Kurucu Anayasa 100 yaşında

Ali Osman Sezer / Zonguldak Bülent Ecevit Üniversitesi
30.01.2021

Kurtuluş mücadelesi ile başlayan cumhuriyet bilincinin kök anlamı o dönemin yaşanmışlığıyla cumhuriyete evrilen sürecin ilk anayasası olan 21 Anayasasında mündemiçtir. Burada yapılan cumhuriyet tanımında “İdare usulünün halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esası…” kavranmadan, yukarılardan millete kader tayin etmeye kalkışmanın, cumhuriyetle bir ilgisi olmadığının kavranması, siyaset yapmanın temel şartıdır.


Kurucu Anayasa 100 yaşında

Cumhuriyet dönemi ilk anayasası olan ve kurtuluş mücadelemizin ruhunu mayalayan 20 Ocak 1921 tarihli 21 Anayasasının TBMM tarafından kabulünün üzerinden 100 yıl geçti. Teşkilat-ı Esasiye Kanunu olarak adlandırılan, kısa ancak milletin özgürlüğünün özünü ifade eden bu Anayasa, zaferle sonuçlanan kurtuluş mücadelesi ruhunu yansıtan milli hâkimiyet fikriyle, cumhuriyeti hükümet sistemi olarak kuran bir anayasadır.

Tek demokratik örnek

Bülent Tanör, “21 Anayasası, hazırlanışı ve kabul özellikleri bakımından Osmanlı-Türk anayasacılığının en demokratik, belki de tek demokratik örneğidir” demektedir. Birçok anayasa hukukçusu 21 Anayasasını benzer görüşlerle ifade etmektedir. Milli mücadele ortamının ve devamında Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk kurucu metni olan 21 Anayasasının özellikle bu yıl tüm yönleri ile farklı platformlarda ele alınması, üzerinde durduğumuz siyasi kavramların mayalandığı mecrasından günümüz anlam dünyasına bağlam kurma fırsatı sağlayacaktır. Özellikle 21 Anayasasının birinci maddesinin, cumhuriyetin kapsamlı bir tanımı ile başlaması bu milletin cumhuriyet fikrine olan münasebetinin değerlendirilmesi hususunda önemli bir veri sunuyor. Örneğin dört kez kurulup yıkılan ve halihazırda beşincisini deneyimleyen Fransa’da cumhuriyetin benimsenmesi süreçleri dikkate alındığında, bizim cumhuriyet algımızın ilk günden bugüne millet iradesinde nasıl bir yere sahip olduğu dikkate değerdir.

Siyaset tarihinin en üst rafı

Yasa yapıcılık, siyaset tarihinin en üst raflarında yer alır ve siyasi tarih bu yasaların tarihsel izdüşümlerinde, kimin hâkimiyetinin veya egemenliğinin, hangi görünümlerle cari olduğunun okuması olarak yapılır. Bu bağlamlardan yoksun bir siyasi okuma, siyasi tarih değil olsa olsa mitolojik bir destan veya hikayecilik olur. İşte tam 100 yıl önce, Mustafa Kemal Atatürk başkanlığında Türkiye Büyük Millet Meclisi, milletin cumhuriyet iradesini 21 Anayasasının ilk maddesinde tüm içeriği ile kavramsallaştırıp vücuda getirmiş, 29 Ekim 1923’te de bunu cumhuriyet adıyla devletin rejimi olarak kurumsallaştırıp ilan etmiştir.

