Kürtler neden Osmanlı'yı tercih etti?

VAHDETTİN İNCE
11.05.2013

İdris-i Bitlisi sanılanın aksine Kürtleri ikna etmedi, bir iknadan söz edilecekse o da Kürtlerin İdris-i Bitlisi’yi ikna ettikleridir. İslam ümmetinin tarihsel bilincinin farkında olan İdris-i Bitlisi’nin yaptığı şey bu bilincin Kürdistan coğrafyasındaki yansımasını doğru okumak ve Osmanlı’yla bütünleşmelerinin siyasal zeminini sağlamak oldu.


Kürtler neden  Osmanlı'yı tercih etti?

Peygamber efendimizin (s.a.v) vefatından sonra sahabe nesli arasında yaşanan iç çatışmaların iktidarın ehil olmayan, zulümle muamele eden kişilerin eline geçmesine sebep olmasının yanı sıra Hz. Hüseyin’in Kerbela’da hunharca katledilmesi gibi trajik bir noktaya ulaşmasına şahit olmuş İslam ümmeti, o günden sonra Müslümanlar arası iktidar mücadelelerine hep bigane kaldı. Müslümanların günümüzün tabiriyle dışa açılma ve dışa yönelik büyüme olarak ifade edebileceğimiz o görkemli sürecin aksine iç çekişmelerin kör kuyusuna dalması en az Kerbela faciası kadar bir travma etkisi yaratmıştı ümmet üzerinde. Tarihin akışı içinde Müslüman ümmetin bu yüksek bilincinden bihaber yöneticilerin çoğu açısından pek değişen bir şey olmasa da Müslüman ümmet, elinden geldiğince iç çatışmalara bulaşmamayı yeğledi. İç çatışmalardan uzak durduğunu gördüğü, inandığı, özellikle dışa yönelik büyüme azmini sergilediğini fark ettiği her yönetimin yanında yer almaktan da geri durmadı. Mesela Mısır’da çok daha güçlü Fatımi devleti dururken nispeten daha zayıf görünen Eyyubi devletinin yanında yer alması da Fatımi devletinin Şii, Eyyubilerin de Sünni olmasından ziyade Eyyubi devletinin kurucusu Selahaddini Eyyubi’nin Müslümanlar arası iktidar mücadelesini bir kenara bırakıp hedef olarak Kudüs’ü kurtarmayı seçmiş olmasından kaynaklanıyordu. Müslüman ümmetin bu tavrı, bu bilinci, diğer bir ifadeyle bu icmaı bu gün de sürmektedir. 

Filistin’de, Bosna’da, Çeçenistan’da ve dünyanın bir çok bölgesinde mücadele eden Müslümanların arkasında bütün maddi ve manevi desteğiyle duran ümmet, İslam aleminin herhangi bir bölgesinde iki tarafın da resmen Müslüman olduğu bütün çatışmalara her zamanki gibi mesafeli durmuştur.  Rus işgaline karşı savaşan, bu yüzden bütün bir İslam aleminin maddi ve manevi yardımlarını kazanan Afgan mücahitlerin, Rusların çekilmesinden sonra iktidar mücadelesine girip namluları birbirlerine çevirmeleri üzerine bir anda gözden düşmeleri de yeterince açıklayıcıdır. Tarihte İslam ümmetinin içinde kanlı iktidar mücadelelerinin bir anlamda başlatıcıları ve sürdürücüleri oldukları için her zaman bir nefret objesi olarak anılan Emevilerin aksine yine onların bir kolu olan Endülüs Emevilerinin her zaman sempatiyle anılması, adlarının tarihin mefahir sayfalarına kaydedilmesi de bu yüzdendir.

Bu bağlamda en çarpıcı örnek kuşkusuz Osmanlıdır. Osmanlılar ümmet tabanının bu “icma”ını doğru okudular ve o doğrultuda hareket etmeyi şiar edindiler. Bu yüzden de İslam aleminin dört bir yanından maddi ve manevi desteğe, bir devlet için en önemli servet sayılan entelektüel teveccühe mazhar oldular. Aslında Osmanlı Anadolu Selçuklu devletinin dağılmasından sonra Anadolu’da kurulan onlarca beylikten biriydi. Bu beyliklerden biri için böylesine görkemli bir gelecek öngörmek gerekseydi herhalde bu Osmanlı beyliği olmayacaktı. Çünkü Karaman Oğulları gibi köklü ve iddia sahibi beyliklerin yanında ona ancak en sonlarda sıra gelirdi. Ama o günkü koşullarda öngörülemeyecek olan oldu ve Osmanlı aradan sıyrılıp büyüdü. Çünkü söylediğimiz gibi doğru olanı yaptı. O zaman için geçerli olan kavramlarla ifade edecek olursak gayri Müslim topraklarda fütuhat yapıp gelişmeyi hedef olarak seçti. Müslümanlar arası toprak kapma savaşlarına tevessül etmedi. Diğer beylikler birbirleriyle didişirken, alan kapma yarışına girerken o İstanbul’u fethetti. Balkanlarda ilerledi. Nitekim daha sonra diğer beylikler de bir kaçı müstesna gönüllü olarak Osmanlı hakimiyetine girdi, buna yanaşmayan beyliklerin ümitsiz direnişleri de uzun sürmedi. Hatta Orta Asyalardan kopup gelen ve Osmanlıyı ağır bir hezimete uğratan Timur bile bu vizyona sahip olmadığı için bu topraklarda tutunamayıp geri çekildi, Osmanlının ümmetin bilinciyle beslenen ruhuna yenildi.

