Kürtler barıştan vazgeçer mi?

Muhsin Kızılkaya / Yazar
15.02.2014

Öcalan, çeşitli zamanlarda çekilmiş, sonradan bir araya getirilerek montajlanmış, belli cümlelerin ayıklanmış olduğu o görüntülerde özetle şunu söylüyor: “Biz silahlı mücadeleye girerek yanlış yaptık. Örgüt büyüdü, devasa bir hal aldı. Siz onunla kendi yöntemlerinizle baş edemezsiniz. Bana fırsat verin bu kanı durdurayım.”


Kürtler barıştan vazgeçer mi?

Kürdistan tarihi boyunca, Kürtlerin ezici çoğunluğunun aynı anda “serok” (önder) dediği tek bir adam vardır; o da Mela Mustafa Barzani’dir. Mela Mustafa’ya gelinceye kadar Irak Kürdistanı’nda önce en büyük ağabeyi Şeyh Abdülselam, onun idamından sonra öteki ağabeyi Şeyh Ahmed isyana önderlik yaptı ancak ikisi de itibarlı, hürmet gösterilen birer “şêx” (şeyh) olmaktan öteye gidemediler. Mela Mustafa genç yaşında önderliği eline aldı ve kısa bir süre içinde “mela” (imam) sıfatının önüne “serok” unvanını koydurdu ve ölünceye kadar bu unvanı çok güzel bir şekilde taşıdı.

Türkiye’de ise, Botan Beyi Mir Bedirhan’dan başlayıp Nehrili Şeyh Übeydullah’a, ondan Şeyh Sait’e, ondan Ağrı isyanı lideri İhsan Nuri Paşa’ya, karizmatik Sait Kırmızıtoprak (Dr. Şivan)’a kadar, hiçbir isyanın ve örgütün lideri “serok” unvanını alamadı. “Serok” sıfatı kutsal bir sıfattı, hak etmek için bir isyanın lideri, bir hareketin önderi olmaktan başka bir şey gerekiyordu.

Türkiye’de yaklaşık yüz yıllık Kürt siyasi hareketleri içinde bu sıfata layık görülüp, önce çokça yadırganan, daha sonra da milyonlarca kişi tarafından kabullenilen tek isim Abdullah Öcalan oldu. Öcalan, Kürdistan tarihi boyunca “serok” sıfatını almış, Mela Mustafa Barzani’den sonraki ikinci kişidir.

Öcalan’a yoldaşları ve partisi tarafından “serok” sıfatı ilk layık görüldüğünde fazlasıyla yadırganmasının sebebi, “serok”un Türkçe konuşmasıydı. Tekmil dili Türkçe olan, bütün eğitim çalışmalarını Türkçe yürütün, yayın organları Türkçe çıkan, Türkçe düşünüp Türkçe yol alan bir örgütün liderine, hele o örgüt Markist/Leninist bir örgütse pür Kürtçe “serok” kelimesiyle seslenmek olmazdı. O halde liderin sıfatı olsa olsa Leninist parti geleneğinden müphem “genel sekreter” olurdu. O yüzden Öcalan’ın sıfatı uzun yıllar “PKK genel sekreteri” olarak kaldı.

Sanırım bir parti kongresi sonrasında değil, yakın örgüt arkadaşlarının önerisiyle de değil; başta onu hiç desteklemeyen, aradan yıllar geçtikten sonra sıradan halk onu “serok” mertebesine yükseltti. Zaten PKK de 90’lı yılların ortalarında bir tüzük değişikliğine giderek “genel sekreterlik” kurumunu kaldırıp, bunu daha sonra “önderlik kurumuna” dönüştürdü. (Bu sırada “önderliğin” bir diğer sıfatı da “güneşimiz”di ve bu sıfat, “önderliği” ima eden bir sıfattı, legal alanda “önderlik” sıfatı kullanılamayan durumlarda kendine kullanım alanı buluyordu.)

1970’li yıllarda PKK’yi arkadaşlarıyla birlikte Diyarbakır’ın Lice ilçesinin Fis köyünde kurduktan itibaren bütün 80’li yıllar boyunca hareketin adı “Apocular” olarak kaldı. Dolayısıyla lideri Apo’ydu. Örgüt içinde de “Ali Fırat” kod adını kullanıyordu. Yakın arkadaşları arasında adı “Ali Fırat arkadaş”tı. Suriye’ye yerleşip 1984 yılında Türkiye’ye karşı silahlı mücadele başlattıktan 1990’lı yılların ortalarına kadar “Ali Fırat” kod adını yazdığı hemen hemen bütün yazı ve makalelerinde kullandı.

