Mahmud Derviş ile yârenliği kestik mi

Asım Öz / Yazar
11.08.2018

Hafızayı ve ümidi canlı tutan Mahmud Derviş’in seküler çevrelerin dayanışma ruhuna rağmen, edebiyat kanonuna dâhil olamaması kanon oluşturma ve sürdürmenin ideolojik boyutu yanında aşılması güç birtakım zorlukların tespit edilmesine imkân tanır. Kitaplar ne kadar güzel, bunlar nitelikli şekilde çevriliyor olsa da yaygınlaşma veya okuma kültürünün ayrılmaz parçasını oluşturma anlamında kalıcılık sağlanamıyor.


Mahmud Derviş ile yârenliği kestik mi

Türkiye’de yayın çeşitliliği artsa da, kitapların dolaşımı ile teşekkül eden edebiyat kültürümüzde çağdaş Arap edebiyatı veya İran edebiyatından bir romanın, bir öykü veya şiir kitabının unutulmaması ender görülür. Var olan dünya edebiyatı kanonunu destekleyenler bir yana, bunu “devirmek” ya da en azından genişleterek daha çoğulcu bir duruma getirmek isteyenlerin gayretine rağmen tuhaf edebi döngü bir türlü değişmedi.

İnsanların, sadece estetik değer üzerinden biçimlendiği sanılan okuma faaliyetlerini dikkate aldığımızda Afrika’dan Pakistan’a post-kolonyal edebiyatçılar için de benzer bir durumdan bahsedilebilir. Onca yazar arasından Tevfik El-Hâkim, Necip Mahfuz, Cemal Gitani, Abdurrahman Münif, Gassan Hanafani, Tayyip Salih, Celâl Âl-i Ahmed, Simin Danışver, Muhammed Muhammedali, Sadık Hidayet, Bozorg Alevi, Mustafa Mestur, İntizar Hüseyin ile Abdulrazak Gurnah gibi isimler ilk etapta anılabilir. Elbette buradaki yazar seçimleri keyfi yahut münferit olmayıp öteden beri Türkiye’deki çeşitli fikri cereyanlar tarafından bir şekilde değerli bulunduğundan temsil güçleri yüksek örnekler oldukları için seçilmişlerdir. Bunlara Mustafa Lütfî el-Menfalûtî,  Gulam Hüseyin Sâedi gibi başka isimler de eklenebilir. Peki, hemen her biri hakkında akademik ve popüler nitelikli metinler üretilen bu yazarların aynı ölçüde yaygın bir okuyucuya ulaşabildiği söylenebilir mi? Buna olumlu cevap vermek imkânsızdır; bazı isimler ilk bakışta tam tersi bir izlenim yaratmış olsa da durum üzücüdür. Sayıların esrarına kapılarak durmadan okunması zorunlu/gereken kitaplar listesi yayımlayan dergilerin dünya edebiyatıyla ilişkisi yerleşik durumu perçinlemekte.

