Kurtuluş sürecinin muteber ortakları Kürtler niçin ötekileştirildi?

Vahdettin İnce / Yazar
9.07.2016

Kürtler, Ak Parti’nin hazırladığı zeminden hareketle Kürt ve Türk Kemalistlerin onları ebedi ötekiler olmaya mahkum eden cenderesini kırıp ‘kurtuluş felsefesi’ esasına dayalı Müslümanlık ortak paydasında yeni bir yapılanmaya muteber ortaklar olarak omuz vermelidir.


Kurtuluş sürecinin muteber ortakları Kürtler niçin ötekileştirildi?

Kürtlerin devletle ilişkileri açısından bir ‘kurtuluş felsefesi’nden bir de ‘kuruluş felsefesi’nden söz edilebilir. Kurtuluş felsefesi Müslümanlık ortak paydasında Kürtlerle Türklerin mücadele ortaklığı esasına dayanıyordu. Bu süreç ‘anasır-ı İslamiye’ bağlamında tek millet, tek devlet, tek vatan, tek bayrak şeklinde formüle edilmişti. Bu süreçte Mustafa Kemal Amasya’dan, Sivas ve Erzurum kongrelerine kadar bu ortaklığın altını çizen mesajlar veriyordu. Kürtleri Kürt olarak ortaklaştıran bu süreç başarıyla taçlandı.

Kuruluş felsefesi ise Kürtlerin Kürt olarak devlet mekanizmasının dışında tutulmasını öngörüyordu. Tek millet, tek devlet, tek vatan ve tek bayrak artık Türklük bağlamında formüle edilmişti. Türkiye sınırları içindeki herkes Türk ıtlak olunurdu. Bu radikal değişikliğin sebebi Kürtlerin yeni devlete karşı takındıkları tutumdan ziyade, yeni devlete göre fazlasıyla dindar olmalarından kaynaklanıyordu. Yani Kürtler (İslamlık bağlamında) devletin, milletin, vatanın ve bayrağın birliğine itiraz etmemişlerdi. Bu tutum değişikliğinin altında kurucu kadroların kafasındaki bir plan yatıyordu ve Kürtler dindarlık ağırlıklı hayat tarzlarından ve bilinçlerinden dolayı bu planın hayata geçirilmesi hususunda ciddi engel oluşturacak yegane unsurdu.

Bu yüzden ülkenin işgalden kurtulmasında en büyük katkıyı sağlayan Kürtlere sonraki yıllarda yapılan en büyük haksızlık resmiyette kimliklerinin tanınmaması, dillerinin yasaklanması gibi tutumlar salt kaba bir asimilasyon niyetinden kaynaklanmıyordu. Asıl amaç sonraki günlerde atılacak adımların selameti için devlet mekanizmasından uzak tutulmalarıydı. Hemen “Ama Kürtler bu memlekette başbakanlık, cumhurbaşkanlığı da dahil olmak üzere her türlü göreve gelebildiler” diye klişe itirazda bulunursanız, ben de “Evet, her şey olabildiler, ama Kürt olarak değil” klişe cevabını veririm. Ama benim anlatmak istediğim bu değil. Anlatmak istediğim şey, Kürtlerin devlet mekanizmasından uzak tutulmaları için nasıl sinsi bir planın devreye sokulduğu ve bunun da sonraki günlerde devrimler olarak isimlendirilen süreçle ilgili olduğudur.

İki Kürt Said...

