Laik bacaklar göreve!

Cengiz Alğan / Aktivist - Yazar
7.02.2015

Durup dururken birileri çıkıp “çağdaşlığı, laikliği, cumhuriyeti savunmak için” ‘bağzı’ kadınlara, düşmana karşı kale savunması önerir gibi, inadına mini etek ve dekolte giymeyi öneriyor. Sanki kadınların bu “değerleri” savunmak için fikirlere değil, bacak ve göğüslerini sergilemeye ihtiyaçları varmış gibi. “Kazma” erkek kafasıdır bu.


Laik bacaklar göreve!
Aslında bu yazıyı yazmak bana düşmez. Her ikisi de doğrudan kadınlarla ilgili olan iki herhangi ‘şey’ hakkında ‘dışarıdan’ (hegemon cins üyesi bir erkek olarak) ahkâm kesmeyi her zaman yakışıksız bulmuşumdur. “Hariçten gazel okumak” gibi gelir bana. O yüzden (ne sıklıkta giydiği fark etmeksizin) mini etek giyen ve (hangi biçimde bağladığı fark etmeksizin) başını örten bütün kadınlardan özür diliyorum. Deyim yerindeyse onların “çöplüğünde ötmek”ten hicap duyuyorum. Tartışmayı (kategorik olarak) yanlış zeminden çıkarıp doğru mecrasına evriltmeye katkıda bulunmak üzere yaptığımı söyleyerek anlayışla karşılanacağımı ümit ediyorum.
 
Konuya gelirsek; geçtiğimiz günlerde seküler bir erkek vatandaşın laik kadınlara “inadına mini etek” giyme önerisiyle bir kez daha gündeme gelen mini etek/başörtüsü karşılaştırmasına değineceğim. Mini etek/başörtüsü karşılaştırması, kategorik olarak, baştan yanlış. Çünkü biri giyim kuşam, diğeri inanç özgürlüğü alanına giriyor. Mini etek bir giysidir. Tıpkı maksi etek, midi etek, pantolon, bermuda pantolon, eşofman altı, pijama, şort gibi, belden aşağısının ne kadarını örtmesi isteniyorsa o kadarını örtmeye yarayan bir giysi.
 
Başörtüsü ise, mesela eşofman altı veya tenis şortu gibi sadece bir ‘giysi’ değil. Başörtüsü fular, şal, şemsiye, yaka broşu gibi bir aksesuar falan da değil. Dini vecibesini yerine getirmek isteyenlerin kullandığı bir ‘araç’. İlk bakışta kolayca fark edilebilecek şekilde, diğeri gibi belin altını değil, başın üzerini örtüyor. Sırf bu fiziksel ayrımla bile, ikide bir mini etekle karşılaştırmaktan vazgeçilmesi en akla yatkın fikir olurdu ama maalesef öyle olamıyor. 
Bağzı kadınlara buyruklar 
 
Durup dururken birileri çıkıp “çağdaşlığı, laikliği, cumhuriyeti savunmak için” ‘bağzı’ kadınlara, düşmana karşı kale savunması önerir gibi, inadına mini etek ve dekolte giymeyi öneriyor. Sanki kadınların bu “değerleri” savunmak için fikirlere değil, bacak ve göğüslerini sergilemeye ihtiyaçları varmış gibi. Bu “kazma” erkek kafasının tercümesi şu: “Laik kadınlar; biz erkekler gazetede, TV’de, panellerde fikri mücadeleyi veriyoruz, siz de gidip bacaklarınızı gösterin”. 
Bu, güya karşı karşıya koyduğu iki kadını da aşağılamaktır. Bu kafa birini zaten kadın olarak bile görmüyor. Bir erkeğin baskısıyla başını örtmüş, edilgen, bağnaz, dine inandığı için aydınlanamamış bir gerici. Diğerini ise sadece etten ibaret bir nesne olarak görüyor. Sonuç olarak her iki kadının da kendilerine ait fikirleri yok, sadece bedenleri var. Açarsa “çağdaş”, örterse “gerici”. Onun da kriterlerini yine laik erkekler belirler. 
 
İşin ilginç yanı, bu tipler ayak tırnağından boynuna kadar, ceket pantolon kapalı bir kadını “kendinden” kabul edebiliyor. Hatta (bu kıyafetin üzerine) tülden peçeli bir şapkayla başını örtmeyi egzotik, çekici bile bulabiliyor. Her şeyi kabul edebiliyorlar. Yeter ki kadınlar “o bildiğimiz” başörtüsüyle onların kamusal alanına girmesin. Başörtüsü onlar için savaş konusudur. Bu savaşta gerekirse cephede laik kadınların bacak ve göğüslerinden siper bile yapılır. Sonra o korunaklı siperin arkasına iki sandalye atıp erkek erkeğe rahatlıkla ahkâm kesilir. 
 
İlkel seküler erkek kafası 
 
Bu karşılaştırmayı yapan, kadınları kadın olmaklıklarından evvel, böyle suni bir ayrımla bölen bir erkek “laik” ancak böyle tırnak içinde anılmayı hak ediyor. Bu kişilerin en “ilerici”si “kamusal alan” zırvalarını savunur. Azıcık kazıyın, altından inançlara (ama özellikle İslam inancına) saygısızlık veya horgörü çıkacaktır. 
 
Öte yandan, bazı dindarların “Ben senin mini eteğine karışıyor muyum? Sen de benim başörtüme karışma” savunması da aynı yanlış zeminden kurulduğu için, bu zorlama ikiliğe teslim oluyor. 
 
Tartışmasız bir temel insan hakkı olan inanç özgürlüğüne yapılan saldırı veya hakareti bertaraf etmek için bu savunma hem gereksiz hem yetersiz kalıyor. Elimizde Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin de tanıdığı, yeterince güçlü bir argüman var zaten: “İnancıma hakaret edemezsin!”. Bu kadar. İnanç özgürlüğünü kadınların bedeni üzerinden tanımlamaya çalışan, saati 1930’larda durmuş, en ilkel seküler erkek kafasının ayarsız hezeyanlarına teslim olmaya hiç gerek yok. 
 
28 Şubat generallerinin eğitimlerini, kariyerlerini, hayallerini çaldığı, geleceklerine ipotek koyduğu kadınlar, bu kafalar istese de istemese de artık o zırhlı “kamusal alan”dalar. Tarihsel haklılıkları kanıtlandı ve hak ettikleri gibi hayatın tüm alanlarına damgalarını vurmaya başladılar. Artık savunma pozisyonunda değiller. Haksız yere suçlanıp hayatı çalınan Dreyfus vakasında, Emile Zola’nın Fransa Cumhurbaşkanı’na yazdığı meşhur mektubun başlığını haykırma pozisyonundalar şimdi: “J’accuse!”.