Mahallenin son fedaileri

Dr. Mesut Bostan / Marmara Üniversitesi
2.02.2020

Sıfır Bir, bir çete kurma hikayesi olarak Türk toplumunda yaygın olan dayanışmacı kültürün bir temsilidir. Geçmişte yapılan Kurtlar Vadisi gibi suç dramalarından farklı olarak nihai kertede devletin güçlülüğü mitini tekrarlamaz. Aksine devletin giremediği gettonun sokaklarında bir dayanışma idealini seslendirir.


Mahallenin son fedaileri

Türkiye 90’lardan itibaren yaygın bir orta sınıflaşma yaşadı. Hatta buna daha spesifik olarak bir beyaz yakalılaşma da denebilir. Üniversite eğitimi imkanlarının yaygınlaşması ve demokratikleşmesiyle birlikte mavi yakalı, küçük memur ve esnaf ailelerinin çocukları yeni ve daha geniş bir orta sınıf katmanına dahil oldu. Dolayısıyla 80’lerde ve 90’larda çocukluklarını yoksul mahallelerde geçirmiş önemli bir toplum kesimi 2000 sonrasında üniversite eğitimi yoluyla sınıf atladı. Sınıf atlayan bu kuşağın beyaz yakalı buhranından kaçıp sığınabileceği uğraklardan birini ise mahalle kültürü oluşturuyor bugün. Mahallenin Muhtarları’nın, Süper Baba’nın sosyal demokrat ya da Ekmek Teknesi’nin muhafazakar (her iki durumda da şehirli ve eski orta sınıflara dayanan) mahallesinden çok, yaşanan hızlı ve otoriter küreselleşmeyle tezat bir yoksunluk ve taşra hissiyle yoğrulmuş bir mahalle kültürü bu. Bu kültürün romanını Latife Tekin Buzdan Kılıçlar’da yazdı. Ancak televizyonda şimdiye kadar bunun hikayesi anlatılmamıştı. Elbette yoksul mahalleler Türk dizilerinin melodramatik anlatısının sınıf atlama trampleni olarak neredeyse bütün dizilerde yer aldı. Ama yoksul mahalleleri merkeze alıp kendi içinde başarıyla anlatabilen pek olmadı. Özgü Namal’ın başrolünü oynadığı Merhamet’in geçmişe dönen bölümleri ya da Üvey Baba’nın Kemalettin Tuğcu tarzı yenilgi anlatıları yoksul mahalleleri ve yoksulluk kültürünü sadece belirli bir yönüyle ele alan örnekler olarak zikredilebilir. Bunun şahikası ise Benim Adım Gültepe’dir sanırım. Dizi kanırtıcı melodramatikliğiyle Türk dizi seyircisine bile doz aşımı yaşatıp düşen reytingleriyle ekrana veda etmişti.

Getto kültürü

Sıfır Bir’in başarısı geçmişte sadece şehirli, modern, müreffeh hayatlarla kurulan tezadın ayağı olarak (biraz da Yeşilçam masalsılığıyla) ele alınan yoksul mahalleleri acılarının yanı sıra neşesiyle de anlatabilmesi oldu. 80’lerde ve 90’larda büyük şehirlerin kenar mahallelerinde ya da taşra şehirlerinde giderek daha izole bir hale gelen ve küreselleşmeyle birlikte getto kültürüne de yakınsayan yoksul mahalle kültürünü Sıfır Bir dinamik bir biçimde ve mükemmel bir doğallık hissiyle anlatmayı başardı. Bunda Tanrı Kent ve Paramparça Aşklar ve Köpekler gibi Latin Amerika menşeili getto anlatılarının (ki iki film de 80 kuşağının ilk gençlik yıllarına denk geldiğinden sinema zevkini derinden etkilemiştir) ve bunların daha sonra Hollywood’a ve Amerikan dizi sektörüne aktarılmasıyla kotarılmış Narcos vb. dizilerin anlatım tarzı etkilidir. Son dönemde Gomorra ve Suburra gibi İtalyan dizileri getto anlatılarının daha Avrupai ve Netflixleştirilmiş versiyonları olarak öne çıkıyor. Sıfır Bir ise getto anlatılarının küresel etkisini biçim düzeyinde en etkin şekilde kullanırken içerik olarak çok orijinal ve yerli bir anlatım ortaya koyuyor.

