Kurucu irade milli iradedir

Prof. Dr. Mazhar Bağlı Karatay Üniversitesi
25.02.2017

Türkiye’de çok uzun süreden beri devam eden bir mücadele/kavga vardır. Millet, kendi iradesinin ülke yönetimine yansımasının kavgasını veriyor. Bu kavganın başladığı günden bu yana da hiç bir zaman adil ve dengeli bir rekabet ortamı oluşmadı. Hep millet dezavantajlı başladı. Her seferinde yenilmeye mahkum bırakıldı.


Kurucu irade milli iradedir

Ama tüm zamanlardaki karşılaşmalarda millet hep dezavantajlı konumda olmasına rağmen hiç yenilmedi. Milletin karşısındakiler zamana ve yere göre değişti ama amaçları hiç değişmedi. Cumhuriyet kurulduğundan bu yana adı demokratik olan sistemin millet iradesine dayalı bir işleyişe kavuşması sevdasından millet hiç vazgeçmedi. Evet, iradesinin boğulmasını, yok sayılmasını ve idam edilmesini sessizce izlediği de oldu milletin, ama asla vazgeçmedi kafasına koyduğundan. İlginç bir strateji izledi milletimiz. Belki de çokça “Bizans oyunlarına” şahit olmanın kazandırdığı deneyimle hep deyim yerindeyse “çalıyı dolaştı”. Zira ülkede, her koşul altında milletin iradesinin yönetime yansımasını engelleyecek bir pozisyon hep var oldu. Ve sonunda millet tam zamanında duruma vaziyet etti, ülkeye AK Parti öncülüğünde el koydu. Hatta denilebilir ki millet, 7 Haziran seçimlerinden sonra partiye ve 15 Temmuz darbe girişiminden sonra da ülkeye el koydu.

15 Temmuz’u unutma!

Toplumdaki her bir bireyi bu konularda mobil ve aktif bir aktör haline getiren ise bizzat Cumhurbaşkanı’dır. Mitinglerde hep bir ağızdan kalabalıklara ısrarla söylettiği “Beraber ıslandık yağan yağmurda” sadece bir şarkı değildir. Siyasete ve ülke yönetimine birlikte sahip çıkmaya açık bir davettir. Darbe gecesi “Milletimi sokaklara çağırıyorum, ben milletin gücünün üstünde başka da bir güç tanımıyorum” ifadesinin gerektiği gibi karşılık bulmasının asıl nedeni de budur zaten.

Eğer Cumhurbaşkanımız bu anlamda milleti bilinçlendirmemiş olsaydı belki de darbe girişimine karşı yapılan çağrı bu kadar büyük oranda bir karşılık bulmazdı.

Şimdi meydanda kazanılan bir zafer var ve bu başarının politik bir projeye dönüştürülmesi ve kurumsallaştırılması gerekmektedir. Aksi halde “biz” yine kaybedeceğiz. İstiklal Harbi’ni kazandık, Lozan’daki masada kaybettik. Ekonomik savaşı kazandık, sömürgeciliğin uzantısı tüm kurumlara olan bağımlılığı bitirdik ama masada faiz lobisine ve döviz dalgalanmalarına kaybettik. Terörle mücadeleyi dağda, meydanda kazandık masada, milletin gönlünde  kaybettik. Düşünce dünyamızın “yabancı” istilasına karşı direndik ama masada (devlet politikalarında) kaybettik.

Ez cümle biz hep meydanlarda kazanıyor ve masada kaybediyoruz. Niçin? Çünkü mevcut sistem milletin iradesinin doğal bir yansıması değil, aksine o iradeyi boğmak için inşa edilmiştir. Pek çok örnek verilebilir ama bürokratların şimdiye kadar hep kendilerini daimi ve “asıl”, siyasetçileri de geçici ve güvenilmez aktörler olarak görmesi bunun tipik yansımasıdır.

Millet, bu durumu değiştirecek bir mücadele verdi ve sonunda da kazandı. Artık insanlar bu kazancını tahkim etmek istiyorlar. Onların bu istekleri de ancak köklü bir değişimle sağlanabilir. Ve elbette ki milletin elde ettiği bu başarıyı politik bir projeye dönüştürmek AK Parti’nin tarihi sorumluluğudur. Ülkesini (15 Temmuz’da yaşanan) kaos ve işgalden kurtarmış olan bir topluluğun ona (ülkesine) yeni bir rota çizmesi kaçınılmazdır.

İşgale karşı duran milli iradenin artık kurucu irade olması gerekiyor. Bunun için de yapılması gereken zorunlu iş, siyasal iktidarın (“muhayyel”) meşruiyet kaynağını değiştirmektir.

Yani yeni bir anayasa yapmak ve yeni bir hükümet sistemi geliştirmektir. Denilebilir ki bu kadarcık değişikliğin anayasa olarak görülmesi doğru değildir. Evet 18 maddelik bir değişiklik paketidir ancak söz konusu paket, anayasaya milletin ruhunu üflemektedir.