Kurtuluş mücadelesi başından sonuna 21 Anayasasının 1. maddesinde yer alan “ Hâkimiyet bilâ kaydü şart milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir”, 29 Ekim 1923 te de bu maddeye eklenen “Türkiye Devletinin Şekli Hükümeti, Cumhuriyettir” iradesiyle mürekkep olmuş ve bu irade, daha mücadelenin ortasında, milletin tüm unsurlarına haiz çoğulcu bir meclisin kaleminden tüm dünyaya ilan edilmiştir. Cumhuriyet böyle bir zaman ve zeminde milli hâkimiyet iradesi ile kurulmuştur. Niteliği gereği başka bir iradeyle kurulamaz. Aksini iddia etmek, milli hâkimiyet bilinci ile bağdaşamaz. Cumhuriyet milletin mukadderatını gerçekleştireceği enerjisini milletin gerçekliğinden alır. Siyasetin, insanların dünyasına mahsus, insanca bir yaşamın tüm imkânlarını kurabilme bilinciyle hareket edilen bir süreç olduğunu gözden kaçırmamak gerek. Siyasetin öznesinin millet olması, yaşamı taklitle kilitlemeden, milletin öznesi olduğu bir hukuku, kültürü, sanatı, felsefeyi, bilimi, ekonomiyi ve yaşamsallığın tüm alanlarında üretkenliğin motivasyonunu diri tutmak demektir. Bu açıdan ele alındığında siyaset yapmak, tüm bu imkânları, sıradan görünen yaşamsallığın bünyesinde mürekkep olmuş millet bilincini çözümleyebilecek siyasetçilerin işidir. İşte siyaset tüm tecrübeleriyle böyle bir bilgeliğe sahip milletin devlet aygıtını yöneterek, insani potansiyeli her alanda bir medeniyete dönüştürme sürecidir.

‘Halkın seviyesi’

Bu anlayışla baktığımızda başarısız siyasetçi mazereti olan “halkın seviyesine inemedik” sözü, önceliği milletin içinde olup, onun dilini anlamakla yapılabilecek siyasetle bağdaşmıyor. Bu sözle kastedilen yüksek mertebelere sahip bir aydın olma iddiasıyla halkın seviyesine inmekte zorlanma iması olsa da aydın, bilgeliği oranında milletine yakınlığı ile anlam kazanan, onunla bağ kurabilen bir kavramdır. Cumhuriyetin kurucusu, cumhurun bilinci ortadayken halkın seviyesine inemediğinden hayıflanan bir siyasetçinin nerede durduğunu ve anlaşılmayanın ne olduğunu izah etmediği sürece milletin ona teveccühü elbette söz konu olamaz. Siyasetçi, milli iradenin dili olacak kapasiteye sahip, böylece onunla bağ kurabilecek kavramları içselleştirmek zorundadır. İfadeler ancak kök saldıkları ortamın gerçek bağlamlarıyla anlaşılabilir.

Kavramlar asıl bağlamından kopartıldığında gerçek anlamın karşıtı olarak ona saldıran savaş aygıtlarına dönüşüyor. Bu durum bizde bilgisizlik yerine kullanılan cehalette ifadesini bulur. Bilgisizlik ve cehalet bambaşka kelimeler oysa. Cahillik, bilmemek değil aksine çokça bilgisiyle kavramları manipüle edip bu yolla hakikati örtbas ederek onunla çatışmaya girmektir. Cehaletle savaşmak deyiminin gerçek anlamı da buraya dayanır. Bu yüzden cehalet bir milletin hakikatini savunmak için mücadele edilmesi gereken bir hadsizliktir. Bunun bir şeyi bilmemekle ilgisi yoktur. Bugün, hemen herkesin neredeyse her şeyi bildiği bir ortamda cehaletin varlığını koruyor olması da onun, bilgisizliği ortadan kaldırmakla ilgisi olmadığını yeterince açıklıyor. Örneğin, özgürlük kavramından, yaptığının sorumluluğunu üstlenme unsuru çıkartılırsa kavram, etrafına zarar veren kişinin, ‘kime ne özgür değil miyim’ söylemine dönüşerek özgürlüğün önünde onunla mücadele eder hale dönüşür.

