Laikçi misyonerler ile DEAŞ'çı vaizlerin benzerliği üzerine

Yrd. Doç. Dr. H. Şule Albayrak / Marmara Üni. İlahiyat Fak. Öğretim Üyesi
14.01.2017

Laikçilik de DEAŞ’çılık da topluma yönelen yüzü bakımından yıkıcıdır, her ikisi de egemenlik sevdasındadır. Toplumun bütününe yönelik iddialar taşırlar; bu anlamda hiç mütevazı değildirler. Kendi anladıkları anlamda “özgürleşme” ve “kurtuluş” tüm toplum hatta insanlık için söz konusudur. Bu konuda muhatapların seçme özgürlüğünden söz edilmez. Gönüllü ya da zorla boyun eğme beklenir.


Laikçi misyonerler ile DEAŞ'çı vaizlerin benzerliği üzerine

Türkiye terör örgütleriyle mücadele ederken kimi aydın ve siyasetçilerin ülkenin sorunlarını çözecek yegane yöntemin laikliği güçlendirmek olduğunu söylemeleri değerlendirilmesi gereken bir önermedir. Bu konu DEAŞ ve FETÖ terörünün Türkiye’yi etkilemesini engellemeye matuf bir gerekçelendirmeyle sunulmuş olsa da ülkenin başına bela olan terör örgütlerinin sadece dini kisveli olmadığını biliyoruz. Laikliği güçlendirme önerisinin PKK ve DHKP-C gibi sol tandanslı örgütler için ne ifade ettiği belirsiz. Laikliği sadece dini gruplara, dindarlara ve dini sembollere karşı baskı politikaları uygulamak olarak kavramış ve uygulamış bir sekülerist elite sahip olduğumuz düşünüldüğünde burada sözü edilen laikliğin (aslında detaya inildiğinde talep edilenin laiklik değil laikçilik olduğu anlaşılıyor) dinden ve dindarlardan zaten nefret eden PKK ve DHKP-C için pek bir şey yapamayacağı ortada. Bu haliyle mevcut önerme, PKK terörünü görmezden gelirken, DEAŞ ve FETÖ terör grupları üzerinden geçmişte kaldığını sandığımız otoriter laikliğin ihyasının imkanlarını arıyor. Nitekim son günlerde birçok yerde karşımıza çıkan laikçi misyonerler, ateşli vaazlarıyla vatandaşları tüm sorunların çözümünün eski model bir laikçilikte olduğuna iknaya çalışıyor.

Ağırlıklı olarak semboller üzerinden laikliğini inşa etmiş olan Türkiye’de on yıllar boyunca köktenci-otoriter bir anlayış hakim olmuş; laikçilik olarak tanımlayabileceğimiz bu yaklaşım, toplumsal barışı sağlayan bir yöntem olarak değil de hayatın tüm alanlarına sirayet etmesi gereken bir amaç, herkesin sahip olması gereken bir yaşam biçimi olarak dikte edilmişti. Laikçiliği laikliğin “çocukluk hastalığı” olarak niteleyen Nur Vergin, laikliğin bizatihi etik değer taşıyıcı bir olgu olmadığına ama laikçiliğin bunun ötesinde bir amaç-kavram olarak otoriterliği beraberinde getirdiğine işaret etmişti.  Tek tip bir laiklik anlayışı üzerine inşa edilen tek tip bir hayat tarzı ve dünya görüşünü dayatan laikçi anlayış, bu yönüyle tek tip bir din yorumu ve tek tip bir yaşam biçimi dayatan DEAŞ zihniyetiyle benzerlik gösterir. Bu benzerlikleri tespit etmek sadece bu yıkıcı ideolojileri analiz etmek için değil; aynı zamanda bu ve benzeri olgular karşısında tutum geliştirebilmek için de önemlidir.

Dine baskı gündeme gelir mi?

