Kutuplaşmanın izini sürmek

Necmettin Özdin / Doktora - Bahçeşehir Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler
19.03.2016

Türk siyasal ve toplumsal hayatında kutuplaşmayı tartışmak istiyorsak, konuyu 2002 sonrası döneme hapsetmek yerine, ilk serbest seçim sonuçlarında karşılık bulan sosyolojiyi anlamak, 27 Mayıs ihtilali ve sonrasının anayasal ve kurumsal tüm düzenlemelerinin sonuçlarını okumak daha aydınlatıcı olacaktır.


Kutuplaşmanın izini sürmek

Kutuplaşma, Türk siyasal hayatında dönem dönem gündemin ilk sıralarına oturan önemli konu başlıklarından biri olmuştur. Bu özelliğiyle, sadece bugünün bir tartışma konusu değil, çok daha tarihi-sosyolojik arka plana sahip bir tartışma gündemidir. Kadir Has Üniversitesi tarafından yapılan “Türkiye’de Sosyal-Siyasal Eğilimler” çalışmasının bulguları, Türkiye’nin, demokratik karakteri, düşünce ve basın özgürlüğü gibi konularda geçen yıla oranla bir iyileşme kat ettiğini göstermektedir. Yine aynı çalışmaya göre, siyasi kutuplaşma halk nezdinde yüzde 65 seviyesindedir. Peki, kutuplaşma, Türk siyasal hayatında ne zaman ve nasıl yer etmeye başlamıştır? Bu durum, sadece son on yılın bir sonucu mudur, yoksa çok daha derin köklere sahip yerleşik bir durum mudur?

Türkiye’nin tarihi-sosyolojik gerçekleri göz önüne alındığında, artarak devam eden bu tartışmaların,  1950’li yılların hâkim siyasi parti sistemi tecrübeleri, 60’lı yıllarda askeri müdahale eliyle gerçekleşen yönetim değişikliği ve 70’li yıllarda radikal ideolojilerin yükselişi gibi dönemlerden bağımsız okunmaması, konunun bir arka plana ve temele oturması açısından önemlidir. Ki böylesi, tartışmayı daha tarihsel ve kurumsal bir düzleme çekecektir.

Güç kayması 

1945-46 yıllarında, çok partili hayata geçiş tecrübesi ve ülkede elitler arası gerçekleşen güç kayması ile şekillenen “yapısal” bir dönüşümün ilk tohumları atılmıştır. Türkiye’nin yeni elitleri olan toprak sahipleri, girişimci ve profesyonel bir siyasal-toplumsal sınıf, sadece kurucu iradenin mevcut hiyerarşik yapılanmasında değil, ayrıca ülkenin siyasi değer ve parametrelerinde de köklü bir değişikliğin zeminini hazırlamıştır. Bunun anlamı, yeni bir sivil iradenin toplumsal taban üzerinde yükseliyor olmasıdır. Sonrasında yaşanan süreçte, ülkenin bu yeni doğmakta olan elitleri ve bürokratik-askeri elitleri arasındaki çatışma süreci Türk siyasal hayatında tarihi bir dönüm noktası olarak 1960 askeri darbesinin tetikleyicisi olmuştur. 1960 askeri darbesinin, hep toplumsal yönünü, hem de elitler arası gerçekleşen merkezi güç değişimini göz önünde bulundurarak yapılacak olan tarihsel bir okuma ülkenin geçirdiği siyasal-toplumsal dönüşümün anlaşılmasında oldukça aydınlatıcı olacaktır.

Çok partili hayata geçiş, kitleler ve elitler arasında yeni bir ilişki ve iletişim döneminin de başlangıcı olmuştur. Aslında, ülkenin bu demokrasi deneyiminin, iktidar partisi CHP ve DP arasında ortaya çıkan çatışma üzerinden tezahür etmesi, kitlelerin kurucu ve iktidar partisi CHP’ye karşı mobilizasyonunu ve bunun arkasında yatan sosyolojik gerçekliği gölgelememelidir. 1950 ile birlikte, ülkede yeni bir toplumsal taban, kendi paradigması, siyasal değerleri ve toplumsal problemleri ile siyasal iktidarın sahibi olmuştur.

