Le Figaro, Charlie Hebdo ya da ‘Paralel Yapı’m...

Dr. Nuri Sağlam - İstanbul Ünv. Edebiyat Fak.
11.04.2015

Öteden beri belleğimize kazınan sayısız küçük ya da orta ölçekli sansasyonel cinayet yahut etnik ve dinsel terör eylemleri, modern Batı tarafından küresel ölçekli post-kolonyal terör yasalarını formatlamak için kod adı çoğunlukla “Müslüman” olan değişik taşeronlara farklı biçimlerde ihale ettiği etkin bir stratejidir.


Le Figaro, Charlie Hebdo ya da ‘Paralel Yapı’m...

Fransa’nın önemli gazetelerinden Le Figaro’nun genel yayın yönetmeni Gaston Calmette, gazete binasındaki ofisinde ünlü romancı Paul Bourget ile sohbet ederken Fransa Maliye Bakanı Joseph Caillaux’nun karısı Henriette Caillaux tarafından tabanca ile vurularak öldürüldü. Birinci Dünya Savaşından birkaç ay önce 16 Mart 1914 tarihinde gerçekleşen bu olay, Fransız basınının yanı sıra Osmanlı basınını da uzun süre meşgul etti.

Henriette Caillaux’nun verdiği ifadelere göre bu cinayetin görünür sebebi, maktül Gaston Calmette’in öteden beri kendilerine karşı yürüttüğü siyasal mücadelenin meşru sınırlarını aşıp kocasının özel hayatına tecavüze kalkışmasıydı. Nitekim Maliye Bakanı Joseph Caillaux’ya yönelik birçok suç isnadından istediği sonucu elde edemeyen Le Figaro gazetesi, Bakan’ın on üç sene evvel sevgililerinden birine yazmış olduğu çok özel bir mektubunu yayımlamak suretiyle seçimlere bir ay kala hem de “basın özgürlüğü” adına belden aşağı vurmaya başlamıştı. Henriette Caillaux ise kocasının evlenmeden önce kendisine yazdığı bazı mahrem mektupların bir şekilde Gaston Calmett’in eline geçtiğini öğrenmiş ve bunların neşrini engellemek için ne gerekiyorsa yapmaya karar vermişti. Öncelikle yasal haklarını kullanmak için meseleyi yakın dostlarından meşhur bir hâkimle istişare eden Henriette Caillaux, hâkimin “Hakaret davası açacak olursanız pek uzun sürer. Hem de böyle davaların olumlu sonuçlandığı pek azdır. En iyisi işi oluruna bırakmak ve hiç ses çıkarmamaktır...” tavsiyesi üzerine, kişinin mahremiyeti ve bireysel haklarının –bugün de bir kısım medyada sıklıkla görüldüğü gibi– “basın özgürlüğü” adına kolaylıkla “press”lenebileceğini bizzat tecrübe edince yasal yollardan hak aramanın hiçbir işe yaramayacağını düşünmüş ve kocasının namus ve şerefini korumak için Gaston Calmette’i öldürmeye karar vermişti!

