Kürt milliyetçiliğinin shoah anlatıları

Ercan Yıldırım / Yazar
5.12.2015

Shoah anlatıları geliştirenler, bünyeyi kıyamete zorlarken “eğer organlardan biri kangren olmuşsa, vücut iflas etmeden o uzvu kesip atmak gereklidir” görüşünü savunurlar. Türkiye’de millet ve devlet, bu topraklardaki her değeri “bünyeye katmaya” içselleştirmeye çaba harcarken, ulusçular kendilerini ayırmanın derdinde. Kürt milliyetçiliği kültürüyle, diliyle, müziğiyle bünyeye ait olmadığını kanıtlamak için kangren rolü yaparken, kan akışını keserek bir şekilde gerçekten kangren olmayı da arzuluyor.


Kürt milliyetçiliğinin shoah anlatıları

Türk siyasi hayatı millet varlığını kaygılardan, korkulardan uzak tutmak için, birikmiş meseleleri bürokratik işleyişi hızlandırarak halledebileceği gibi mekanik bir zihinle hareket etti. Söylem üretmeyi konformist bir entelektüel faaliyete dönüştüren aydın-siyasetçi portresi, güdülerle arzuların, şüphelerle endişelerin yerlerini değiştirerek, millet hayatını gelişmiş bir organizmaya dönüştürebileceği yönünde mühendislik çalışması yürüttü. Öyle ki, ideoloji dışı yaşam biçimi imal ve icat edeceği yönünde doktriner dil kuran siyasal düzen, millet hayatının tutkulu varolma biçimlerini insanların ellerinden çekip aldı. Her ideolojiden birey, hayatında bir boşluk olduğunu bildiği halde bundan yakınmama lüksünü kazandı. İlmeği boynunda günden güne sıkışan ile zinde güçlerden garantiler alanlar tutkularıyla zihinlerini birleştirip zinde bir oluş haline getirmeyi başardılar; bunun dışındakiler ise iyimserlikle ılımlılığın getirdiği rehaveti yaşadı.

Türk siyasi hayatı postmodern söylemin siyasal alanı işgal ettiği 90’ların başından itibaren “Kürt meselesi” güdümünde şekilleniyor. 7 Haziran seçimlerine kadar bu meselenin nasıl çözüleceği üzerine üçüncü yol teklifi iyimser sahayı dolduruyordu. 2015’in ilk seçimi Kürt meselesinin Kürt milliyetçileri ile genel Türk kamuoyunun taleplerinden birinin lehine çözüme kavuşturulacağı konusunda kesinlik sağladı. 90’larda Kürt meselesinde demokratik ve özgürlük kanalı açık bir talep hali varken 2000’li yılların ortasından itibaren özgüveni örgütün önüne geçen siyasi yönelim güç kazandı. İsteyen, özleyen, bekleyen Kürt siyaseti; “siz bilirsiniz” durumuna geçtikten sonra söylem üstünlüğünü, aktivist üstünlüğe de taşıdı. Yayınevleri, dergiler, gazeteler, medyanın tüm unsurları bu fikrin taşıyıcılığını yaptı. Devlet aklı 90’ların ortasından sonra hareket kabiliyeti düşük ve tekdüze boyutta hareket etmeye başladı. 2000’li yıllardan sonra Kürt milliyetçiliği, verili siyasal alanın içinde kalmayacağını, teritoryal evsaflı ulusçuluk projesinin içine asırlara dayanan tarih ve edebiyat konularını da icat ederek yerleştirdi. Belki de ulusçuluk tarihinde ilk kez “kardeşlik” söylemi eşliğinde devlet eliyle ulus inşası yalnız bırakılmadı. Kürt milliyetçiliği ulus inşasında Ortadoğu halklarının deneyimlerinden faydalanırken sadece uluslararası kamuoyunun değil; dünya sisteminin de desteğini almak için farklı garantilerle beraber “vicdana oynamaya” başladı.

Ermenilerin tehcir üzerinden kazandıkları “arkaları”, Yahudilerin shoah anlatılarıyla tahkim ettikleri siyasal alan ve üstünlükleri hatırlatan Kürt milliyetçiliği bu yolda ufak adımlarla yol aldı.

Uludere’den Tahir Elçi’ye

Kürt milliyetçiliği Uludere’den itibaren bir shoah anlatısı oluşturmak için yoğun propaganda çabasına girdi. Uludere, Kobani, Suruç, Ankara olaylarının yanında hendeklerden seslendirilmeye çalışılan patetik romantizm eşliğindeki shoah anlatıları, mazlum ve mağdur imgesini besleyerek, “gaddar, soykırımcı, ezen, öldüren” ve “hesap vermeyen” devlet kanaatini uluslararası boyutlara taşıdı. AB uyum yasaları bağlamında 1999 yılındaki açılımdan sonra tüm strateji ve taktiklerini yeniden düzenleyen Kürt milliyetçiliği, PKK’dan ayrı hareket etmedikleri özgüvenini daha da güçlü biçimde seslendirdi.