Öcalan’ı gözden düşürmek

“Serok Apo” sıfatı yavaş yavaş yaygınlaştı. Öcalan,1999 yılında Kenya’dan Türkiye’ye getirildikten sonra, İmralı’da savaşı durdurma kararıyla birlikte PKK’nin adını değiştirdi. O zamana kadar yürüttükleri “devrimci halk savaşı”nın yerine “Demokratik Cumhuriyet” tezini koydu. Bu tez olgunlaşırken, buradan “demokratik modernite” teorisine ulaşıldı. İşte bütün bu “zihni” alıştırmalar sırasında bir yığın kavram parti hafızasından çıkarılıp yerine yenileri kondu. “Demokratik Modernite”nin en üst aşaması olan “demokratik konfederalizm” tezine uygun olarak “Serok Apo” sıfatı, bizzat Öcalan’ın önerisiyle “Demokratik Konfederalizm Önderliği” biçiminde değiştirildi. Ancak bu uzun sıfat, hem destekçileri, hem de legal partisine oy veren geniş halk yığınları tarafından hiç benimsenmedi. Hem uzundu, hem de miting alanlarında bir slogana dönüşemiyordu. “Bijî serok Apo” (yaşasın önder Apo) demek, “Bijî demokratik konfederalizm önderliği” demekten çok daha kolaydı.

Halkın büyük bir kısmı ve destekçileri “Serok Apo” derken, KCK’nin kuruluşundan sonra parti yayın organlarında bu kez yine Türkçe bir sıfat ona uygun görüldü: Örgütün bütün yayın organlarında, radyo ve televizyonlarında, yazılı belgelerinde Öcalan’ın yeni sıfatı “Kürt halk önderi” oldu. Bu sıfat Türkçe bulunmuş bir sıfattı çünkü Kürtçeye “Serokê gelê Kurd” diye çevrildi ve fakat bu yanlış bir çeviriydi. Çünkü Kürtçeye çevrilmiş halini tekrar Türkçeye çevirirseniz, “Kürt halkının önderi” sonucuna ulaşırsınız ki bu kavramla “Kürt halk önderi” arasında taktir edersiniz ki bir anlam farkı var.

Bütün bu kavram kargaşası içinde, örgütün entelektüel mahfillerinde Öcalan’ın sıfatı konusunda bir belirsizlik sürerken, asıl destekçisi olan sıradan halk, uzun bir süreden beri ona “serok” demeye başlamıştı bile.

Halk, bu sıfatı bir insana layık gördükten sonra artık hiçbir hatasını görmez. Yaptığı her şeyde bir güzellik, söylediği her şeyde bir keramet görür. Kurduğu her cümleye, ne kadar anlamsız olursa olsun, mutlaka bir anlam atfedilir. Ne giyerse yakışır, ne kadar yaşlanırsa genç görünür, ne kadar yanlış hareket ederse yaptığı şey yanlış olarak görülmez; her davranışında bir ululuk, her konuşmasında bir hikmet aranır.

Bu tür liderleri dışarıdan gelecek hiçbir darbe yıkamaz artık. Kitlesine hakaret bile etse, övgü telakki edilir. Eğer onları gözden düşürmek, itibarsızlaştırmak istiyorsanız, onun hatalarından, eylemlerinden, sözlerinden yola çıkmanız sizi hiçbir yere götürmediği gibi, bu davranışınız onu biraz daha yüceltir, destekçilerinin gözünde kıymetini bir o kadar arttırır.

1999 yılında İmralı adasında yapılan bir sorgu sırasında (sahiden sorguyu savcılar yapmaz mı, albaylar hangi sıfatla bir tutukluyu sorgular, onlara bu yetkiyi hangi yasa vermektedir?) gizli kamerayla çekilmiş, günün birinde bize lazım olur diye bir arşive kaldırılmış, muhtemelen Ergenekoncuların zulasında ele geçirilmiş, ele geçirenlerin de başka bir şantaj için başka bir zulaya kaldırdığı, kendilerine göre günü geldiği için kendilerine yakın yayın organları yerine, düşman belledikleri, bir süre önce Ergenekon operasyonu kapsamında darmadağın ettikleri Aydınlıkçılar gibi bir ne idüğü belli bir örgüte servis ettikleri görüntülerin tek bir amacı olabilir:

Öcalan’ı Kürtlerin gözünde düşürmek; ne kadar basit, ne kadar adam satmaya hazır, ne kadar tutarsız bir adam olduğunu gösterip; 17 Aralık operasyonuna “darbe” dediği için Kürtlerin nezdinde itibarını sıfıra indirip, Kürt siyasi hareketini, “vay be, biz kimin sözüne inanmışız” kıvamına getirip, hurra diyerek hükümet karşıtı bir pozisyona geçirmeyi sağlamaktı.

