Kürt sorununda çözümün garantörü siyaset

Adnan Boynukara - Yazar
26.10.2013

Yapılması gereken şey çok basit; Kürt meselesini çıkmaz sokağa mahkum eden ve hak ihlallerinin oluşmasına neden olan şiddet ve silahı denklem dışında tutmak, silahı, bugün ulaşılan noktanın ‘garantörü’ olarak görmekten vazgeçmektir.


Kürt sorununda çözümün garantörü siyaset

Kürt meselesinin çözümü için devleti yöneten siyasi kadroların 8 kez adım attığı, ancak bu adımların farklı aktörlerin çabalarıyla boşa çıkartıldığı biliniyor. Bu görüşmeleri 1999 öncesi ve 1999 sonrası diye ikiye ayırmak mümkün. Bunları; 20 Mart 1993 Turgut Özal inisiyatifi, Mart 1995 Hikmet Çetin girişimi, Haziran 1996 Necmettin Erbakan çabası, 15 Şubat 1999 Hasan Atilla Uğur-Afet Güneş deneyimi, Temmuz 1999 Çevik Bir görüşmesi, 2005-2009 Emre Taner girişimi, 2009 demokratik açılım veNisan 2010 Oslo görüşmeleri olarak tasnifleyebiliriz. Ve son olarak Eylül 2012’de başlayan çözüm süreci. Bir yıla yakın bir süredir, Başbakan Erdoğan’ın talimatıyla devam eden çözüm sürecinin de, önceki inisiyatifler gibi kesintiye uğraması için yoğun çabaların sergilendiği izleniyor. Olayın tarafı olan aktörlerin sergiledikleri kararlılık, bu tür çabaları boşa çıkartmaya (şimdilik) yetiyor. Kesintiye uğratma girişimlerinin bir kısmının kimi siyasilerin sergiledikleri söylemden besleniyor olması, “demokratik siyaset” vurgusunun tam olarak anlaşılmamış olduğunun somut göstergesidir. Şiddetin ve silahın çözüm olmadığının ısrarla vurgulanmasına karşılık, şiddet imaları, ifadeleri gündemden düşmüyor...

‘AK Parti oyalıyor’ suçlaması

Çözüm iradesinin ortaya çıkmasının üzerinden bir yıl geçti. Bu süre içinde BDP, Kandil ve örgütün Avrupa kanadından sıklıkla; “AK Parti bizi oyalıyor, önceki dönemde de ateşkes ilan etmiştik, ama hükümet ağırdan aldı, adım atmadı, şimdi de seçime oynuyor ve adım atmıyor, süreci seçimi kazanmak için kullanıyor...” türü değerlendirmeler duyduk. Bu söylemlerin, hükümetin çözüm için atacağı adımlara ivme kazandıracağını söylemek güç. Çünkü bu iddiaların tümü, içinde derin bir güven sorunu barındırıyor. Aslında AK Parti hükümetlerinin Kürt meselesinin çözümü konusunda sergilediği çabalar ve atmış olduğu adımlar bu iddiaları doğrulamıyor.

Bu noktada, üzerinde durulması gereken konu ise güven bunalımının ve iletişimi sorunlu hale getiren dilin kaynağını anlamaktır. Kürt meselesinin ve terör sorununun geçirdiği aşamalar dikkatlice incelendiğinde, uzun yıllar devam etmiş şiddet ortamının neden olduğu hak ihlallerinden beslenen bir ‘öfkenin’ ve ‘güvensizliğin’ olduğu görülür. Bununla birlikte, bilgi kirliliğinden kaynaklanan bir tutumun oluştuğu da açık. Bunların hepsi kabul edilebilir nedenler. Ancak doğru olmayan, geçmiş dönemlerde yaşanmış şiddet ve hak ihlallerinin oluşturduğu öfkenin beslediği politik dili, bugünü değerlendirme ve analiz etmede kullanmak doğru fikirler üretmeye ket vurmaktır. Yani; geçmişte yaşanılanları sorumluluğu olmayan aktörler üzerinden hesaplaşma metodu olarak görmek aklıselimle bağdaşmaz. Bunun doğru olmadığı, çözüm için atılan adımları görmezden gelmeye ve güvensizliği beslemeye neden olduğu konusunda ise kuşku yok. Kuşkusuz, yaşanmış hak ihlalleri yok sayılamaz. Burada yanlış olan; çözüm iradesini ortaya koyanlara karşı sert bir dil kullananların, iç siyasi çekişmelerin konusu haline gelmiş kimi olaylar üzerinden, hak ihlallerinin yaşandığı dönemleri savunanlara ve taraftarlarına ‘selam göndermesi’dir. Bu tutumun, çözüm için çabalayanlar açısından sorunlu olduğunu görmek lazım! 