Malum, var olan sistemi kuran darbeci generallerden birisi, “Öyle bir anayasa yaptık ki bir daha darbe yapmaya hacet kalmadı” demişti. İçine darbeci bir ruhun üflendiği bir anayasa yürürlükte olduğu sürece de kim seçilirse seçilsin, hiç bir zaman milletin arzuladığı politikaların uygulanması mümkün değildir.

Mevcut sistem, milletin iradesini iki yönlü bir mekanizma ile bloke ediyordu.

Bir yandan oluşturulan anayasaya bağlı olan “kurumsal” yapılar bir yandan da Demokles’in kılıcı gibi tepede duran rejimin “muhayyel ideolojisi” vardı.

Kurumsal yapılar ile milli iradenin siyasi işlevsel varlığı, muhayyel ideoloji ile de meşruiyeti kontrol altına alınıyordu. Hatırlanacaktır, 28 şubat sürecinde ekrana çıkarılan her Refah Partili milletvekiline veya aktöre önce resmi ideolojiye bağlılık yemini/testi yaptırılırdı. Milletvekilleri çıktıkları ekranlarda önce yönetici olmadıkları halde her zaman yönetici gibi davranan muhataplarına kendilerini kanıtlıyorlardı sonra konuşmalarına izin veriliyordu.

Milletin seçtiği milletvekilinin meşruiyet makamında bir tv sunucusu vardı. Ondan onay alındıktan sonra politikalarını anlatabilirdi. Ve daha sonra da AK Parti iktidarının ilk kez cumhurbaşkanını seçme girişiminde adaylar için aranan şartlar Genel Kurmay Başkanlığı tarafından bir muhtıra ile bildirildi.

Hatta bu kriterler söz konusu aday kişinin şahsıyla da sınırlı değildi. Eşleri de ebeveynleri de rejimin-sistemin meşruiyet kriterine uygun olmalıydılar. Buna uygun olmayanlara ne siyasi imkan ne de yaşamsal fırsatlar veriliyordu. Milletin iradesi Meclis’te tecelli edip bir politikaya dönüşme ihtimaline karşı bir “denge unsuru” olarak düşünülen cumhurbaşkanlığının her canı isteyenin veya milletin desteğini alabilen politik aktörün gelip oturabileceği bir makam olmadığı fiili olarak bir muhtıra ile millete duyurulmuştu. Kız öğrencilerin üniversitelere başörtülü olarak devam edebilmelerine imkan tanıyan meclis düzenlemesini engelleyen asıl güç, muhayyel olan resmi ideolojinin meşruiyet gücüydü. Zira bu faktör milletin gücünün üstünde bir güçtü.

Yeni Türkiye eski sistemle idare edilemez

Şimdi bunu değiştirmek isteyen ve milletin gücünün üzerinde başka güç tanımıyorum diyen bir hareketin yeni bir hükümet sistemi önerisi ile karşı karşıyayız.

Benim açımdan, anayasa değişiklik paketinin, içindeki maddelerin tek tek içerdikleri konu ve yerine getirecekleri işlevlerden çok daha geniş anlamı vardır.

Bu da milletin kurucu irade olmasına giden yolun ilk adımı olmasıdır. Bir anayasa için küçük ama millet iradesi için son derece büyük bir adımdır.

Mevcut anayasa, bürokrasiyi korumak ve millet iradesini bloke etmek için yazıldı denilirse abartı olmaz. Zira mevcut sistemde siyasetçilere “dönemsel” aktör gözüyle bakılmakta bürokrata ise devlet muamelesi yapılmakta. Milletvekili seçilir ve iki-üç dönem sonra işi biter. Ama bürokrat emekli oluncaya kadar devletin elemanıdır. Dolayısıyla da o kendisini emekli oluncaya kadar yetkili görmektedir.

Bu algıyı veya bu zihniyeti hükümet etme biçimini değiştirmeden asla ortadan kaldıramazsınız. Birbirimizi kandırmayalım, Türkiye’de bürokratların siyasi iktidarın politikalarına uygun işler yapmaya başlaması yenidir. Bu durumu kalıcı hale getirmek gerekir.

Bundan dolayı da bana göre mevcut değişikliğin tek tek maddelerinden ziyade bir bütün olarak içerdiği ruh önemlidir. Zira anayasal metinlerde kanun koyucuların niyeti metinlerde yazılı olanlardan çok daha önemlidir.

Bu değişikliğin asıl niyeti, siyasetin daha işlevsel hale getirilmesidir. Politik aktörlerin millete verdiği vaatleri yapabilecek bir alt yapının hazır hale getirilmesidir. Zaten bizim de ihtiyacımız olan asıl şey siyasi aktörlerin yetkilendirilmesi, siyasetin işlevsel hale getirilmesi ve hükümet etme gücünün meşruiyet kaynağının milletin değerleri ve inancına dayandırılmasıdır.

Dünya değişti, Türkiye değişti. Yeni Türkiye eski sistemle idare edilemez. Yeni bir sistem kurulmaktadır. Bu sistemi özetleyen ise darbe gecesinde Recep Tayyip Erdoğan’ın söylediği “Milletin gücünün üstünde başka hiç bir güç tanımıyorum” cümlesidir.

[email protected]