Ancak Le Figaro gazetesinin uzunca bir süredir Maliye Bakanı Joseph Caillaux aleyhinde yaptığı asılsız haberlerin niteliğine bakılırsa –ki bu haberler Fransız sömürgesi olan Kongo’nun bir kısmının Almanlara satıldığı ve Almanya tarafından Bakan’ın karısı Henriette Caillaux’ya paha biçilmez bir inci gerdanlık hediye edildiği ve benzeri ağır ithamlar içeriyordu– görünürde namus ve şeref uğruna işlenen bu cinayet, bir ay sonra yapılacak genel seçimlerin ardından en azından Almanya karşıtı bir Fransız hükümetinin kurulmasına yarayacaktı. Çünkü o sıralarda hızla büyük bir savaşa doğru sürüklenen Avrupa’da, Fransa ve İngiltere gibi “üçlü itilaf”ın iki güçlü devleti arasındaki ilişkiler bir süredir hiç de iyi gitmiyordu. Fakat ilginçtir ki L’Autorite gazetesinin “Gaston Calmette’i öldüren kurşun Joseph Caillaux’ya isabet etti!Acaba katil bunu mu istiyordu?”imasına rağmen bu cinayetin Le Figaro’nun arkasındaki küreselgüç odaklarıyla ilişkisini sorgulayan çıkmadı. Oysa olayın üzerinden henüz iki hafta bile geçmeden Fransa’ya bir ziyaret gerçekleştiren İngiltere Kralı V. George, Paris’te büyük bir debdebe ile karşılanmış ve umumî harp arefesinde her iki devlet arasındaki ilişkiler hem de bütün konularda tam bir mutabakat sağlanacak kadar düzelivermişti!...

Maktül Le Figaro’nun genel yayın yönetmeni, katil de Maliye Bakanının karısı olunca bu sansasyonel cinayet, Fransız basınında olduğu gibi Osmanlı basınında da yasalar, bireyin hak ve özgürlükleri, basın özgürlüğü, fikir hürriyeti, feminizm, adalet, namus ve şeref gibi birçok ahlakî ve siyasî meseleyi tetikledi. Mesela Henriette Caillaux’un işlediği cinayete halkın nasıl baktığına dair bir anket düzenleyen Tanin gazetesi, okuyuculardan gelen cevapların bir kısmını “Evvelki gün ve dün birçok cevaplar aldık. Bu cevapları okuduktan sonra artık kimsenin memleketimizi feminizm aleyhtarı olarak göstermeye hakkı olamayacağını anlamış bulunuyoruz.Zira gelen ve maalesef hepsini de yayımlamak mümkün olmayan mektupların yüzde sekseni Madam Caillaux’yu haklı görmüyorsa bile mazur buluyor.” takdimiyle beş gün boyunca üst üste yayımladı. Ankete cevap verenler arasında Halide Edip, Mithat Cemal, Hüseyin Cahitve Haşim Nahid gibi ünlü simalar da vardı. Nitekim bu cinayeti “mazur ve elzem” gördüğünü belirten Halide Edip, “Çünkü şahsî ve mahrem şeylerin siyasiyatta vasıta edilmesi kanunen cezasız kalacağından, bundan istifade edenlere karşı kanunun himaye etmediği hak ve namusları sahiplerinin himaye ettiklerini Madam Caillaux göstermiş oldu.” diyor;Mithat Cemal ise Henriette Caillaux’un attığı dört kurşunu, kocasının bize istikraz edeceği birçok altından daha kıymetli bulduğunu söylüyordu. Bu meselenin Fransa’da bir aile kavgası olduğunu belirten Hüseyin Cahit de “Fakat herhâlde, vakayı sırf bir ahlak meselesi gibi düşünecek olursak derim ki: Ben Madam Caillaux’nun tarafındayım. Mahkeme heyetinden olsaydım kendisinin beraeti cihetine giderdim.Cinayete esef etmekle beraber, bir gazetecinin siyasî bir meseleye şahsî işleri karıştırmaya hakkı olmadığı ve bunun büyük bir ahlakî suç teşkil ettiği kanaatindeyim.” diyordu.Le Figaro faciasını “kadın sadakat ve aşkının bir kahramanlık misali” olarak gören Haşim Nahid ise Henriette Caillaux’un dördüncü kuvvet olarak bilinen basın gücünü, kötüye kullanmak isteyenlere karşı sigorta ettiğini söylüyordu! Tabi ankete verilen cevaplar arasında “Öfke baldan tatlıdır/Madam Caillaux haklıdır.” kabilinden muzip olanlar da vardı...