Gönüllü katılımın en çarpıcı, halihazırdaki sorun itibariyle en ufuk açıcı örneği Kürtlerdir. Kürtler Yavuz Sultan Selim dönemine kadar İran’ın, o zamanki adıyla Safevi devletinin hakimiyetinde yaşıyorlardı. Safevi sistemi içinde geniş yetkilere sahip Kürt hanlıkları bulunuyordu. Tarihi süreç göz önünde bulundurulursa böyle bir yapı içinde yer almak Kürtler açısından da sorun oluşturmuyordu. Çünkü öteden beri yönetimler değişse de Kürtler büyük çoğunluk olarak İran sınırları içinde varlıklarını sürdürmüşlerdi. Mezhepler farklı olsa da bir arada yaşamayı kolaylaştıran geniş bir ortak kültürel ve tarihsel zemin ve tecrübe vardı. Ama Safevi devleti, Osmanlıların aksine Müslümanlar arası iç çatışmaların tarafı olmayı yeğliyordu. Hakimiyet alanını Müslüman topraklarda genişletmeyi hedef olarak seçiyor ve bu doğrultuda adımlar atıyordu. 

Kürtlerin ümmet bilinci 

Ta Emeviler zamanından beri bu tür politikaların yıkıcı etkilerine maruz kalan Kürtler doğal olarak Osmanlıya meylettiler. Genelde ümmetin, özelde de Kürtlerin bu eğiliminin bilincinde olan büyük alim İdris-i Bitlisi Osmanlı Sultanı Yavuzla temasa geçti ve bu eğilimin Osmanlılarca değerlendirilmesini sağladı. Böylece Kürtlerin Osmanlı topraklarına gönüllü katılımı gerçekleşti. Neticede Osmanlının kuruluş felsefesinden uzaklaşmasına, Müslümanlar arası iç çekişmelere sürüklenmesine sebep olan Safevi tacizleri durduruldu ve Osmanlı Kürtlerle yaptığı bu ittifak sayesinde yeniden ana mecrasına döndü. Osmanlı Çaldıran’da Safevileri ağır bir hezimete uğratmış olmasına rağmen İran’ı fethetmemekle amacının Müslümanların yaşadıkları topraklar üzerinde hakimiyet kurmak olmadığını, bilakis asıl hedefinin yukarıda sözünü ettiğimiz doğrultuda hareket etmek olduğunu bu tavrıyla da fiilen kanıtlamış oldu. Osmanlının bölgedeki diğer yönetimlere mesajı açıktı: Gönüllü katılmak istemiyorsan beni bu kör kuyuya sürükleme... Bu yüzden Çaldıran savaşını, meydana geldiği bölgede ve civarında beşeri anlamda büyük kayıplara yol açmış olsa da asıl hedefi Şii-Alevi kıyımı olarak ileri sürmek büyük resmi gözden kaçırmak anlamına geleceği için sağlıklı bir yaklaşımın ifadesi olmayacaktır. Kuşkusuz Safevilerin yanında yer alan Alevi Kürtler ve Türkmenler bu süreçte büyük kayıplar verdiler. Bugünkü İran Kürdistanı’nın merkezi olan Senendejde kurulan ve Sünni oldukları halde Safevilere bağlı kalmayı tercih eden Erdelan Kürt hanlığı gibi bir çok Sünni Kürt de büyük kayıplara uğradı nitekim. Bütün bunlar Osmanlılın ana hedefinin ümmetin kahir ekseriyetinin konsensüsü (icma) doğrultusunda hareket etmek olduğu gerçeğini gölgelemez. 