Kültürel yatkınlıklar 

Her dönemde edebiyat zevkindeki bazı dönüşümlerle, belli eserlerin öne çıktığı ve bunların temsil ettikleri türlerin yeniden değerlendirmeye tâbi tutulduğu biliniyor. Günümüzde roman ve öykünün öne çıkışından hareketle, kanon tartışmalarında bu türler üstünde daha çok konuşulması tabii karşılanabilir. Bu başarıya veya yüceltiye karşın ne Mustafa Mestur ne Abdulrazak Gurnah bırakın kurgunun önde gelen yazarları arasına yerleşmeyi “geçici kanon”a bile tutunamıyor. Bunun niçin böyle olduğu merak edilirse kanonu biçimlendiren gelişmelere yakından bakılması icap eder. Hem doğrusu “Yüceliğin maddi ve siyasi güçle ilişkisinin” bitmediğini ve bitmeyeceğini konuşmak için bundan daha iyi bir başlangıç da olamaz. Kültürel yatkınlıkların yeniden gözden geçirilmeye başlandığı bir vasatta çocukluklarından itibaren fanatik okurlukları belli olan ve “Artık roman bize daha fazla yaklaşıyor” diyenlerin eskisiyle yenisiyle Batı kanonu dışında herhangi bir edebiyatçının adını anmaması maruz kalınan durumun boyutlarını göstermek için yeter de artar. Ayrıcalıklıların ruhani amaçlarına dolaylı yoldan hizmet eden silsile de bununla bağlantılıdır. Herhalde bunun sadece “estetik yetersizlikle”, “güçsüz yetenekle” yahut başkalarını savunmanın en alık yolu “özgünlüğün keskin hüneri” ile izahı mümkün olmaz.  Hiç şüphesiz kanon tartışması, çok yönlü, çok boyutlu, karmaşık ve zor bir mesele… Eğitim kurumlarında okutulmak üzere seçilen çocuklar için edebiyat kategorisindeki bir iki metne rağmen hakiki sorular hâlâ cevaplanmayı bekliyor. Öteden beri kitapları yayımlandığı halde bir türlü okuma kültürüne yerleşemeyen bu yazarlar üzerinden öncelikle şu sorulmalı: Bir yazarı ya da eseri kanonik yapan şey nedir? Acaba “her güçlü edebi özgünlük kanonlaşır” mı? “Müslümanlık”, “Araplık”, “yabancılık” ve “ötekilik” kategorileri edebiyatın da sürgün konuma mahkûm edilmesini beraberinde getirir mi? Açıktır ki, bu türden bir soruşturma belli yatkınlıkların temeline doğru inme imkânı da sunacaktır.

Vefatının onuncu sene-i devriyesine doğru yeni ve nitelikli tercümelerle okurlarla buluşmaya devam eden Filistin direniş edebiyatının yahut şiirinin merkezî figürlerinden Mahmud Derviş (1941-2008) imzalı kitapların niçin ilgi görmediğini bu bağlamda ele alıp tartışmak yararlı olabilir. Hâlbuki Türkiye’de öteden beri Filistin edebiyatı nerdeyse tümüyle şiirle temsil edilir. Kendisinin sosyalist düşünceye yakın olması hasebiyle 1970’lerdeki enternasyonal sempatinin tezahürü kötü çevirilerden itibaren şiirleri ve kitapları hemen her kesim tarafından coşkuyla karşılanan Mahmud Derviş’e dair repertuar ise oldukça sınırlıdır.  Şüphesiz bunda onun şiir yazdığı dile aşina olmamanın getirdiği sorunlar bariz bir şekilde etkilidir.

Hafızayı ve ümidi canlı tutan Mahmud Derviş’in seküler çevrelerin dayanışma ruhuna rağmen, edebiyat kanonuna dâhil olamaması kanon oluşturma ve sürdürmenin ideolojik boyutu yanında aşılması güç birtakım zorlukların tespit edilmesine imkân tanır. Kitaplar ne kadar güzel, bunlar nitelikli şekilde çevriliyor olsa da, yaygınlaşma veya okuma kültürünün ayrılmaz parçasını oluşturma anlamında kalıcılık sağlanamıyor. Belli eserler ve yazarlar daha evvelki yatkınlıkların tetiklediği her zaman bilinirlik avantajıyla bir adım önde olmaya devam ediyor. Varlıklarını sürdürmek için birbiriyle mücadele eden metinler arasında bir seçimi yansıtan kanon, özünde dini bir terimdir fakat günümüzde daha çok edebiyat metinlerinin seçimi bağlamında gündeme gelmektedir. Harold Bloom, çağların ekolleriyle kitaplarını ele aldığı Batı Kanonu (2014) kitabında, söz konusu seçimin baskın sosyal gruplar, eğitim kurumları, eleştiri gelenekleri ve sonradan gelen yazarların kendilerini belirli ata figürlerince seçilmiş olarak görmeleriyle ortaya çıktığını ileri sürer. Bloom’un saydığı etkiler çerçevesinde Mahmud Derviş’in Türkiye’deki serencamı ayrıca ele alınıp tartışılabilir.

