‘Malay asıllı Güney Afrikalı bir siyah dostum var’

Ahmet Demirhan / Yazar
31.10.2015

Murat Belge “Geleneksel Kemalist güçler partiyi kapatmanın eşiğine kadar geldiler. Bu hengâmede ben sürekli destekledim AKP iktidarını” veya “Gezi’den itibaren, malûm, külâhları değiştirdik” ya da “Sakallı Celâl esprisiyle doğuya giden gemide batıya sıçrayarak mı varacağız demokrasiye?... Ada’ya gitmek istiyorsan Ada vapuruna bineceksin, Bakırköy vapuruna değil” gibi cümlelerinin bir analiz gücü olduğuna inanır. Başının üstünde hep ama hep samimi, ancak hep ama hep nesnel, hep ama hep teorik bir ‘hale’ taşıdığından olacak!


‘Malay asıllı Güney Afrikalı bir siyah dostum var’

Murat Belge, 20 Aralık 2011’de Taraf’taki köşesinde, “Christopher Hitchens” başlıklı bir yazı yazdı. O tarihlerde 62 yaşında ölen Hitchens için ‘anma yazısı’ydı bu. Belge’nin, şahsen tanıdığı Hitchens için bir yazı yazmasında sorun yoktu elbette; sorun, gençliğinde hızlı bir solcuyken hayatının son çeyreğinde neo-con bir ‘dünya’ tasavvuruna savrulmuş birisini nasıl gördüğündeydi. Daha çok da Belge’nin, Hitchens’i Terry Eagleton’la kıyaslamasındaydı.

Bu kıyaslamanın arkasında, Hitchens ile Eagleton arasında ‘Tanrı’ konusunda yaşanan tartışmalar vardı. Kabaca ifade etmek gerekirse, Hitchens, neo-con bir dünya tasavvuruna savrulmasının neticesi olarak, sadece İslam için değil, genel olarak bütün dinler için, Tanzimat sonrası birçok kesimde ve Cumhuriyet’in ilk elitlerinde örneğini çok gördüğümüz vülger matertalizmin 21 yy. versiyonunu sunmaktan öte bir anlamı olmayan bir tavır geliştirmişti. Bu tavır, sadece aslında zengin bir ‘seküler teoloji’si olan sol gelenek için değil (Benjamin’i, hatta Althusser’i düşünün mesela), genel olarak ‘dinsel olanın geri dönüşü’ ekseninde yaşanan ‘din’, ‘toplum’, ‘sekülerleşme’ türünden tartışmaların tepesine bir balyoz gibi inmeye çalıştığından geniş bir entelektüel gelenek için de oldukça ‘gerici’ ve hatta ‘yobazca’ bir tavırdı. Gücünü Bush sonrası neo-con polemikselliğinden almasa, dönük bakılmayacak; İslam konusunda görüşleri de, Batılı olağan popülasyonun algısını harekete geçirmeye çalışmaktan başka bir işlevi olmadığından, cehaleti nedeniyle gülüp geçilecek de bir tavırdı. Ancak Bush sonrasının ortaya çıkardığı ‘nimet’lerden olabildiğinde yararlandığından, elbette bir karşılık da buluyordu.

Eagleton ise sadece Hitchens’in değil, aynı şekilde vülger bir metaryalizme yaslanarak ‘din’ ve ‘tanrı’ polemiği geliştiren Richard Dawkins’i de hedef alarak, Reason, Faith and Revolution adında bir kitapla, bu vülgerliğe cevap vermeye çalışmıştı. Belge, Hitchens’ı ‘anma yazısı’nda, onun dini hedef alan polemiklerini okumadığını; ancak Eagleton’ın kitabını okuduğunu belirterek, “onu [Eagleton’ı] bir ‘Althusser’ci’ Marksist olarak (ilk kitapları öyleydi) tanıdığım için, bu kitabındaki Hıristiyanlık savunması da bana biraz tuhaf göründü. ‘Aynı yerdeyim’ demesine rağmen, sanki onun durduğu yer de biraz değişmiş gibi geldi” diyordu.

