 30 yıldır hukuksuz bir şekilde işgal edip henüz boşalttığı egemenlik alanını bu kez KCK doldurmak istemiştir. Bu yapılanmaya karşı bürokratik aklın ilk refleksi; “demokratik zemindeki bu tahakkümü kırmak gerektiği” şeklinde olmuştur.

KCK ile mücadele zemini, KCK’nın yönetip baskı kurduğu insanlarla mücadele zeminine dönüşünce bu kez sisteme entegrasyonu engellenen bir siyaset görüntüsü ortaya çıkmıştır. Uygulamalar ile “PKK’yı dağdan indirecekken ovadaki herkesi içeri tıkıyorlar, bu iş demokratik mücadele ile olmaz” tepkisi yaratılmıştır. Bu tablo da sürdürülebilir çözümsüzlüğün ömrünü uzatmıştır. Adeta bürokratik aklı tuzaklayan KCK tipi bir yapılanmanın “gerekliliği” bugün bile yeterince tartışılmamıştır. 2007 seçimlerine giderken bir ateşkes vardır ancak seçimlerin hemen ardından 100’e yakın şehidin canına mal olan saldırılar görülür. “Tartışmalı” Dağlıca baskınının tarihi ne hikmetse Cumhurbaşkanını kimin seçeceğine karar vereceğimiz 21 Ekim 2007 sabahıdır. 16 şehit haberi ile uyanan Türk milleti tabiidir ki; tepkiyi iktidar partisine yöneltecek ve statüko bu refleks sayesinde köşk seçimlerindeki şaibeli pozisyonunu kaybetmeyecektir.

Plan tutmamıştır. Ancak bu 6 ay içerisinde yapılan yoğun saldırılar ile 20 yıl sonra Meclis’e giren DTP’lilerin demokratik mücadele kabiliyetlerinin test edilmesine bile müsaade edilmemiştir. Böylelikle çözüm adresinin TBMM değil, dağlar olduğu bir kez daha dayatılmıştır. Diğer yandan sınır ötesi tezkeresi Meclis’ten geçirilince de; tabanlarına “Bu sorunu çözeceğine inandığınız Erdoğan ve AK Parti sınır ötesi harekât yapıyor. Çözüm Erdoğan ile olamaz “ propagandası yapılmıştır. Ancak tezkerenin saldırılara cevap niteliği gözlerden kaçırılmıştır. 2008 yılında “AK Parti’yi kapatırsanız Kürtleri Türkiye’ye bağlayan tek köprüyü yıkarsınız” argümanını boşa çıkartmak istercesine artan saldırılar adeta örgütün kapatma davasındaki pozisyonuna işaret eder.

2009 yerel seçimlerinde PKK ve DTP’nin tek hedefi AK Parti ve Erdoğan olmuştur.  2007’de Kürtlerin AK Parti’ye güçlü yönelimi çözüm için bir şans ve ortak payda olarak değerlendirileceğine, AK Parti’nin bölgedeki tabanının daraltılması hedeflenmiştir. Bu dönemde devlet bürokrasisinin en küçük bir hatası bile doğrudan Başbakan’ın şahsı hedef alınarak propaganda malzemesine dönüştürülmüştür. 2009’da açılım iradesi baş gösterdiğinde; önce şova çevrilen Habur görüntüleri, ardından Reşadiye baskını son olarak ta Dörtyol provakosyonunun verdiği mesaj açıktır; “PKK’sız bir süreç işletilemez.” Açılım süreci desteklenmemiş, demokratik adımlar ve dönüşümler küçümsenmiştir. Bu dönemde söylenen tek söz; “Çözümün adresi İmralı’dır, Kandil’dir.” olmuştur. Talep; Kürtlerin demokratik hak ve özgürlükleri değil, Öcalan ve Kandil’in şahsında 30 yıllık mücadele pratiğinin “kan bedelidir”. Bu bedelin de adı “Yönetimden/otoriteden pay” olarak konmuştur. Çok değil sadece iki yıl sonra, istihbaratın o dönemde hem İmralı hem de Kandil ile nitelikli, silahsızlanmayı esas alan görüşmeler yaptığı ortaya çıkacaktır. Bu görüşmelere rağmen yürütülen muhataplık tartışmasının sonucunun AK Parti’nin süreç/algı yönetimini baltalamak; açılım karşıtı, bölünme fobisini pazarlayan siyasetçinin /statükonun değirmenine su taşımak olduğu açıktır. Devletin dönüşümündeki en kritik hamle sayılabilecek anayasa görüşmelerinde ve ardından halk oylamasında da PKK/DTP boykot demiştir. Birçok süslü cümlenin ardına gizlenmiş bu tavır aslında AK Parti ve Başbakan Erdoğan için hiç de yabancı olmayan bir görüntüdür. Bu destek en çok bazı yüksek yargı mensupları ve malum çevreleri memnun etmiştir.