‘Hizmete hazırım’

Ajanlık ve istihbaratçılık için hiçbir aracınız yoksa ama donanımlı bir zekanız varsa, başka hiçbir şeyiniz olmasa da olur. Çünkü istihbarat zeka işidir, analitik bir kafa gerektirir. Bantları servis edenler ya bu işten hiçbir şey anlamıyor, ya da Kürtleri, Öcalan’ı ve dolayısıyla örgütünü hiç tanımıyorlar. Eğer amaç Öcalan’ı destekçisi olan Kürtlerin gözünde küçük düşürmekse, Kenya’dan getirilirken uçakta söylediği “hizmete hazırım”, yargılanma sırasında söylediği “şehit annelerinden özür dilerim” gibi sözleri onu bitirmeye yeterdi. Ama bu söylediklerini çok az Kürt satın aldı, örgütü “ona ilaç içirmişler, o yüzden böyle konuşuyor” dedi ve birçok kişi o gün bugün bunu böyle kabul etti. Buna rağmen yığın halinde destek kaybetmek yerine, dünyanın çeşitli yerlerinde ve Türkiye’de onun için tam tamına 60 kişi bedenini ateşe vererek kendisini yaktı. Bunu görmeyen bir kafadan ne istihbaratçı, ne stratejist, ne de ajan olur. Bunu servis edenlerin derhal kendilerine kol işçiliğine dayalı yeni bir iş aramaları gerekir.

Bu görüntüler bize başka bir gerçeği gösterdi ki bence en önemlisi bu... Öcalan, çeşitli zamanlarda çekilmiş, sonradan bir araya getirilerek montajlanmış, belli cümlelerin içinden ayıklanmış cümlelerin seçildiği o görüntülerde özetle şunu söylüyor:

“Biz silahlı mücadeleye girerek yanlış yaptık. Örgüt büyüdü, devasa bir hal aldı. Siz onunla kendi yöntemlerinizle baş edemezsiniz. Bana fırsat verin bu kanı durdurayım.”

Fırsatı kaçırmayalım

Bu açık bir tekliftir. Madem Öcalan size bu teklifi yaparken (şimdi bu görüntüleri yayınlayarak onu samimi olduğunu söylüyorsunuz Kürt halkına) samimiydi, o halde neden onun elini tutmadınız? Niçin ona bu fırsatı vermediniz? Niçin on bin kişinin daha ölümüne sebep oldunuz? Bunu yapmayarak ülkenize ihanet ettiğinizin farkında değil misiniz? Değil mi, bir adam ben savaşı durduracağım, bana imkan verin diyor, siz bu sözünün gereğini yapacağınıza, onun bu sözlerini 15 sene boyunca bir zulada saklayıp, arada on bin kişi öldükten sonra; bu kez hükümete barış elini uzatan, savaşı durduran, ölümlerin önüne geçen, sürece halel gelmesin diye azami özen gösteren, hükümete karşı girişilen gayri meşru bir hareketi “darbe” olarak nitelendiren ona karşı bir şantaj aracı olarak kullanıyorsunuz?

Demek ki sizin için en iyi Öcalan, Erdoğan’a karşı savaşan Öcalan’dır!

Kusura bakmayın, atı alan Üsküdar’ı geçti! Erdoğan’la Öcalan taşın altına elini koydu. Son silahlı Kürt isyanı bitti! Öcalan’a karşı kullanılan o nobran dil terk edildi. Birçok insanın gözünde, yaşadığımız otuz yıllık kabusun sonunu getirmekte gösterdiği çabadan dolayı “saygın” bir konuma yükseldi; kendi kitlesi olan Kürtlerin gözünde de siz o kasetleri çekerken bile “serok”tu, şimdi bu sıfatı biraz daha pekişti.

Bu saatten sonra, içinde debelendiğiniz çukurda barışı kirletecek başka bir şey aramayın;  elinizi uzattığınız her yerde kendi pisliğinize bulaşacaksınız!

[email protected]