2000’ler 90’lardaki “bebek katili PKK” sloganını silerek, “katil devlet” yargısını kamuoyuna ana akım medyanın da etkisiyle yerleştirdi. Bu bakımdan işgalci ve istilacı güçler propagandası şehit haberleriyle beslenerek shoah anlatıları bürokratik ve askeri varlıkla desteklendi. AB’nin, Kürt meselesine yaklaşımında, ezen ezilen dikotomisinin ezen tarafında her çatışmada şehit veren devlet varlığı ön plana çıktı. Örgütün ve siyasi hareketin “özgürlükçü ve demokratik” hakları için verdiği mücadele, naif talepler biçiminde sunulduğunda, otokrat devlet varlığı ceberrut tedbirlerle izah edildi; ortaya devletin de aciz kaldığı propaganda mekanizmasında, kendini anlatamayan bir millet varlığı çıktı. Sadece Uludere gibi bir olayda değil, Kobani’den, Suruç ve Ankara patlamalarından hatta Tahir Elçi’nin öldürülmesinden sonra “devlet yaptı” söyleminin çok geniş bir netvörk ile kamuoyuna yayılması gecikmedi. Buradaki “devlet yaptı” propagandasındaki başarı, aslında devletin yapmadığını ispatlayamamasından; bu yeni taktiği anlayamamasından kaynaklanır. Örgütün, Kürt milliyetçiliğinin söylem üstünlüğü Ermeni ve Yahudi iddialarının seslendirilmesinde etkili olan güçlerin, meseleyi ucundan kıyısından değil, doğrudan devralmasıyla ilgilidir.

Shoah anlatılarında gerçeklik aranmaz.

Shoah anlatıları gerçekliğin değil simülatif olanın gerçeklik boyutuna taşınmasındaki güç ve canlılıkla varlık kazanır.

Avrupa’da 70’lere kadar acıklı, vicdan paralayıcı ama bir o kadar inandırıcı shoah anlatıları varken 70’lerden sonra bunların ne derece kurgulanmış gerçeklik olduğu anlaşılmaya başlandı. Gaz odalarını gören hiç kimsenin olmaması İsrail’in güvenliğini ve meşruiyetini garanti altına alan shoah anlatılarının varlığını hiç etkilemedi. 6 Gün Savaşları’ndan sonra Holokosttan bahsetmek yerine “saldırgan Filistinliler”in, kendi halinde, huzurlu yaşamak isteyen İsraillileri “yok etme”sinden söz açılır oldu. Bunun ileri aşaması, 11 Eylül’e kadar uzanan ve ABD’lileri de tehdit eden, kitlesel ölümlere yol açan terörizm algısıdır. Bu yüzden shoah anlatılarında gaz odaları, Aushchwitz hiçbir bakımdan tekeli oluşturmaz; Holokost aynı zamanda dünya sisteminin genel kabulüne göre etnik ve kültürel baskıları, zulümleri içerecek boyuttadır. 2000’den önceki konjonktürü halisane niyetle de olsa ret ve asimilasyon politikaları olarak nitelemek shoah anlatılarına güç kattı.

Felaketten yeniden doğuşa

Shoah, yıkıcı rüzgar manasına gelir. Kelime yıkımı, felaketi anlatırken aynı zamanda “yeniden doğuş” anlamı da içerir. Ulusçu akımlar, milliyetçilik hep bir shoah anlatısıyla, mağduriyet, yıkım, yeniden doğuş ve diriliş fikri üzerinden kendi gerçekliklerini kurarlar. Kürt milliyetçiliğinin var olabilmesi için aktüel ve kutsal devlet fikrinin yıkılması gerekir. Uludere’de sivil vatandaşları göz göre göre uçakla bombalayan, Kobani’de özgürlük savaşçılarını, Suruç ve Ankara patlamalarında yine genç ve sıradan vatandaşları yok etmeye çalışan bir devlet aygıtının varlığı ispat edilmek istendi. Olayın üzerinden dakikalar geçmesine rağmen “devlet yaptı” fikrini yerleştiren irade, devleti dolayısıyla onu var kılan tarihi millet varlığını uluslararası kamuoyuna şikayet ederek, idam fermanı çıkarılmasını da talep etti. Böylece post Kemalizm döneminde Kemalizmin 1920’lerde, 1930’larda yaptıkları üzerinden tarihle hesaplaşan iktidar mantığı eleştirilmeye başlandı.