Bu cevaplardan da anlaşılacağı gibi özellikle Tanin ve Tasvîr-i Efkâr başta olmak üzere dönemin en güçlü Osmanlı gazeteleri, bu olayı âdeta bir magazin konusu olarak görmüş,fakat geçmişi hayli karanlık maceralarla dolu Madam Caillaux gibi bir kadının 1911 yılında Fransa başbakanı olan ve Almanya ile işbirliğini savunan Joseph Caillaux ile nasıl evlendiği, mahkemelerde verdiği ifadelere bakılırsa cürmünü meşru ve haklı kılacak hiçbir somut delil gösteremediği hâlde bir bakan karısının böyle bir cinayeti bizzat kendi eliyle hem de son derece hassas ve kritik bir zamanda hangi saiklerle işlemiş olabileceği ve nihayet cinayetten hemen sonra Fransa’nın Almanya’ya karşı İngiltere ile yaptığı güçlü ittifakın özellikle Türkler aleyhine ne gibi sonuçlar doğurabileceği gibi konular üzerinde düşünme ihtiyacı bile hissetmemişlerdi... Kaldı ki bugün bile “Osmanlı eğer isteseydi Birinci Dünya Savaşına girmeyebilirdi...” gibi üstelik akademik unvanlı bazı sığ yorumlarla karşılaşılabildiğine göre olayların oluş zamanındaki bu analiz yokluğunu konjonktürel olarak şaşırtıcı bulmamak gerekir. Çünkü mantığın yasaları, somut gerçeklik gözardı edildiğinde hiçbir kullanım değerine sahip değildir...

Hiç kuşkusuz tarihin veya toplumsal değişim sürecinin gizemli ve tuhaf tesadüfleri deyip kolaylıkla üstünden atlanabilecek bu olaylar, sanki İngiliz üst aklının istikbale matuf çok yönlü ve derinlikli stratejik ön görü yahut planlarının birer parçası gibi sıralanıyorlardı. Zira Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı için 1914’te değil 1909’da başlamıştı! 31 Mart Vakası üzerine Selanik’ten kalkan Hareket Ordusu, ne muhafazakâr çevrelerce sıklıkla aşağılanan bir çapulcu sürüsü ne de Kemalist ideolojinin buyurduğu gibi halaskâr (kurtarıcı) bir ordu idi. Başta İgiltere ve onun tetikçisi Amerika olmak üzere Avrupa devletlerinin desteğiyle İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından organize edilen ve ağırlıklı olarak da Türk ve Müslüman olmayan unsurlardan oluşan yeterince koordine bir ordu idi. Nitekim Burak Turna’nın 1909 İstanbul Düştü-Parvus’un Askerleri adlı belgesel romanında anlattığı gibi Hareket Ordusuyla eş zamanlı olarak hareket eden ABD donanma gemileri, bizzat başkan Ruzvelt (Roosevelt)’in komutasında Akdeniz sahil kentlerimizi ve Lazkiye’yi topa tutmuş ve dünyada ilk biyolojik silahı (çiçek virüsü) Türklere karşı kullanıp binlerce askerimizi kırmıştı! Ardından âdeta biri bitmeden diğeri başlayan Trablusgarp, Birinci Balkan, İkinci Balkan Savaşlarıyla hırpalana hırpalana Harb-i Umumî denilen büyük yıkımın eşiğine kadar sürüklenmiştik ki İttihat Terakki Cemiyetinin Yahudi beyinlerinden Emanuel Karasu, harbin henüz başlarındabu süreci şu ibretlik cümlelerle özetliyordu:

“Türkiye siyasal rejimi değiştirmek üzere bir ihtilal yapmış ve vatanın hürriyet ve istiklalini temin maksadıyla birçok isyan ve kargaşalıklara göğüs germiş, savaşlara girişmiştir. Osmanlılar, memleketlerinin herhangi bir devletin esaret boyunduruğuna girmesini görmektense umumen ölmeye karar vermişlerdir.Türkiye’nin içinde bulunduğumuz Birinci Dünya Savaşına sırf kendi menfaatiicabıgirmiş olduğu bir gün mutlaka anlaşılacaktır.Biz merkezî Avrupa devletleriyle muharebeye girişmeyi kabul ettik.Üçlü İtilafın galebesi takdirinde,Hilafet makamını tarumar etmek isteyen İngiltere’nin ihdas edeceği müşkülata maruz kalacak idik.Biz Almanya’ya karşı her zaman emniyet ve itimat besledik.İşte bu emniyet bizi Almanya ile birlikte harp etmeye sevk eylemiştir.Herhâlde İngiltere ve Rusya için memleketimizi taksim etmek kolay bir iş olmayacaktır. Zira Türkiye’de dinî hayat vatanın izmihlaline seyirci kalmaktan ise ölmeyi telkin eylemektedir...” (Tasfîr-i Efkâr, nr. 1406, 15 Nisan 1915)

Ancak İngilizler,Türkiye’de bir müstemleke idaresi kurmayı çok önceden planlamışlardı. Nitekim üst düzey bir İngiliz ajanı olan ve bu münasebetle 1912 yılında İstanbul’da bulunan A. V. Singler, aynı tarihte İngiltere sefaretinde Büyükelçi Sir Gerard Lowter’a şunları söylüyordu: “Biz İstanbul’da bulununca Anadolu ve Trakya’daki muhtelif Türk hükümet veya eyaletlerini idare edebiliriz. Bir taraftan da Ermenistan’a istiklal verilir.Anadolu’daki idaremiz Malay adalarındaki yerli hükümetlerin idaresine benzeyebilir.Başlangıçta elbette kuvvetli bir muhalefet gösterilecektir.Bazı alakadar zevat ile İttihat ve Terakki mensupları muhalefete kalkışacaklardır.Bununla beraber Türkler bizi külliyen severler.Türklerdeki iyi meziyetleri hiçbir devlet İngiltere derecesinde geliştiremez.İdare için lazım gelen adamları, Elçilik çalışanlarımız ve tercümanlarımız arasından kolayca seçebiliriz.Askerî gemilerimiz daima el altında bulunur.Yerlilerden mükemmel zabtiye teşkilatı yaparak İngiliz zabitlerinin idaresi altına veririz.Ben şahsen Osmanlı Devletinin yıkılmasınıistemem.Türkiye, İstanbul olmadan yaşayamaz. Türkiye’ye münasip bir idare şekli bulmak için müstemlekât idaremizin Kıbrıs’ta büyük bir başarıyla tatbik ettiği idare tarzı bu hususta mükemmel bir örnek teşkil eder.” (Vakit, nr. 649, 21 Ağustos 1919)