Oysa Eagleton’ın kitabını ben de okudum. Belge’nin ‘tuhaf’ gördüğü bu kitap, aksine, çok ‘ilginç’ bir çalışma olarak göründü gözüme. Bunun bir nedeni, Belge’nin de çevirmeni olduğu Joyce’un, denebilirse, edebiyatçı değil, entelektüel bir versiyonuyla karşı karşıya olduğumu düşünmemdi. Eagleton, şimdilerde çokça gündemimizde olan Badiou, Agamben, Derrida veya Nancy’nin, hatta Zizek’in (maalesef bizim entelektüel ortamımızda es geçilen) ‘din’ savunularını, hatta ‘din’den esinlenerek ve harmanlanarak düşüncelerinin bir parçası kılınmış kavram ya da nosyonları, teorisinin bir parçası kılmadan, ancak bunları bir yandan bir biçimde kendi hayatıyla ilişkilendirerek ve bir yandan da ‘din’ ya da ‘tanrı’ konusunun niye çokça konuşulan bir ‘kültür sorunu’ haline geldiğini sorgulayarak anlamaya çalışıyordu. Hatta lafazanlıklarla örülü ve saldırgan bir ‘ateizm’ yerine özellikle “ölüm, acı, aşk, kendini yoksunlaştırma ve benzeri” can alıcı hususlara daha derin cevaplar arayan bir tutum takınılması gerektiğini iddia ediyordu. (Birikim dergisinin bir arayıştan ziyade mevzi kazanma çabasına dönüşen, dolayısıyla ‘ilahiyat’tan başka herşeyin tartışıldığı’sol ilahiyat’ tartışmalarında, örneğin arada kaynayıp giden Tuncay Birkan’ın da talip olduğu zor bir arayıştı bu.) Bence, çok da saygın bir tavırdı.

Murat Belge tuhaflığı

Ancak Belge, bu ikili arasındaki polemikten hiçbir şey anlamadığı gibi, sanki biraz Eagleton’a karşı Hitchens’ın safını tutan bir tutum takınıyordu. Eagleton, Hristiyanlığı savunacak kadar ‘değişmiş’ iken, Marksizm’den Bush’un politikalarını savunacak kadar neo-con’ların çizgisine kayan Hitchens, ‘karakter’ sahibiydi: “son yıllarında çoğumuzu çok kızdıran şeyler de yapmıştı. Ama bir ‘karakter’di” diye yazdı Belge Hitchens için. Dolayısıyla, vülger olanı, sırf bir anlamda kültürel bir ‘din’ savunusu yaptığı için daha teorik olana tercih ettiğini belli etti.

Öte yandan, geleneksel Katolik bir ailede doğduğunu söyleyen Eagleton’ın aksine, Hitchens’ın ‘din’le canlı ilişkisinin ne olduğunu polemiklerinden öğrenemeyiz. Ancak Hitch-22 adını verdiği anılarında, Baptist olan bir baba ile Hitchens’in ancak trajik ölümünden sonra öğrenebildiği Yahudiliğini ömür boyu saklayan bir anneden doğduğunu öğreniriz. ‘Kumandan’ dediği babasının Britanya Deniz Kuvvetleri’ndeki görevi nedeniyle taşrada da görev yapması esnasında ‘sıkılan’, dolayısıyla daha canlı bir hayatı özlediğinden tipik Bovarizm özellikleri taşıyan anne, Hitchens’ı “büyük adam olacak” mantığıyla yetiştirmiş; sıkıntısını da, kocasını terkedip eski bir rahiple yaşamaya başlayarak gidermeye çalışmış; Atina’da bu eski rahiple birlikte intihar ederek hayatını sonlandırmış birisiydi. Hitchens, kendisi üzerinde büyük bir etkisi olduğunu saklamadığı annesinin Yahudiliğini öğrendikten sonra, ciddiyeti meçhul bir şekilde, Yahudi olduğunu kabullenmiş gibi görünmekteydi. Bu nedenle genel olarak Yahudiliği nasıl kavradığı, kendi Yahudiliğini nasıl algıladığı konusunda bir yığın lehte ve aleyhte çalışma bulabiliriz.