Özellikle bu süreçte bizim için ufuk açıcı, yol gösterici bir örnek olarak işlev görmesi muhakkak olan İdris-i Bitlisi üzerinde durmakta yarar vardır. Bu büyük Kürt alim ve siyasetçisi Akkoyunlulardan Safevilere kadar o günün bir çok devletiyle çalıştı. Diyarbekir ve Tebriz saraylarında münşilik görevlerinde bulundu. Memluk Sultanı ile temas kurdu. II. Bayezid ile görüştü. Onun emriyle ünlü “Heşt Bihişt” (Sekiz cennet) eserini yazdı. İran’dan Mısır’a oradan İstanbul’a uzanan verimli bir serüvenin neticesinde aradığını bulmuş olacak ki Yavuz’un hizmetine girerek onun Kürdistan politikasında danışmanlık yaptı. Çaldıran seferi öncesinde ve sonrasında yaptığı çalışmalarla Kürtlerin Osmanlıların yanında yer almasını sağladı. Onu bu şekilde etkili kılan kuşkusuz engin siyasal deneyiminin yanında dönemin büyük alim ve mutassavıflarının ders ve irşad halkalarından yararlanmış duyarlı bir alim olmasıydı. Osmanlının, özellikle Yavuz’un misyonuna güvenen İdris-i Bitlisi, yukarıda değindiğimiz özelliklerinden dolayı Yavuz’un da güvenine mazhar olmuştu. Tarihçilerin belirttiğine göre Yavuz ona üzeri tuğralı boş kağıtlar göndermiş ve bunların kendisi tarafından doldurularak Kürt aşiret beylerine gönderilmesini istemişti. Yavuz aradığı alim tipini İdris’in şahsında bulmuştu, tıpkı onun da ümmetin idealini gerçekleştirecek yönetici tipini Yavuz’un şahsında bulması gibi. İdris, halkın sosyolojik icmaını ilmi bir formülasyonla Sultana iletecek çapta bir siyasal müçtehit sayılırdı. 

Bu yüzden İdris-i Bitlisi sanılanın aksine Kürtleri ikna etmedi, bir iknadan söz edilecekse o da Kürtlerin İdris-i Bitlisi’yi ikna ettikleridir. İslam ümmetinin tarihsel bilincinin farkında olan bir alim olarak İdris-i Bitlisi’nin yaptığı şey bu bilincin Kürdistan coğrafyasındaki yansımasını doğru okumak ve kuruluşundan itibaren ümmetin bu eğiliminin ete kemiğe bürünmüş hali olan Osmanlıyla bütünleşmelerinin siyasal zeminini sağlamak oldu. Günümüz Türkiyesi’nin kuruluşundan iki binli yıllara kadar süren tarihini bu anlamda beylikler dönemine benzetebiliriz. Farklı siyasal akımların, grupların, milliyetçiliklerin, mezhepçiliklerin alan kapma, iktidar devşirme mücadelesine sahne olan bir süreç. Bütün bu süreçte Türkiye halkı sözünü ettiğimiz ümmet bilincinin bir devamı olarak hep ilgisiz kaldı ve blok olarak hiçbir tarafın arkasında yer almadı. Bugün hala devam eden Kürt sorunu üzerinden kotarılan çatışma sürecinde Kürdüyle Türküyle bu halk tarihsel ümmet bilincine uygun hareket etti ve milliyetçilik gibi güçlü bir duygunun cazibesine kapılmadı. Müthiş bir feraset ve bilinç örneği sergileyerek çatışmanın bir etnik savaşa dönüşmesine meydan vermedi. Bu süreçte fırsat bulduğunda da aslında ne istediğini net olarak ifade etti. Menderes ve Özal’ı desteklerken onların çatışmalardan, ayrıştırmalardan uzak yaklaşımlarını ödüllendirdi ve geleceğin iktidar adaylarına da mesajını iletmiş oldu.

Bitlisi ve Akil Heyeti

Osmanlı ile Ak Parti arasında bu anlamda ilginç bir benzerlik var. Ak Parti’ye de kurulduğu sırada pek şans tanınmıyordu. Daha önce “Muhtar bile olamaz” diye dudak bükülen bir lideri vardı. Ayrıca Türkiye siyasal partiler tarihinde bir partiden ayrılanların kurdukları partilerin herhangi bir varlık gösterdiklerine de tanık olunmamıştı. Ama bir kez daha öngörülemeyen gerçekleşti ve Ak Parti köklü ve iddialı siyasal akımların arasından sıyrıldı, büyüdü ve gördüğümüz gibi de Türkiye’yi büyütmeye koyulmuş görünüyor. Çünkü içe yönelik bir büyümeden ziyade dışa yönelik bir açılımı hedefine koydu. Türkiye halkı da öteden beri özlediği bu anlayışa her türlü desteği verdi. Bugün Ak Parti hükümeti Kürt sorununu çözme yolunda önemli adımlar atıyor. En son oluşturulan “Akil İnsanlar Heyeti”ni de misyonları itibariyle İdris-i Bitlisi’ye benzetiyorum. Onların rolü de, halkın tarihsel bilincini etkin kılacak anlayışa ve programa sahip olduğu görülen bugünkü hükümetin vizyonu ile halkın bilincini buluşturacak siyasal bir zemin oluşturmak olmalıdır. Bu bağlamda yapılması gereken şey, hükümetin yapmak istediklerini halkın anlamasını, benimsemesini sağlamaktan çok halkın sosyolojik bir bilinç olarak sergilediği tavrın, on yıllık iktidarında bu tarihsel bilinci başlıca değeri olarak görüp uygulamaya çalışan hükümetin buluşmasını sağlayacak siyasal ve yönetsel formülü ortaya koymak olmalıdır.

[email protected]