İşte bu plan gereği 1918 yılında Mondros Mütarekesini mütakip İstanbul’u işgal eden İngilizler, dört buçuk yıl kaldıkları İstanbul’da en azından Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a gidişini, Anadolu’daki kuva-yı milliye haraketini ve kongreleri engellemedikleri gibi kontrollü bir biçimde de organize etmişlerdi. Nitekim Vakit gazetesi yazarlarından İhsan Adlî, bir yazısında “Kuva-yı Milliye, İttihat ve Terakki’yi ihya etmemeye Allah’a kasem etti. Nerede kaldı ki İttihat ve Terakki, Mesih kudreti ile dirilmek istese dahi İtilaf devtletleri buna imkân bırakmaz.Hâlbuki İtilaf devletleri harekât-ı milliyyeye mani olmadılar. Bilakis Türklüğün bu yeni tezahüratına şahit olmak istediler! Hareketin Anadolu’dan Rumeli’ye, Erzurum’dan ve Sivas’tan Edirne’ye yayılması bu müsaadenin açık bir delili değil midir? (Vakit, nr. 804, 3 Şubat 1920)” diyordu. Diğer yandan zavallı Vahdeddin de Mustafa Kemal’i Anadolu’ya kendi iradesiyle gönderdiğini sanıyordu.Çünkü Mustafa Kemal, 1922 başlarına kadar Vahdettin ile irtibatını hiç kesmemişti. Gönderdiği telgraflarla cülus törenlerini tebcil ediyor yahut geçirdiği ufak tefek rahatsızlıklardan duyduğu büyük üzüntülerini belirterek zât-ı şâhâneye bağlılığını gösteriyordu! Bu arada İngiltere, Anadolu’yu işgal etme konusunda oldukça temkinli davranan Yunan Kralı Konstantin’i bir darbeyle devirtip İsvçire’ye sürgün ettirmiş ve kendi planı için maceraperest Venizelos’u devreye sokmuştu.Osmanlı hükümetine Sevr Antlaşmasını imzalattıktan sonra da Yunan ordusunu Anadolu’nun içlerine doğru itelemişti. Bu durum karşısında Mustafa Kemal Paşa, Times muhabiriyle yaptığı bir röportajda İngilizlere şöyle bir mesaj vermek zorunda kalıyordu: “Ben hiçbir zaman Yunan ordusuna karşı muvaffakiyetkârane bir mukavemet gösterebileceğim fikrinde bulunmadım. Çünkü bunun için ne kâfi kuvvete ne de levazıma malikim. Fakat Osmanlı topraklarının harp etmeksizin işgaline meydan veremezdim!” (Vakit, nr. 951, 31 Temmuz 1920).Fakat her şey İngiltere’nin kontrolünde ve planına uygun bir şekilde gelişiyordu.Kurduracağı müstemleke idaresinin bekası için Türk milletinin büyük bir bağımsızlık mücadelesi verdiğine ve bu mücadeleden zaferle çıktığına inandırılması gerekiyordu.Bu yüzdendir ki Venizelos “Helenizm” ütopyasına kapılıp fazla ileri gidince Atina’da büyük bir karışıklık çıkarmakla kalmadı Batı Trakya’da hak iddia eden Bulgar ve Sırplar’ı da kışkırtarak Yunanis’tanı iyice zor duruma soktu.Bu arada özellikle “Osmanlı-İngiliz Cemiyeti” üzerinden Mustafa Kemal Paşa’ya övgüler yağdırmakta ve bazı kuşkularını gidermekteydi.Meselabu cemiyette verdiği bir konferansta Mustafa Kemal Paşa’yı durduk yerde “Gazi” unvanıyla ilk defa taltif eden şahıs,yine bir İngiliz ajanı Mister Horniman’dı.(Vakit, nr. 1245, 26 Mayıs 1921).Ki bu unvan, beş ay sonra,Sakarya Meydan Muharebesini mütakibenMeclis tarafından da onanacaktı... Nihayet arkasındaki İngiliz desteği kesilen ve son derecedemoralize olan Yunan ordusu, önce Sakarya Meydan Muharebesinde durduruldu ve bir yıl sonra da Anadolu’dan bütünüyle sürülüp atıldı. Sonrası malum: Tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti!...Birinci Dünya Savaşından Almanlar yenildiği için yenik çıktık denildi. Fakat Almanlar sadece yirmi yıl içinde bütün Avrupa’yı bir haftada işgal edecek kadar güçlendiler!Biz ise yurtta sulh cihanda sulh demiş, Şili’ye varıncaya kadar birçok dünya ülkesiyle dostluk anlaşmaları imzalamıştık! FakatAlmanlar, bu savaşta da yerle bir oldukları hâldearadan on yıl bile geçmeden Türkiye’den işçi almaya başladılar!Oysa biz, tam bağımsız ve modern Türkiye olarak on yıl öncesine kadar maalesef üç tekerlekli bir bisiklet bile yapamadık!...Fakat durum değişti artık.Hiç kuşkusuz bizim de bir “Harp ve Sulh”umuz olacaktır...