Kürtlerin Kürt olarak devlet mekanizmasından uzak tutulmaları Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş felsefesinin bir gereğiydi. Kurgulanan devlet tasarısında Kürtlere Kürt olarak yer yoktu çünkü. Bunun sebebi “hakim” unsur Türklerden farklı bir etnik kimliğe sahip olmaları değildi tabi. Laik, Batılı değerleri benimsemiş, modern hayat tarzını etkin kılacak bir devletti tasarlanan. Kürtler ise binlerce yıldır aynı topraklar üzerinde kesintisiz bir kültür oluşturmuş, ilk yıllarından itibaren kabul ettiği İslamiyet’i hayatlarının her gözeneğine hakim kılmış bir halktı. Bu halkın bu özellikleriyle söz konusu projeye hemen teslim olması neredeyse imkansızdı. Bu halleriyle devlet mekanizmasına girmeleri durumunda da tasarlanan devlet sisteminin daha ilk günde başarısız olması anlamına gelecekti. En basitinden uygulamaya konulan devrimler o kadar kolay gerçekleştirilemeyecekti.Nitekim devlet mekanizmasının ve sosyal hayatın dışında tutuldukları halde özellikle iki Kürt Said’in (Said Nursi ve Şeyh Said) direnişleri devrimlerin daha yıkıcı bir hal almasını önlemişti. Ama tabi bu direniş, devrimleri durdurmaya yetmemiş ve ülke manen korkunç bir çoraklığa mahkum edilmişti. Devrimcilerdevrimlerin artık oturduğunu, dolayısıyla Kürtlerin önlerinin açılmasında bir beis görmedikleri ya da başarı oranlarını görmek için hafifçe sistemi gevşettikleri dönemlerde yaşanan kritik olaylarda bazı Kürtlerin sağlam dini kültürlerinden kaynaklanan kişiliklerine uygun hareket etmeleri de sistemin sahipleri açısından bu projeyi uygulamakla ne kadar haklı olduklarına dair sağlam doneler sunmuştur sonraki zamanlarda. Merve Kavakçı’nın meclise başörtüsüyle girmesi hadisesinde laik bir partinin milletvekili olarak Ali Rıza Septioğlu’nun buna engel olmaya gerek duymaması da önemli bir veridir. Kürtçenin, Kürt kıyafetlerinin yasaklanması, Kürtlere yönelik kanlı bastırmalar sanıldığının aksine devleti benimsemeyen Kürtleri tedip için değil, Kürtleridevlet mekanizmasından uzak tutarak devrimin yollarını temizlemek içindi. İnönü’nün deyimiyle “Türklüğe hevesli” Kürtlerin yaşadığı bölge şehirleri de bu amaca uygun olarak motive edildiler. Kürtçesiyle, Kürt kıyafetleriyle şehirlere gelecek olurlarsa onları pişman edecek şekilde davranmaları teşvik edildi.

Şehre gitmenin maliyeti

50’li yıllara, hatta 60’lı yıllara kadar mesela Ağrı’nın köylerinden veya Van’ın Çaldıran ilçesinden bizim köye gelen akrabalarımız yollarını Erciş’e düşürmemeye özen gösterirlerdi. Erciş’e uğrayarak gelselerdi daha kısa sürede, hem de herhangi bir vasıta ile gelebilecekleri halde yolu uzatmayı ve yaya olarak gelmeyi göze alırlardı. Bunun sebebini o yaşlarda anlamama imkan yoktu.  Ama babamın başından geçen bir olayı anlatması sayesinde anlamıştım sebebini. Malum bizim oralarda kışlar çetin geçer. Yazdan hazırlık yapmak gerekir. Odun pek bulunan bir şey değildir, çünkü orman yoktur. Uzaklardan getirmek de masraflı olurdu. Kömür desen, galiba fazla bulunmuyordu. Zenginler belki alabiliyorlardı. Temel yakacak tezekti. Tutuşması için de geven kullanılırdı. Çıra gibi çabuk tutuşurdu. Erciş’te taliplisi de çok olurdu. Bir gün babam topladığı gevenleri kağnıya yükler ve satmak üzere Erciş’e gider. Bu olayı anlatırken çok ilginç bir ifade kullanmıştı. “Ez revî revî ji bajêr derketim” (kendimi zar zor şehrin dışına attım yani). Geçtiği bütün güzergahlarda hakarete uğramış. Kıyafetiyle alay etmişler, Türkçeyi çat pat bildiği için hakaret etmişler, üstünü başını çekiştirmişler. Birisi yok pahasına gevenleri satın alıncaya kadar etrafını saran çocukların sataşmalarından bizar olmuş. Kaçarak şehirden çıkmış.

Bu, Ercişlilerin kendi iradeleriyle geliştirdikleri bir tavır değildi elbette. Erciş’in ve başka şehirlerin neden böyle olduğunu anlamak için İsmet İnönü’nün meşhur şark raporuna bakmak yeterlidir. Erciş ve benzeri şehirler Kürtleri Kürt olarak sosyal hayattan ve devlet mekanizmasından uzak tutmak için bizzat devlet tarafından veya devletin çekirdek kadroları tarafından bu yönde motive edilmişlerdi.