On yıllarca süren başörtüsü yasaklarından sonra Ak Parti dönemindeki demokratikleşme politikaları, inanç özgürlüğüne yönelik temel insan hakları ihlallerinin sonuna geldiğimiz hissini topluma kazandırmıştı. Ancak son günlerde üniversitelerde, kahvehanelerde ve insanların toplu halde bulundukları yerlerde ortaya çıkan laikçi misyonerlerin insanları dinlemeye zorladıkları vaazları ve buna yönelik ana akım medyada sergilenen destekleyici tutum “Acaba dini haklara yönelik geçmişteki baskı ve reddetme politikaları günün birinde yeniden gündeme gelebilir mi?” sorusunu akıllara getirmektedir.

Laikçi misyonerler insanların tüm inanç, ideoloji farklılıklarıyla var oldukları mekanlarda tahakkümcü ses tonu ve üsluplarıyla arkaik bir gericilik söylemi tutturuyor. Farklı görüşteki herkesi gerici, DEAŞ’çı, başkanlık sevdalısı ya da faşist olarak tanımlayan bu laikçi misyonerlerden bir grubu Ege üniversitesi Tıp Fakültesi’ndeki vaazlarında öğrencilere şöyle seslenmişti:  “Gericilik karşısında yükseltilmesi gereken bir bayrak vardır. Bu bayrağın adı da laiklik bayrağıdır. Bugün laiklik demek özgürlük demektir, kardeşlik demektir. Bizler herkesi bu mücadelenin birer neferi olmaya davet ediyoruz. Gericilerden, başkanlık sevdalılarından hesap sormaya çağırıyoruz...”

Mürted ya da gerici

Bu sözlerin sahipleri her ne kadar kendilerini DEAŞ radikalizminin karşı kutbuna konumlandırmış olsa da aslında DEAŞ vaizlerinin mantalitesiyle dikkat çekici benzerlikler taşıyorlar. Nitekim Ebubekir el-Bağdadi örgütün yayın organı Konstantiniyye dergisinin 2. sayısındaki vaazında şöyle çağrıda bulunuyordu: “Ey Müslüman! Seni zayıflıktan ya da acziyyetten dolayı çağırmıyoruz. Seni sana nasihat olsun diye, sana sevgimizden, şefkatimizden dolayı çağırıyoruz. Sana hatırlatıyor ve çağırıyoruz ki; Allah’ın gazabı, azabı ve cezasına uğrama!”

Biri kendini DEAŞ karşıtı, diğeri ise küfür karşıtı olarak tanımlasa da aslında her iki taraf da benzer davranışsal kodlara sahip. Her şeyden evvel bu benzerlik amaçlarında ortaya çıkıyor: Uyguladıkları ayrılıkçı ve dışlayıcı propaganda faaliyetleriyle toplumun çok büyük kısmını oluşturan ve aşırılıktan uzak olan merkezi güçsüzleştirmeye ve parçalamaya, kendilerine buradan destek devşirmeye ve toplumu çatışma ve kopuşlara hazır hale getirmeye çalışıyorlar. Dindarından sekülerine, sağcısından sosyal demokratına varıncaya kadar geniş bir yelpaze sunan toplumsal merkezin bu aşırı yaklaşımlara karşı tutumu halen büyük oranda temkinli olmakla birlikte merkezin güçlendirilmeye olan ihtiyacı her geçen gün daha açık hale geliyor.

DEAŞ zihniyeti kendini ne kadar hakikatin sözcüsü sanıyorsa, laikçi misyonerler de aynı şekilde hakikatin kendileriyle birlikte olduğunu varsayar. Hakikati temsil ettiklerine inanan bu gruplar kendileri dışındakileri “tehlikeli öteki” olarak konumlandırmaya çok heveslidirler. DEAŞ ötekileştirmeyi tekfir mekanizmasını kullanarak yapar; kendi ideolojisini benimsemeyenleri “kafir” ya da “mürted” olarak nitelendirmekte tereddüt etmez. Laikçi zihniyet ise kendini “gerici” olarak tanımladığı öteki söylemi üzerinden tahkim eder. Ayrıca her ikisi için de dünya iyi ve kötü arasında bölünmüştür ve iyilik tabii ki kendi saflarındadır. Bu “Ya beyaz, ya siyah” mantalitesi aradaki renk tonlarını görmezden gelir; fakat ara tonlar devşirmeyi planladıkları insan potansiyeli bakımından bereketli olduğundan propaganda faaliyetleri ihmal edilmez.