Yine de sorun, Hitchens’ın Yahudi olması değildir. Yahudi olduğunu öğrendikten sonra, hayatındaki bir çok şeyi artık daha iyi anlamlandırabildiğini söylemesi de değildir. Sorun, Belge’nin, Hitchens-Eagleton polemiğinden, hiçbir şey anlamamış olması; buna rağmen, ikili arasındaki polemik karşısında ‘keyfi’ bir tavır takınarak değer yüklü yargılarda bulunabilmesidir.

Dolayısıyla, sorumuz şu: Belge’nin 2011’de yazdığı bir yazıdan bugün, içinde bulunduğumuz ortama dair söylediklerini anlamlandırabileceğimiz bir takım veriler bulabilir miyiz? Elbette, ve zaten bu yazı da bunun için yazıldı. Ve Belge’nin bağlamına, nesnel şartlarına, neyin niye ifade edildiğine bakmaksızın, kendince, keyfince ve kolayca hayli değer yüklü yargılarda bulunduğunu iddia etmek dışında, başka amaçları da var:

Örneğin, ciddi bir akademik makalede, özellikle yirmibirinci yüzyılda Batı toplumlarının nasıl ‘siyasal teoloji’ (bir tür toplumsal ve siyasal Katoliklik) ile ‘post-seküler toplum’ (bir tür kültürel ve toplumsal Protestanlık artı Batı Yahudi geleneği veya “Yahudi-Hristiyan Batı medeniyeti” söylemi) arasında bir çeşit kültürel bir kavga (denebilse, bir ‘kutuplaşma’) yaşadığı ve entelektüel alemin de, Zizek’inden Badiou’suna, Taylor’ından Habermas’ına, Mouffe’sinden Agamben’ine,en solcusundan en muhafazarına kadar, bu kavgada nasıl bir saf tuttuğu incelenebilir; ama bunun Belge için ne anlamı olacaktır, ne de aslında tuttuğu safın neresi olduğunu anlamlandırabilmemize yardım edecektir.

Ayrıca, Belge’nin özellikle uluslararası arenada tanınmış isimlerle ‘tanışıklık ilişkisi’ni kullanması (üzerini çizerek tekrar söyleyelim: bu isimlerle ‘ilişkisi’ değil, bu ‘ilişki’yi kamusal olarak kullanma biçimi), hayli sorunludur ve nesnelliği kavrayışıyla da alakalıdır. Çok uzatmamak adına, açılması gereken bu noktayı şöyle özetleyelim: Hitchens yazısında, ülkedeki tanıdıklarının öbür tarafa göçmelerine artık alıştığı bir yaşa geldiğini, ancak başka ülkelerden aldığı bu tür haberlere”hâlâ şok” olduğunu söyleyen ve”Paul Hirst bunların erken bir örneğiydi. Derken Fred Halliday, en yakın arkadaş olduğum oydu. Şimdi de Chris. Onunla ilişkim daha azdı” diyen Belge, Etyen Mahçupyan için yazdığı “Mahçupyan’ın Determinizmi” adlı polemikte de şu cümleye yer verdi: “Malay asıllı Güney Afrikalı bir siyah dostum, ‘İslâm’ın hep egemen olduğu toplumlarda demokrasi aradığında pek bir şey bulamıyorsun,’ demişti. ‘Ama muhalif kaldığı yerlerde demokratik bir kültür oluşturabiliyorlar’”.