Operasyonel simge

Devletin dini olmayacağı, devletin suç teşkil etmeyen hiçbir inanca müdahale etmeyeceği ve edilmesine de müsaade etmeyeceği anlamında olan lâiklik ilkesinden, inançlara müdahale etmeyeceği unsuru çıkartıldığında laiklik millete inanç dayatan bir devlet dinine, yani tam karşıt bir anlama dönüşerek laiklik ilkesini tehdit etmeye dönüşür. Bu kural tüm kavramlar için geçerlidir. Kara Fatma lakabı, üsteğmen rütbesini bizzat Atatürk’ten alan Fatma Seher Hanım’a Atatürk tarafından takılmış bir lakaptır. Bu lakabın gerçek karşılığı kurtuluş mücadelesinin neredeyse tüm muharebelerinde kahramanlıklar göstermiş bir komutan ile mündemiçken, onu bu bağlamından kopartıp isminin bir böceğe ad olarak tedavüle sokulup ona benzeyenlere karşı operasyonel simgeye dönüştürülmesi kendiliğinden gelişen bir durumla açıklanamaz. İsim aynı isim ancak içeriği boşaltılıp bambaşka içerikler yüklendiğinde ortaya çıkan yeni anlam, gerçek anlamı çağrıştıran herkesi düşman görüp savaşan bir hakarete dönüşüyor. Cumhuriyetin hiçbir unsuruyla bağdaşmayan, halka nasıl giyineceğine kadar tüm yaşam biçimine müdahale etmeyi kendine hak gören, adeta halka insan olmayı öğretmeye kalkışan bu sözde mücadeleyi meşru gösterme iradesinin mahiyetine ilişkin bir şey söylemeye gerek bile yok. Bu yüzden millet iradesini dikkate alarak siyaset yapmak, kavramları gerçek bağlamında idrak edebilme bilinci ile gerçekleşirken, içi boşaltılmış ve gerçek bağlamından kopartılmış bağlamlarla siyaset yapmak milletin tepesine çıkmaya çalışmaktan farksızdır. Bu durumu, milletin tepesinde ne işi olduğunu izah etmek yerine, milletin seviyesine inememekle mazur göstermek ise incelenmesi gereken patolojik bir sorun. Merhum üstad Şerif Mardin’in eserlerinde de kavramların bağlamından kopartılıp bambaşka içeriklere dönüştürülmesinin siyasi ve sosyal hayatı kısırlaştırıp, sentetik çatışma alanları ürettiği hususu sıkça vurgulanır.

Kişi kendi hayatını tanzim edeceği hakikatini başkalarına zarar vermeden istediği şekilde düzenleyebilir. Ancak milletin hâkimiyeti, terkibi ile onu var kılan tüm farklı bakış açılarının muhakemesi ile ortaya çıkan hükümlerle gerçekleşebilir. Aksi takdirde millet normal görmediği bir yaşamın nesnesi olmaya zorlanacaktır. Bu duruma düşmemenin güvencesi Cumhuriyeti kuran milletin kendi iradesidir. Bu bağlamından kopartıldığında cumhuriyet, bambaşka bir iradenin elinde, nitelikleri aşındırılmış ideolojik bir aygıta dönüştürülme tehlikesi ile karşı karşıya demektir. Hiçbir toplum için hazır bir vatan ve devlet yoktur. Toplumlar bunu, edindikleri yaşam sürecinde ulaştıkları normal ve anormal olana dair değerler sisteminden ürettikleri normlarla millet olarak kurabilirler. Toplumların kendileri için kurdukları bu dünya, onların yaşam felsefelerinin gerçekleştiği bir dünya düzenini ifade eder. Bunu başaramayan toplumlar, kendileri ile ilgisi olmayan bir dünyanın nesnesi olmaktan kurtulamaz.