Bir an için şöyle düşünelim; hükümet taleplerin tümünü karşılayacak adımlar atmıyor, yapacaklarını ise ağırdan alarak yapıyor ve bazı yerlerde bürokratik kadrolar yanlış uygulamalara da imza atıyor... Peki, bu durumda ne öneriyorsunuz? Atılması gereken adımları tedrici bir tarzda hayat geçirenlere karşılık, silah ve şiddet mi yüceltilecek? Siyaseti, silahların gölgesinde yapılan bir faaliyete olmaktan kurtarmak mümkün değil mi? Kuşkusuz ki mümkün. BDP’nin bu noktada olduğu söylenemez. Ancak kimi ifadeler bu tür bir algı oluşturuyorsa, BDP kadrolarının bunun üzerinde düşünmesi gerekmez mi? Burada cevabı aranması gereken soru; demokratik siyaset mi, silah mı? Bu ikilem, tarafların ortak iradesiyle aşılabilecek bir konudur. Dolayısıyla da ikilemin aşılmasında sadece hükümeti sorumlu göstermek, kendi sorumluluğunu yok saymak ve görmezden gelmektir. O zaman yapılması gereken; Nevruz açıklaması ve 14 Ekim mesajında ortaya çıkan çözüm kararlılığını ve demokratik siyaset vurgusunu herkesten önce sivil siyasetin tarafı olan kadroların sahiplenmesi ve siyasi faaliyetlerinin odağına koymaları gerekir. 

Türkiye gibi her türlü faaliyetin siyasi kadroların kullandığı dilden etkilenerek geliştiği bir ülkede, siyasi kadroların kullandıkları dil daha da önemli bir hal arz ediyor. Çünkü yapılana katkı sunmak anlamına gelen eleştiri ile yok sayan ve inkar eden tutumu ayırt etmek lazım. Ancak çözüm sürecinde kimi zamanlar eleştiri ile yok sayan tutumun ayırt edilmeden kullanıldığını hayretle izliyoruz. Mesela; demokratikleşme paketi açıklanmadan, paketin içeriğini tümden yok sayan ifadelerin kullanıldığına şahit olduk. Paketin açıklanmasından sonra ise geliştirilen suçlamaları ve “bu paket çözüm sürecini bitirdi” türü ifadeleri anlamak mümkün olmadığı gibi paketi tümden yok sayan bu açıklamaların, paket içeriğindeki olumlu başlıkları ortadan kaldırmaya muktedir olmadığı da çok açık. Bu noktada, cevabı verilmesi gereken iki soru var. Birincisi; yapılan olumlu işlere sahip çıkmak ve bunun üzerinden de süreci sıkıntıya sokabilecek eksikliklere veya taleplere dikkat çekmek mümkün değil mi? İkincisi ise ‘sert siyaset yapma’ istekliliği/ihtiyacı veya önermesini, iletişimi tümden kesebilecek ifadelerin dışında bir tarz üzerinden hayata geçirmenin yolları yok mu? Evet, bunun mümkün olduğunu biliyoruz. Sanırım burada önemli olan, bundan yana olup olmadığımızdır. Çünkü siyasetin en temel özelliği, her ne pahasına olursa olsun iletişim kanallarını açık tutmakve bunun için de iletişim dilinin yapıcı olmasına azami ölçüde dikkat etmektir.

Neyi öne çıkarmalıyız?

Aslında yapılması gereken şey çok basit; Kürt meselesini çıkmaz sokağa mahkum eden ve hak ihlallerinin oluşmasına neden olan şiddet ve silahı denklem dışında tutmaktır. Başka bir ifadeyle; silahı, bugün ulaşılan noktanın ‘garantörü’ olarak görmekten vazgeçmektir. Bu ise meselenin tarafı olan aktörlerden sadecebirisinin alacağı inisiyatif ile aşılabilecek bir sorun değil. Bu nedenle, meseleye taraf olan tüm aktörlerin, sorunu şiddet/silah zeminin dışına çıkaracak bir pozisyonda yer almaları ve buna ilişkin bir dil geliştirmeleri önemli.Başka türlü bir tutum izlendiğinde ise bu fırsatıda kaçıracağımızı hepimiz biliyoruz. İşte, bir yıla yakın bir süredir devam eden çözüm sürecinin en önemli kazanımı şiddetsizlik ortamının oluşturduğu atmosferin tüm kesimler tarafından içselleştirilmiş olmasıdır. Sadece bu nedenle dahi olsa, meseleyi şiddet/silah denklemi dışına çıkarmak çözümün birinci koşulu olarak ortadadır. Tam da şu an yapıldığı gibi. Taraflar; müzakere aşamasındaki bu sürece destek olmak, bunun üzerinden çözümü zorlamak, şiddet çağrısı anlamına gelecek veya o tür bir algıyı oluşturacak söylem ve/veya tehditlerden uzak durmak sorumluluğunu göstermek zorunda. Başka türlü, “önümüzdeki dağ gibi sorunları” çözme imkanımızın olmadığı açık...

[email protected]