Öte yandan, her iki zihniyetin de ilham aldığı bir altın çağ söylemi vardır. Ancak bu söylem referans aldıkları tarihi bütüncül şekilde okumak yerine tarihin sayfalarından seçip çıkardıkları olay, dönem ve kişilere dayanır. Böylece tarihi savundukları ideolojiye hizmet etmek için tahrif etmekten çekinmezler. Bu açıdan DEAŞ İslam tarihini dilediği gibi araçsallaştırarak kendine bir zemin bulmaya çalışır. Benzer şekilde laikçi zihniyet ise cumhuriyet tarihini araçsallaştırır. Ayrıca kaynak olarak benimsedikleri metinlere karşı da benzer tutum sergilerler. Kutsal veya kurucu metinler kendi bütünlükleri içinde değerlendirilmezler; çoğu zaman bağlamından koparılan söz dağarcıkları bu yapıların aksiyon almasında motivasyon görevi üstlenir.

Başka bir benzerlik, DEAŞ ile laikçilerin her ikisinin de Türkiye’nin ortaya koyduğu İslam anlayışına, modern hayatla barışık yaşam inşa gücüne ve irfanî din anlayışına karşı olmalarında görülebilir. Nitekim, her iki yapının da Türkiye’de gelişen modern muhafazakar orta sınıflardan rahatsız olduğu açıktır. Laikçi zihniyet, dini anlayış ve yorumların tümünü yok edilmesi gereken, edilemiyorsa baskı altında tutulması gereken unsurlar olarak değerlendirir. Dini sembollerin kamusal alandaki varlığını kendi ideolojisine aykırı bulur, bilimle ilgili kutsallaştırıcı söylemine rağmen üniversitede okuyan başörtülü gençleri eğitimden mahrum etmeyi bir ödev görür. Zorlayıcı uygulamaları, hakikati ters yüz ederek özgürleşme olarak sunar.

DEAŞ zihniyeti de benzer şekilde kendi yorumu dışındaki hiç bir dini yoruma hayat hakkı tanımaz, tümü kafirdir, mürteddir ve katli vaciptir. Türkiye’deki irfani İslam anlayışı da DEAŞ’ın egemenlik hevesleri önündeki engellerin başında gelir. Dolayısıyla Türkiye’deki dini anlayış, yok edilmeli, edilemiyorsa bile zayıflatılmalı ve alabildiğine radikalleşme sağlanabilmelidir. Bu yüzden, DEAŞ için peçe takmayan, sakal uzatmayan herkes ötekidir. Yunus Emre, Mevlana kafirdir. Savaşmak yerine ilmiyle, sanatıyla cihad etmeyi seçenler, yok etmeyi değil yapmayı kendine şiar edinenler yoldan çıkmıştır.

Laikçilik de DEAŞ’çılık da topluma yönelen yüzü bakımından yıkıcıdır, her ikisi de egemenlik sevdasındadır. Toplumun bütününe yönelik iddialar taşırlar; bu anlamda hiç mütevazı değildirler. Kendi anladıkları anlamda “özgürleşme” ve “kurtuluş” tüm toplum hatta insanlık için söz konusudur. Bu konuda muhatapların seçme özgürlüğünden söz edilmez. Gönüllü ya da zorla boyun eğme beklenir.  Zor günler geçiren ve her gün bir terör örgütünün tehdidiyle karşı karşıya olan ülkemizde bu yıkıcı yapıların kutuplaştırıcı etkilerinden korunmak için birlikte yaşama idealine sahip olan kitleleri güçlendirmeye her zamandan daha çok ihtiyacımız var. Bunun için evvela dini ya da laikçi tüm totalci yapıların toplumsal sonuçları açısından benzer olduklarını görmekle işe başlayabiliriz.

[email protected]