Arap Edebiyatından yaptığı nitelikli çevirilerle bilinen Mehmet Hakkı Suçin, Atı Neden Yalnız Bıraktın (2017) kitabında yer alan harika sunuşunun sonunda “Mahmud Derviş’in henüz yayımlanmamış diğer kitaplarının da şairin şiirine ve hatırasına yaraşır yeni çevirilerle Türkçeye kazandırılması dileğimizdir” diyordu. Keşke bu mümkün olabilse… Türlerin hareketini nazarı itibara aldığımızda, günümüzde kurmaca yazarlarının öne çıkışının da etkisiyle Mahmud Derviş’in kitapları Filistin’deki işgalin dramatik hızına bağlı olan gelgeç ilgi bir yana büsbütün olmasa da önemli ölçüde geri plana düşmüş vaziyette. Derviş’in otobiyografik kategoride değerlendirebileceğimiz temsil kabiliyeti yüksek iki kitabı; Bu Şiirin Bitmesini İstemiyorum (2016), Atı Neden Yalnız Bıraktın (2017)  bu yüzden pek ilgi görmedi. Bu önemli bir gösterge, çünkü Derviş, Adonis gibi başka söylemlere sürüklenmemesinden dolayı Türkiye’deki okurlar nezdinde farklı bir yeri olan “eski toprak” bir şairdi.

Derviş’in şiir güzergâhı

Günümüzün birçok okuyucusu için Mahmud Derviş, haklı olarak Filistin mücadelesinin ödünsüz isimlerindendir; dostu Edward Said, Nizar Kabbani e başka simalarla bir arada anılması doğrudan doğruya 1960 sonrasındaki gelişmelerle bağlantılıdır. Bu çerçevede, Selahattin Yıldırım’ın yıllar evvel Derviş’le yaptığı ve Birikim’de (2018, sayı:351) yayımlanan söyleşisi dikkatli bir biçimde okunmayı hak ediyor. Zira şairin hayatının akışı içinde işgale, şiire, tasavvufa, şairlere, sürgünlüğe, Edward Said’e, ölüme, siyasete ve aydınlara dahası İstanbul’a bakışını anlamayı sağlıyor. 

Mahmud Derviş’in özgünlüğü şiirini sürekli geliştirme ve yenileme azmiyle alakalıdır. Suriyeli eleştirmen Subhi Hadidi, Derviş’in şiir serüvenini Kanatsız Kuşlar (1960) adlı ilk kitabından itibaren ele alır. Buna göre Derviş, ilk kitabındaki klasik Arap ve çağdaş romantik şiiri çağrıştıran eğilimini 1964’te yayımladığı Zeytin Yaprakları ile terk etmiştir. Aslında sanatta yenilik, modern zamanlarda tüm şairlerde çeşitli biçimlerini görebileceğimiz bir değişikliktir. Tanzimat sonrasında Namık Kemal şiirinin biçimde ve dilde bariz bir biçimde başkalaşması yahut Mehmet Akif’in Meşrutiyet’ten sonraki edebi kimliğindeki dönüşüm hatırlanabilir. Tıpkı bunun gibi Derviş şiiri de daha ideolojik ve halkçı bir kimliğe bürünür. Şairin hayatıyla şiirini birlikte ele alan Mehmet Hakkı Suçin, Türkiye’de 1970’lerin ikinci yarısından itibaren bilinir olan “Kimlik Kartı” şiirini buna örnek gösterir: “Kayda geçir!/ Ben bir Arabım/ Kimlik numaram elli bin/ Çocuklarım sekiz/ Dokuzuncusu yolda bu yaz sonunda/ Kızıyor musun?”

“Kimlik Kartı” şiiri, dönemin Filistin’i ile o kadar bütünleşir ki, insanlar Mahmud Derviş artık nereye giderse gitsin ondan bu şiiri okumasını isterler. Nitekim Türkiye’de de Derviş daha çok bu şiiriyle hatırlanır. Edward Said’in deyimiyle, Derviş ‘direniş şairlerinin” ilklerinden olduğu için Filistin kimliğini, mücadelesinin temalarını ve kurtuluş için yapılması gerekenleri dillendirmişti. Ne var ki ilerleyen yıllarda Derviş, şiirlerinde Filistin kimliğine yaptığı vurguyu giderek arttırsa da sadece bu şiirle anılmaktan sıkılacaktır. Çünkü onun için direnmek bir şeyle illa sürgit kavgaya tutuşmak değildir; aynı zamanda paylaşmak ve adil olmaktır. Şair haklı bir davayı müdafaa etse de, o da diğer insanlar gibi yenilginin ve kaybın acısını çeker.