Schopenhauer’in ifadesi ile felsefenin derdi de; “…dünya fenomenini meydana getiren ve neticede onun doğasını belirleyen güç ile mizaç ve karakterin ahlakiliğini birleştirmek ve dolayısı ile maddi dünyanın temeli olarak manevi bir dünya düzeni tesis etmek olmuştur.” Foucault’un ifadesiyle de insan bunu, düşüncesinin nesnesi olan kavramları ile gerçekleştirir. Her iki cümleyi birlikte okuduğumuzda insan, yaşayacağı hayatı, düşüncesinin nesneleri olan kavramların manası ile anlamlı bir dünya kurarak, inşa ettiği bu dünya ile birlikte kendisini de inşa eder. Elbette kurulacak dünyanın niteliği, onu inşa eden kavramların kaynağı ve mahiyetiyle biçimlenmiş zihniyet doğrultusunda gerçekleşir. Hakikati ifade eden kelimeler hangi dilde ortaya çıkarsa çıksın insanlığın ortak dilinde bir yer bulabiliyor. Schopenhour ve Foucault’nun insan yaşamını şekillendiren konuya ilişkin farkına vardıkları bu ifadeler de böyle bir yere sahip. Aksi ise, doğru söylüyor ama bizden değiller düşüncesi ile faşizme kapı aralayan bir algıyı ifade eder.

Kavramların, onları tabir ederek üreten kaynağa geçit veren, kapı aralayıcı özellikleri var. Bu yüzden bir ülkenin sınırları, orada yaşayan milletin hâkimiyetini tahkim eden iradenin kavramları ile şekillenen bir bilinçle ortaya çıkar. Bir dilin kavramlarını yerinden sökmek ise dille kurduğumuz bu sınırda millete savaş açan iradeye geçit veren gedikler açmaktan farksızdır. Bir toplum, dilinin hakikatiyle kurduğu vatanı üzerinde millet olur. Dil, seçici geçirgen hücre duvarı gibi bir işleve sahiptir. Yapıya zarar veren anlamları içeri almayarak koruma görevini yerine getirir. Dilin bu özelliği kaybolduğunda, yani millet iradesiyle bağını kopardığında ise ortam yolgeçen hanına döner.

Cumhuriyeti kuran irade

Anayasada devletin tanımı olarak ifade edilen cumhuriyet kavramının önemi burada ortaya çıkıyor. Her kavram onu kuran iradenin nesnesi olmak gibi bir işlev kazanır. Ancak cumhuriyet her bakımdan gerçek anlamı ile bir zihniyet kurduğunda, kendisini kuran milli irade ile birlikte kendisi de özne olarak ne kendisinin ne de onu kuran gerçek iradenin nesneleşmesine imkân vermiyor. Cumhuriyetin, cumhuriyet kavramı ile açıklanamayacak, milletine ideolojik doktrinlerle tek tip yaşam şekli dayatan örekleri olsa da bu durum cumhuriyetin kavramsal anlamından meşruiyet devşirme çabasıdır. Bir devletin rejiminin gerçekten cumhuriyet olduğu, milletin siyasete ve devletine müdahale edip edemediği ve özgür yaşamının göstergesi hâkimiyetini cari kılıp kılamadığı ile anlaşılır.

Kavramların ilk ortaya çıktığı anlam, kök anlamı olarak önemlidir. Bizim için kurtuluş mücadelesi ile başlayan cumhuriyet bilincinin kök anlamı da o dönemin yaşanmışlığıyla cumhuriyete evrilen sürecin ilk anayasası olan 21 Anayasasında mündemiçtir. Burada yapılan cumhuriyetin kavramsal tanımında “İdare usulünün halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esası…” kavranmadan, yukarılardan millete kader tayin etmeye kalkışmanın, cumhuriyetle bir ilgisi olmadığının kavranması, siyaset yapmanın temel şartıdır. Cumhuriyetin kurucu Anayasası olan 21 Anayasası cumhuriyeti öncelikle kavramsallaştırıp sonra kurumsallaştıran manidar bir süreç izlemiştir. Bir şey kavranmadan onu işlevselleştirmek söz konusu değildir. Milli iradenin cumhuriyet olarak teşekkül ettiği o dönemin lafzı ve ruhu üzerinden, 21 Anayasasının kavramlarını yeniden okuyup, bugüne nereden geldiğimizi hatırlayarak, siyasi kavramlarımızın birleştirici kökenlerinden ayrışmadan, millet hâkimiyetini en iyi temsil etme yarışıyla, cumhuriyet siyaseti yapabilmeyi başarmak zorundayız.

[email protected]