İsrail, Esad ve PKK

Mavi Marmara şehitlerinin verildiği gecede Hatay’da yapılan baskın ve altı erin ölümü, Türkiye-İsrail’in gerilen ilişkilerinde PKK’nın pozisyon tercihini ortaya koymuştur.  2011 seçimleri aday listelerine YSK’nın müdahalesinde, AK Parti’nin rolünün olmadığı bilinmesine rağmen, sokak olayları alevlendirilmiştir. Seçimlere giden 6 aylık süreçte; yol kesmek, adam kaldırmak, memur kaçırmak, sokak ortasında ‘Jitemvari’ cinayetlerle bölgede devlet otoritesinin kalmadığı anlamına gelecek eylemler ile doğrudan seçmene mesaj gönderilmiştir. Bu eylemler ile MHP’nin açılım karşıtı, bölünme fobisini besleyen seçim kampanyasını besleyen bir tablo oluşmuştur. Seçime az bir zaman kala ateşkes ilan edilmiştir. Ancak seçimden hemen sonra Başbakan’ın değişim/dönüşüm yönünde ciddi mesajlar içeren balkon konuşmasına, yeni seçilen 35 milletvekiline rağmen yapılan Silvan saldırısı ve siyasi literatür açısından bile tartışmalı “özerklik ilanı” ile bir kez daha demokratik bir çözüm arayışının tarafı olunmayacağının mesajı verilmiştir. Devamında örgüt ‘Devrimci Halk savaşı’ adı altında kitlelerle devleti karşı karşıya getirme projesini hayata geçirmeye yeltenmiş bunda başarılı olunamamış ancak bu dönemde Türkiye ile köprüleri atan Esad’la stratejik bir ittifak kurmakta da beis görülmemiştir. Kaderin cilvesine (!) bakın ki; PKK bir kez daha ve kim bilir kaçıncı kez, Erdoğan karşıtı siyasi cephenin bir unsuruna dönüşüvermiştir.

Öcalan’ın 28 Şubat sürecinde Şam’dan 2007 döneminde ise İmralı’dan, siyasetçilerin de meclis kürsüsü ve gazete köşelerinden gönderdikleri “İslamcılara karşı mücadelede laik Kemalist ordunun gerçek müttefiki biz olabiliriz. Generallerin bunu görmemesini hayretle karşılıyoruz” mesajlarının Erdoğan ve arkadaşlarında yarattığı etkiyi, PKK’nın “Erdoğan’a karşı kaybedenler kulübünün” daimi üyesi olmasında; Erdoğan’ın dindarlığı ve PKK’nin hakim kadrolarının laik, Kemalist, Alevi olmalarının etkisini ise müstakil bir yazıya bırakmak gerekir. Demokratik dönüşüm süreçlerini baltalamış, vesayet yapılarının aracına dönüşmüş bir örgütle “her şeye rağmen” nitelikli, silahsızlanmayı hedef alan görüşmelerden birinin daha arifesindeyiz. Erdoğan tüm yaşananlara rağmen bir kez daha örgütün silahsızlandırılması ihtimalini deniyor, demokratik siyasetin önünü açmaya çalışıyor ise bunu başarması için herkesin samimi desteğine ihtiyacı var. Başbakan Erdoğan’ın 5 yıl önceki sözünü bugün hatırlatıp hesap soran, örgüt yöneticileri üzerinde söz tesirine sahip olan, aydınlarımızın da örgüte bu günahlarını hatırlatıp “bari bu kez barışa el verin” demeleri bekleniyor.

Yeni bir sürecin başarılı olmasının ön şartı; örgütün şartsız bir şekilde sınır dışına çekilerek her hangi bir kesimden gelebilecek provakatif olaylardan kendini koruyabilmesidir. Başbakan Erdoğan’ın daha önce defalarca ifade ettiği “saldırılar olmazsa, operasyon da olmayacağı” açıklaması örgüt için sınır dışına çekilmenin imkânlarını gösterir. Kabul edelim ki ‘Erdoğan karşıtlığı’ temelinde yapılan tüm yatırımlar boşa çıktı. Başbakan duygusal davranmayıp, “tekrar İmralı ile görüşülebilir” diyor, silah bırakma ihtimalinde PKK yöneticileri için yer alternatiflerini dahi gündeme getirerek çözümün parametrelerini genişletiyor. İmralı, Kandil, diaspora ve Diyarbakır’ın silahlı mücadelenin halklarımıza maliyetini ve demokratik dönüşümün önünde nasıl bir bariyere dönüştüğünü gördüklerini sanıyorum. Eleştiri konusu olan uygulamaların sebebi silahlı bir örgütün varlığıdır. İster hak, isterse egemenlikten pay almayı içeren taleplerin tamamı demokratik mücadele ile talep/elde edilebilecek haklardır. Akan kan, ortak geleceğimizin kan kaybıdır.

[email protected]