Olayı biraz güncellemek gerekirse: Batı medyasıyla aynı ses tonuna sahip bir kısım “sarışın”, “paralel yapım” ve melez basının, geçenlerde yine Fransa’da yaşanan ve nitelik itibariyle “Le Figaro Cinayeti”ni andıran Charlie Hebdo olayından sonra da her zaman yaptıkları gibi yüzlerine birer “havari” ya da “hoşgörü” maskesi takıp “fikir hürriyeti” ve “basın özgürlüğü” yaygarasıyla oynadıkları oligarşik ayak oyunlarını yine hep birlikte seyrettik. Bugün de oynuyorlar. Yarın da oynayacaklar! Hem de Türkiye güçlendikçe ve başta İslam coğrafyası olmak üzere bütün ezilmiş halkların umudunu artırdıkça daha mahir, daha haşin ve daha da haince oynayacaklar! Zira Jean Paul Sartre’ın, Frantz Fanon’un Yeryüzünün Lanetlileri adlı kitabına yazdığı önsözde belirttiği gibi onların Batının üflediği borunun sesi olmaktan başka alternatifleri yoktur! Fakat bize ne oluyor? Kilisenin din adına asırlarca uyguladığı kanlı vahşetlere karşı çok ağır bedeller ödeyerek modernleşen Batının, Hristiyanlığı kardeşlik, sevgi ve barış dini olarak gösterirken –ki bu ne yaman çelişkidir!– İslamı sürekli terörle özdeşleştirmesini salt “İslam düşmanlığı” veya “İslamofobi” açısından okuma yarışına girmek neyin nesidir? Bu, tam da küresel güçlerin arzu ettiği gibi söz konusu çelişkiden çok daha ciddi bir yanılsama anaforuna düşmek değil midir? Zira bugün halkının yüzde sekseni, elitininse çok daha fazlası ateist olan Batı dünyasının kendi dinleri dâhil “din” olgusuyla kurduğu red ya da kabul ilişkisi, sadece küresel kapitalist iktidarı meşrulaştırıcı kültürel ve reel-politik bir ilgiden ibaret değil midir?Öyleyse “din” olgusu, Dostoyevski’nin Karamazof Kardeşler romanında sarsıcı bir kurgu ve üslupla anlattığı gibi iktidar yarışına girdiği kendi Tanrısını, hem de din adına -insanları asırlarca yakarak- katletmiş olan Batı dünyası için inançsal açıdan ne ifade eder? Kaldı ki tam da bu yüzden Tanrı adına söylenecek hiçbir sözün bugünkü modern Batı insanının iç dünyasında tekabül edebileceği ontolojik bir matris var mıdır? Nietzsche’nin “Tanrı öldü. Onu maalesef bizler öldürdük!” derken kast ettiği de bu değil midir?...

Sonuç olarak içimizde ve dışımızda senkronize bir şekilde meydana gelen bütün bu olaylar, hem toplumsal düzenin hem de uluslararası ilişkilerin temel payandasının ne rahibe ne imama ne de bunların kuracağı dinler arası diyaloğa dayanmadığının açık birer kanıtıdır! Başka bir deyişle her ikisi de yaptırım odaklıdır ve biri kırbaca, diğeri nükleer güce dayanır! Dolayısıyla eğer malumu ilamdan çekinmeseydim, öteden beri belleğimize kazınan sayısız örnek varken küçük ya da orta ölçekli sansasyonel cinayet yahut özellikle etnik ve dinsel terör eylemlerinin, modern Batı’nın küresel ölçekli neo-kolonyal terör yasalarını formatlamak için kod adı çoğunlukla “Müslüman” olan değişik taşeronlara farklı biçimlerde ihale ettiği etkin bir strateji olduğunu söylemek isterdim. Yahut hiç değilse İslamî usullere uygun nükleer füze yapılamayacağını...