Bu yüzden Kürtlükten sıyrılarak sosyal hayata ve devlet mekanizmasına dahil olan çok azı hariç Kürtler, bize misafirliğe gelirken yolunu uzatma pahasına şehre düşürmeyen akrabalarımız gibi köylerinde büyük bir kıskançlıkla dillerini ve özgün hayatlarını korumayı yeğlediler. Bu kıstırılmış hayat Kürtler arasında çobanlık ve eşkıyalık mesleklerinin yayılmasını sağladı. Yaşamak için bunlardan başka yol yoktu. Tabi bu da devletle barışık oldukları için belli bir hayat standardı yakalamış toplumun geri kalanı tarafından dışlanıp ötekileştirilmelerini doğurdu. Kürtlerin bu cendereye dayanamayıp Kürtlüklerinden sıyrılarak sosyal hayata katılmalarını bekleyenler bir kez daha yanıldılar. Kürtler o zincirleri kırıp sosyal hayata dahil oldular, ama bu sefer de önceki gibi dillerini ve hayat tarzlarını korumak için adeta yollarını şehre uğratmadan varoşlara tutundular. Bir süre sonra çobanlık ve eşkıyalık yerini inşaat ameleliğine ve mafya örgütlenmelerine bıraktı. Bir kez daha toplum ve devlet mekanizması tarafından ötekileştirildiler.

AK Parti paradigmayı değiştirdi

2002’de iktidara gelen Ak Parti paradigmayı değiştirdi. Kürtlüklerinden vazgeçmeyen, dillerini büyük bir kıskançlıkla koruyan bazen eşkıyalık bazen mafyacılık adı altında kriminalize edilmeyi ya da çobanlık ve amelelik gibi ne öldüren ne de olduran mesleklere karın tokluğuna tutunan Kürtlere Kürt olarak devlet mekanizmasına dahil olmalarının yollarını açtı. Yani I. Dünya Savaşı sonrası kurtuluş felsefesine dönüldü.

Kürtçeye, Kürt edebiyatına itibarını iade etti (eksikler elbette var ve daha çok şey yapmak gerekir). Muteber bir dil olarak Kürtçe ile yayın yapmanın önündeki engeller kaldırıldı. Üniversitelerde Kürt dili ve edebiyatı bölümleri açıldı. Orta eğitimde Kürtçe seçmeli ders oldu (Kürtçe öğretmenlerinin sayısı çok az ve komik sayılacak sayıda atamalar yapılması başka).

Kürt aydınları Kürt kimlikleriyle devlet nezdinde kabul görüyorlar. Müsteşar, danışman, bakan, genel müdür, bakan yardımcısı oluyorlar. Kürtlerin potansiyel ve ebedi suçlular olarak kriminalize edilmeleri anlamına gelen makus talihleri yenilmek üzereydi ki bu sefer Kemalist rejimin rahle-ı tedrisinden geçmiş PKK ve bileşenleri geçmiş mağduriyetler üzerine kurdukları silahlı iktidarın tamamen yok olması anlamına gelen bu süreci sabote edecek çatışma sürecini yeniden başlattı. Kürtlüklerinden sıyrılmalarına gerek kalmadan devlet mekanizmasına dahil olan Kürtleri hainlikle, yalakalıkla suçlayarak psikolojik baskı oluşturmaya başladılar. “Sarayın Kürtleri” gibi itibarsızlaştırıcı bir jargon geliştirdiler. Dolayısıyla Kürtleri devlet mekanizmasından uzak tutmak hususunda Kemalizmin Türkçesiyle ortaklaştılar. Kemalistlerin Türkler üzerinde, PKK’nin de Kürtler üzerindeki iktidarlarını sürdürmek için Kürtlerin devletten uzak tutulması gerekiyor.

Kürtler, Ak Parti’nin hazırladığı zeminden hareketle Kürt ve Türk Kemalistlerin onları ebedi ötekiler olmaya mahkum eden bu cenderesini kırıp ‘kurtuluş felsefesi’ esasına dayalı Müslümanlık ortak paydasında yeni yapılanmaya muteber ortaklar olarak omuz vermelidirler. 

[email protected]