Ancak burada asıl önemli nokta şudur: Derviş’in şiirini, iç kırılmalarını ve geriye dönüşlerini bizim tümüyle anlamlandırabilmemiz mümkün değil. Çünkü dinamik bir istikrarsızlık sürecinin fikri emarelerine maruz kalmanın trajedisi söz konusu…  Muhammed İkbal’in gönderdiği Peyâm-ıMaşrık’ını iki kere okuyup beğendiğini söyleyen Mehmet Akif gibi ikisi Arapça ve Farsça olan üç dili herkesten iyi bilen şairlerimiz yok. Şunu da ekleyelim; tüm bunlara rağmen Derviş’i, tercüme edildiği kadarıyla tanımanın güzel olmadığı söylenemez. Bu bağlamda Lütfullah Göktaş’ın, Derviş’in sekiz şiir kitabından seçtiği şiirlerden oluşan Biz Kaybettik Aşk da kazanmadı (2008) derlemesi onu yeniden gündeme almak bakımından iyi bir fırsat.

Kanonik tuhaflık

Her ne kadar Mahmut Derviş, “Ortalıkta, ışık altında, sahnede bulunmayı görevin getirdiği zorunluluklar dışında, sevmeyen biriyim. Tenhayı, gölgeyi tercih ederim. Orada rahat ederim. Varlığımla yokluğumun iç içe olduğunu düşünüyorum” dese de kanon tartışmasını Arap Edebiyatından yapılan çevirilerden başlayarak sürdürmek lazım. Günden güne aşırı kalabalıklaşan ama bu haliyle de Malthus’un bahsettiği türden bir doygunluğa ulaşmayan edebiyat yayıncılığında Arap ve İran edebiyatlarından da çeviriler yapılıyor. Durumu idealize edecek ölçüde olmasa da son bir yıl içinde epey kitap çıktı. Maalesef işin gerçeği şu ki, tüm kitapları hatmedecek vakti olmayan okurlara aracılık eden yayın organlarında bile bu kitaplardan pek bahsedilmiyor. Aslında iyi ve derinden okuma tutkusunu biçimlendiren şey çocukluk yıllarıyla doğrudan bağlantılı. Ne var ki eğitim kurumlarımızda okutulmak üzere seçilen birkaç ufarak çocuk kitabının dışında Arap ve İran Edebiyatlarından hiçbir şey yok. Hemen her şeyin parçalandığı bir zaman diliminde harareti yükselir gibi olan sahte kültür savaşları üzerinden verilen ahlak dersleri de var olan akışı etkilemekten uzak.  Zira zorlama boyutu olsun olmasın yerleşik kanon üstüne kurulmuş bir eğitim anlayışı idealimiz olmaya devam ediyor. Gelin en başa dönerek bir sonuca varalım: Dünya edebiyatını öğretme sürecinde, öğrencileri yazarlarla/eserlerle buluşturacak dahası ümidi kurumsallaştıracak adımlar da atılmalı.  Zira ortalama bir ömür Batı edebiyatı bir yana, Batı dışı dünyadan seçilen büyük yazarları bile okumaya yetmeyecektir. Bu yüzden “kanonu açma” diye tasvir edilen çaba lüzumsuz değildir. Ne diyordu Mahmud Derviş, baba ile oğul arasındaki konuşmayı anlattığı “Kaktüsün Sonsuzluğu” adlı şiirinde: “Atı neden yalnız bıraktın?/ Eve yârenlik etsin diye evladım/ Zira evler ölür terk ederlerse sakinleri” Türkçedeki yârenliğin devam edip etmeyeceği ise büyük ölçüde kültürel alandaki girişimlere bağlı. 

[email protected]