‘Beyaz Devrim’

Demokrat Parti dönemi (1950-60), Türk toplumunun bürokrasinin gölgesinden arındırıldığı ve bu bürokratik yapının gerek parlamento seviyesinde siyasal, gerekse elitler düzeyindeki bürokratik olan hatırı sayılır temsilinde ve buna eşlik eden tüm yetki, statü ve prestijinde gerilemenin başladığı bir zaman aralığı olmuştur. Köklü değişimler ile birlikte elitler arasındaki güç değişiminin olduğu bu dönem, öncesi ve sonrası ile yapısal anlamda ayrılmaktadır. 1960 askeri darbesini, bu anlamda, askeri ve bürokratik elit kesimin, “Beyaz Devrim” olarak siyaset bilimi literatürüne geçen DP iktidarına karşı ve eski siyasal merkezi gücünün yeniden inşası ve restorasyonu amacıyla gerçekleştirdiği bir karşı-devrim olarak görmek yanlış olmayacaktır. Tek parti nostaljisi ile beslenen 27 Mayıs darbesi ile böylece “durdurulmuş” bir demokrasi tecrübemiz oldu.

1950’li yıllar aynı zamanda toplumsal ve siyasal zemin üzerinde yükselen yeni bir hayat tarzının da başlangıcıdır. Bu yıllar, fiilen iki partili bir dönem olmuş, mevcut seçim sistemi ve ülkenin toplumsal ve kültürel yapısı bunu kaçınılmaz kılmıştır. Mevcut iki parti arasında ilişkilerin gerginleşmesiyle seçim sisteminde bir düzenleme yapılmış, bu iki merkez partisinin (CHP ve DP) yanına ve karşısına küçük partiler çıkarılmış, fiilen çok partili bir siyasal hayat başlamıştır. Kara Avrupası formülleri üzerinden tohumları atılmaya başlayan bu yeni dönemin ilk işaretlerini askeri darbe sonrasının ilk kurumsal düzenlemesi olan 1961 Anayasası vermekteydi. 1961 Anayasası fazlasıyla liberal ve özgürlükçü doğası ile yeni bir dönemin ilk tohumlarını atmış ve bürokrasiden, entelijansiya ve üniversiteye kadar birçok kesimi fazlasıyla etkilemiştir.

1961 Anayasası’nın sunduğu özgürlükçü ortamda hayat bulan, radikal-sosyalist düşüncenin Türkiye’de gelişme göstermesi, bir yandan siyasal hayatta şiddetli kutuplaşmanın gün yüzüne çıkmasına zemin hazırlamış, diğer yanda merkezi otoriteye karşı üniversite öğrenci hareketlerinin şiddetlenmesine katkıda bulunmuştur. Sonrasında, 1970’li yılların Türkiye’si, parti politikalarında ideolojik kutuplaşmanın, kısa ömürlü koalisyon hükümetlerinin, askeri yönetimlerin ve bunlara eşlik eden ekonomik krizlerin olduğu bir ülke görüntüsü vermiştir. Türkiye’nin bu görüntüsüne, ülkenin iki merkez partisi ve liderlerinin, kısa vadeli hesaplar yüzünden var olan anarşi ve şiddet ortamına karşı birlik ve beraberlik görüntüsü verme noktasındaki başarısızlıkları, katkıda bulundukları bir diğer tarihi gerçektir. Siyasal ve toplumsal şiddet, anarşi ve terör ortamı, ülkenin zaten hassas olan “kırılgan demokrasi” tecrübesi 1980 askeri darbesi ile tekrar kesintiye uğratılarak son bulmuştur.  80 sonrası dönemde, Kürt etnik kimliğinden Alevi kültürel kimliğine, muhafazakâr-İslamcı söylemden liberal-sağ siyasal söyleme ve diğer uç siyasal hareketlere kadar, her türlü siyasal ve toplumsal hareketin gün yüzüne çıkmasına şahit olunmuştur.