Sıfır Bir’in başarısının bir yanı şimdinin beyaz yakalısı 80 kuşağının mahalle nostaljisini ve getto anlatılarına meftuniyetini iyi yakalayabilmesindeyse bir yanı da halihazırda Türkiye’nin büyük şehirlerinde gözenekler oluşturan gettoların sakinlerine, ana akım Türk dizilerinin sunduğundan çok daha sahici bir seyir tecrübesi sunabilmesindedir. Yılmaz Güney, 60’lı ve 70’li yıllarda vurdulu kırdılı filmleriyle toplumun “gariban” kesimini sinema salonlarına getirmişti ve onlarla çok özel bir ilişki biçimi geliştirmişti. Sıfır Bir de hem dizisiyle hem de filmiyle gettolarda yaşayan bugünün garibanlarıyla benzer bir ilişki geliştiriyor. Dizinin ana akım dizi pratiklerinin tamamen dışından gelerek ortaya koyduğu yapım şekli de diziyi Güney’in mirasçısı kılıyor. Güney de bir bakıma Yeşilçam’a dışarıdan gelerek kendi senaryolarını, oyunculuğunu ve nihayetinde sinema tarzını kabul ettirmişti. Yeşilçam’da öncesi ve örneği olmayan bir kişisel bir efsane yaratmıştı. Sıfır Bir kişisel değil ama çok özel bir arkadaşlık hikayesini ekranda ve perdede efsaneleştirdi. Üç sezondur yayımlanan ve Sıfır Bir’in üç as oyuncusundan birini transfer eden Çukur ve bu dönem iddialı bir biçimde yayına giren Ramo, Sıfır Bir efsanesinin ana akım diziler üzerindeki etkisini gösteriyor.

Mahalleyi korumak

Yılmaz Güney Türk sinemasına nasıl kendi tipini, hikayesini ve sinema zevkini getirdiyse Sıfır Bir de ana akım dizi sektörünün normalde keşfedip ekrana çıkaramayacağı oyuncu tiplerini, mekanlardan en ufak jestlere kadar incelikli bir gerçekçiliği ve ana akım dizilerin tatmin edemeyeceği bir dizi zevkini sektöre getirdi. Yılmaz Güney’den sonra nasıl Cüneyt Arkın onun tarzını ana akımlaştırdıysa Sıfır Bir ilhamlı diziler de Sıfır Bir’in tarzını ana akım seyirci için daha yenilir yutulur bir biçimde servis ediyor ve dizinin tarzını yaygınlaştırıyor.