Shoah anlatıları zaten “içerdeki kamuoyuna” değil; uluslararası meşruiyet sahalarına mesaj olarak gönderilir. Bu açıdan shoah anlatıları bölünmüş kimliklerin, vatansız düşüncenin, arzuları çökmüş bireylerin de büyüttüğü hikayelerden oluşur; aynen terörle ötekini yok etme güdüsünü tatmin ederken sadist zevk alan anlatıcının, kendisine yapılan haksızlığı ve mağduriyeti aktarırken mazohist keyfe bürünmesi gibi. Arzuların, tutkuların güdülerle birleşip boşlukları doldurduğu ortamda siyasal alanı soykırım hikayeleriyle beslemek mağduru seven toplumları yürekten yakalayabilir. Uludere’den bu yana gelişen süreç 90’lardaki “hukuk ve insan hakları ihlalleri” boyutunu aşarak, “katliam, öldürme, sindirme, yok etme” kavramlarıyla ele alınır oldu. Kamuoyuna karşı patetik ve romantik dozlu, mağduriyete dayalı “ne istediniz” söylemi, atağa geçildiğinde irrasyonel cesarete bürünür. Shoah anlatıları acemiliğe bağlı olarak zaman zaman tavsasa da propagandanın güçlü yapıldığı dönemlerde sadece devleti değil, “faşist, linç kültürü, tahammülsüz kitle” diliyle milleti de hedef alır.

Shoah anlatılarında acındırma, sempatik davranma beraberinde narsist ruh halini besleyen “sürekli kendiyle ilgilendirme” psikozunun da sonucudur. “Ortadoğu’nun kilidi” rolünü seven ve buna inanan Kürt milliyetçiliği, bu anlatılar üzerinden uluslararası iş yapabilme kabiliyeti ve referansı alma derdindedir.

Tanrılara kurban verme

Kürt milliyetçiliği konusunda yerleşik bir yargı var; HDP ve örgüt Kürt milliyetçiliğinin ya da ikame edilmeye çalışılan ulusçuluğun tamamını kapsıyor şeklinde. Halbuki, farklı siyasal kesimlerde bulunan aydınlar Kürt milliyetçiliğinin özellikle kültürel sahayı tamamlamasına yardımcı oluyor. Referandumdan 7 Haziran’a kadar Türk kamuoyu Kürt meselesine yan bakmaktan, kendi kimliğini açıklamaktan imtina eder durumdaydı; bugün dahi HDP’ye oy verenleri eleştirenler üzerinde yoğun bir “demokratik baskı” kurulmuş durumda. HDP’yi, PKK’yı, seçmeni eleştirmek neredeyse Uludere’yi, Suruç’u, Ankara’yı yok saymakla eşitlenmektedir. Dini kimliğiyle kardeşlik derken aynı zamanda özerkliği demokratik hak biçiminde naif dille anlatan medreseli aydınlar da sorunun devletin varlığından değil “devletsizlikten” kaynaklandığını belirtenler de shoah anlatılarının taşıyıcılığını yapıyor.

Türkiye’de sadece Kürt meselesinde değil, millet hayatını ilgilendiren tüm konularda bir gerçeklik yok; sadece gelecekte olabilecekleri tecrübe eden bir simülasyon yürürlükte.

Kürt milliyetçiliğinin girdiği yeni yolda, sadece “devlet yaptı” üzerinden bir millet yıkımı gerçekleştirilmiyor; aynı zamanda Kürtlerin bir tercihte bulunması için olup biteceklerin provası da sahneleniyor. Bu bakımdan Holokost teknolojisinin ve anlatılarının bir yerinde “Tanrılara kurban verme” fikri de vardır. Uludere’den hendek kazmaya kadar devlet aklının bir ayağında bulunanların da peşinden gittiği gibi simülasyonda olanı gerçeklik planına taşıma çabası yürürlükte.

Prova sahnelenirken, Kürtlere birileri, “yatağınızda kolayına ecelinizi beklemek yok”, “emeklilik konforu yaşayamazsınız” gibi gündelik hayata dokunan mesajlar da iletiyor. Shoah anlatıları geliştirenler, ulusçular, bünyeyi kıyamete zorlarken “eğer organlardan biri kangren olmuşsa, vücut iflas etmeden o uzvu kesip atmak gereklidir” görüşünü savunurlar. Türkiye’de millet ve devlet, bu topraklardaki her değeri “bünyeye katmaya” içselleştirmeye çaba harcarken, ulusçular kendilerini ayırmanın derdinde. Kürt milliyetçiliği kültürüyle, diliyle, müziğiyle bünyeye ait olmadığını kanıtlamak için kangren rolü yaparken, kan akışını keserek bir şekilde gerçekten kangren olmayı da arzuluyor.

[email protected]