Kurumsal mühendislik 

Modern Türkiye’nin siyasal ve toplumsal tarihine genel olarak bakıldığında, gün yüzüne çıkan çatışma ve güç değişimlerini bir kelime ile açıklamak kolaycılık olacaktır. Bu, sadece laikler ve muhafazakârlar arasında bir güç ve iktidar mücadelesi değildir. Bugünün partiler arası çatışma zeminini anlamak için, 27 Mayıs darbesi ve 61 Anayasası ile gerçekleşen parti sisteminden diğer birçok değişikliğe kadar tüm kurumsal mühendislik süreci iyi okunmalıdır. Bu kurumsal değişimlerin kültürel ve toplumsal hiçbir temeli yoktur. Askeri bir kadro, argüman olarak dönemin bazı olumsuz hadiselerini temel alan aydınlar kadrosu tarafından rejime sahip çıkılması çağrısı ile kendi toplumsal tabanı üzerinde yükselmekte olan Demokrat Parti’yi hedef almış, iki merkez partisinin başını çektiği genç demokrasi tecrübesinin daha başlamadan önünü kesmiştir. Devlete ayar verme gibi bir nostaljisi ile aşırı uçlarda gezen farklı bir aydın-akademisyen refleksi de günümüzde kendini ucuz bir bildiri üzerinden deşifre etmektedir. Türk siyasal ve toplumsal hayatında kutuplaşmayı enine boyuna tartışmak istiyorsak, konuyu sadece 2002 sonrası döneme hapsetmek yerine, tarihi geçmişi göz önüne alarak çok partili hayatımızın başladığı yıllara dönmek, ilk serbest seçim sonuçlarında karşılık bulan sosyolojiyi anlamak, 27 Mayıs ihtilali ve sonrasının anayasal ve kurumsal tüm düzenlemelerinin sonuçlarını okumak daha aydınlatıcı olacaktır. Türk siyasal hayatında zaman zaman yer bulan bu tartışma bugünün meselesi değildir; aksine, askeri devrimler, kimlik siyasetinin yükselişi, tepeden inme kurumsal düzenlemeler ve merkez siyasetinin zayıflatılması gibi süreçlerin sonucunda Türk siyasal hayatına yerleşmiştir.

CHP fırsatı kaçırıyor

2002 yılı seçimleri sonuçları itibariyle ve takip eden seçim sonuçları da Türk siyasi parti sisteminde yeni bir sayfa açmıştır. Tek parti hükümeti ve hâkim parti modeli ile Türk siyasal hayatı yeni bir döneme girmiştir. Bugünkü rejim ve yönetim modeli tartışmaları da bu anlamda hayati öneme sahiptir. Bu dönem yapısal anlamda 1960 öncesi toplumsal karşılığını bulan iki merkez partisinin siyasal alanı kapsadığı ve 61 Anayasa’sının hedeflediği kara Avrupası modellerinin aksine daha çok Parlamenter Sistem İngiltere’sinin ve Başkanlık Sistemi Amerika’sının siyasal tecrübelerine denk gelen iki merkez partinin hâkim olduğu modeli hatırlatmaktadır.

Yukarıda bahsettiğimiz gibi, ülkede yaşanmış birçok kriz zamanlarında parlamenter sistemin çözüm üretme noktasında sınıfta kaldığı göz ününde bulundurulduğunda, yeni bir parti sistemi ile birlikte başkanlık sistemin tecrübe edilmesi kaçınılmaz hale gelecektir. Bu noktada, kuruluş yıllarını takip eden çok partili hayata geçiş ve sonrası dönemde merkez iki siyasi partiden biri olan CHP, bu dönemlerde üstlendiği merkez partisi olma misyonunu hatırlamak yerine, bugünlerde tüm siyasal ve entelektüel sermayesini Cumhurbaşkanı Erdoğan karşıtlığı ile tüketmekte olup, yeni Türkiye’nin mimarisine katkıda bulunmak gibi tarihi bir fırsatı kaçırmaktadır.

[email protected]