Peki, Sıfır Bir’in farklı toplumsal grupların beğenisini kazanabilmesinin altında yatan sebep ne? Bunun cevabı Türk toplumunun hala mahalle suretinde bir muhayyel cemaat fikrine sahip olmasıdır herhalde. Türkiye’de farklı siyasi eğilimlere sahip insanlar bile bir şekilde belirli bir gruba bağlılığı esas kabul eden, kişinin statüsünü onun grup içerisindeki şöhretiyle belirleyen (Murat Önderman bunu “şeref kültürü” olarak ifade ediyor) antagonistik bir toplum tasavvuru içerisinde düşünür. Yani günümüzde eski orta sınıfın imtiyazını koruma talebi olarak liyakat söylemine rağmen kişisel ilişkiler ve sosyal ağlar birçok konuda belirleyicidir. Ağalık vermekle olur atasözünde karşılık bulan bir üstünlük fikri bu ilişkilerdeki statülerin tayin edilmesinde belirleyicidir. Grubun kuruluşu da toplumun “biz” ve “onlar” şeklinde bir ahlaki ayrım ekseninde bölünmesine dayanır. Önderman bu durumu Türkiye’de Paranoid Ethos kitabında sivil toplumun zannedildiği gibi güçsüz olmadığı tezine dayanak yapacak şekilde anlatır. Ona göre sivil toplumun içinde hareket ettiği “anarşi düzeni” karşısında asıl güçsüz olan devlettir. Sıfır Bir bu açıdan Önderman’ın tezlerini haklı çıkaracak bir anlatıya sahiptir. Dizi temelde bir çetenin yükseliş ve çöküş hikayesidir. Çetenin kuruluşu mahalleyi korumak şeklinde ahlaki bir amaca dayanır. (Gerçi dizinin ilk bölümünde çete elemanlarının “kadın satan” bir adamın paralarına çökmeye karar vermelerinde Nurdan Gürbilek’in zamanında İbrahim Tatlıses üzerinden kurulduğu “ben de isterem” hissiyatı da etkin görünür. Ancak dizi bu şekildeki bir ahlaki kırçıllıktan hemen döner. Çetenin liderlerini hırsız azizler olarak kutsar.) Çetenin mahalledeki meşruiyeti de mahalledeki muhtaç insanların yardımına koşmalarına bağlıdır. (Nitekim son sezonda çete bu yardımı sağlayamadığında mahalleli çetenin elemanlarını mahalleden kovacaktır.) Sıfır Bir, bir çete kurma hikayesi olarak Türk toplumunda yaygın olan dayanışmacı kültürün bir temsilidir. Geçmişte yapılan Kurtlar Vadisi gibi suç dramalarından farklı olarak nihai kertede devletin güçlülüğü mitini tekrarlamaz. Aksine devletin giremediği gettonun sokaklarında bir dayanışma idealini seslendirir. Bunu yaparken de 60’lı yıllarda sol romantizmin düştüğü sosyal/eleştirel eşkıya mitinin cazibesine kapılmaz. Mahallenin “nomos”uyla olumlu bir ilişki kurar.

‘Abi’den ‘adi’ye

Dizide çetenin rakiplerini (yani bir zamanlar “abi” olan ama şimdi “adi”ye dönüşmüş mahalleye uyuşturucu sokmak gibi zararlı faaliyetleri para için yapanları) ortadan kaldırarak büyümesi ve muktedir hale gelmesi dayanışmacı kültüre dayanan bir iyimserliğin ifadesidir. Bu da hırsızlar üzerinden anlatılan bu arkadaşlık hikayesini toplumun en dışlanmış kesiminin bile özdeşleşebileceği bir toplumsal anlatı haline getirir. Dayanışmacılık bu noktada yoksulluğa, şiddet dolu bir hayata ve sürekli yaşanan kayıplara katlanmanın bir yolu olmanın yanı sıra her zaman daha iyi bir hayata erişme yönünde bir umudun da kaynağıdır. Diğer yandan Sıfır Bir çetenin sadece yükselişini değil çöküşünü de anlatır. Hikayesini anlattığı çete bir hırsızlık çetesi olduğu için cezalandırılmaya yazgılıdır. Hikaye bu açıdan paradoksaldır. Mazlumları korumak ve kollamak için bile olsa hırsızlık yapan birilerinin cezasız kalması adalet hissini zedeleyecektir çünkü. Bunu dizinin özellikle BluTV’ye geçiş yaptığı üçüncü sezonda emniyet görevlilerinin ağzından dillendirdiği orta sınıf ahlakçılığı ile ilişkili düşünmek mümkündür. Ancak belki daha iyi bir açıklama bunu halkın siyasi bir davranışıyla açıklamaktır. Sivil toplumun alanını genişleten dayanışmacı pratikler halktan destek görürken bunlardan devşirilen meşruiyetin siyasi ya da toplumsal bir güç odağı (özellikle de devletten daha yakın ve yakıcı bir güç odağı) haline gelmek için kullanılması halkın çekincesiyle karşılaşır. Mahallenin “abi”lerinin her zaman “adi”lere dönüşme olasılığı mevcuttur. Bu da siyasi meşruiyetin her daim yeniden ve sivil toplum içinden dayanışmacı bir kültür ile üretilmesine dayanan kurucu bir siyaset düşüncesini temel alır.

 

[email protected]