İslam toplumlarında İslam’ın muhalefette kalmasının ne anlama geldiği gibi saçma bir mesele bir tarafa, cümlenin aslında, İslam konusundaki yargıdan ziyade, o “Malay asıllı Güney Afrikalı bir siyah dostu” mu vurguladığını düşünmeliyiz burada? Çünkü o dostu, Belge’nin yapmadığını yapmış ve literatürü takip etmiş;Arap Baharı’nın bastırılma biçimlerinden, özellikle Mısır’daki Sisi askeri darbesinden sonra bir tür apolojetiks halini alan bir kısım çalışmayı, bir cümleyle özetleyivermişti;ama yüzlerce çalışmadan sadece bir avuç kadardı bunlar ve bu tür tezlere karşı yazılmış bir dolu başka çalışma da vardı. Ama olsun, Belge’nin “Malay asıllı Güney Afrikalı bir siyah dostu” vardı!

Dil sorunu

Belge’nin bu keyfiliği ve ‘öznelliği’ ile ‘dil’i arasında da bir ilişki elbette kurulabilir ve zaten ‘tanışıklıkları’nı kamusal olarak kullanmasını da sorunlu yapan nokta burası: Batı toplumlarında ‘din’ konusunda yaşanan ciddi bir tartışmayı “ilişkim daha azdı” dediği “Chris”in acaipliklerine, aslında değişmeyen Eagleton’ın da değişmişliğine bağlayarak bir kalemde geçen bu “dil”, tıpkı Hitchens’ın gücünü Bush-sonrası ortamdan alan vülger polemikleri gibi, inandırıcılığını bir ‘samimiyet’ talebinden devşirmeye çalışmakta. Ancak samimiyetini, örneğin konu edindiği nesnesini kendine mal etmeye namzet olan bir Eagleton’ınkinin aksine, kendi nesnelliğinde değil, başının üstünde bir hale gibi taşıdığını göstererek talep etmekte.Onun için çoğu zaman olabildiğince hoyrattır. Hatta Belge’nin tekrar edildiğinde insanda keyifli bir tebessüm hissi doğuran ifadesiyle, “Malay asıllı Güney Afrikalı bir siyah dostu”nun cümlelerine bir Mahçupyan çeşnisi katarak yeniden ifade edersek, “İslâm’ın hep egemen olduğu toplumlarda demokrasi aradığında pek bir şey bulamıyorsun. Ama bunun nedeni, hep ‘doğru’ davranılması beklenen ve aslında bir din olan İslam değildir; başka şeyler yanında, Belge gibilerinin gerçeklikle ilişkisidir de” denebilecek kadar hoyrattır bu ‘dil’; çünkü kendi sorumluluğunu taşımaz, hep erteler, öteler, oraya buraya atar ve ‘aslında ben...’ diye başlayan bir cümleyle bütün bunları izah ediverdiğini zanneder.

Onun için mesela “Geleneksel Kemalist güçler partiyi kapatmanın eşiğine kadar geldiler. Bu hengâmede ben sürekli destekledim AKP iktidarını” veya “Gezi’den itibaren, malûm, külâhları değiştirdik” ya da “Sakallı Celâl esprisiyle doğuya giden gemide batıya sıçrayarak mı varacağız demokrasiye?... Ada’ya gitmek istiyorsan Ada vapuruna bineceksin, Bakırköy vapuruna değil” gibi cümlelerinin bir analiz gücü olduğuna inanır. Başının üstünde hep ama hep samimi, ancak hep ama hep nesnel, hep ama hep teorik bir ‘hale’ taşıdığından olacak! Demokratikleşme çabaları birden “hengame” olabilir mesela; “külâhları değiştirdik”le muhalifliğini dile getirebilir. Türkiye’nin toplumsal macerası “Sakallı Celal esprisi”yle veya “Ada vapuru” benzetmesiyle izah edilebilir. Keyfi, hoyrat ve iletişime kapalı, sadece kendini kendince ifade etmeye açık bir ‘dil’dir bu. (Elbette, Belge’nin daha teorik yazılarını es geçiyor değiliz. Ancak bir örnek vererek bunların da benzer bir şeylerden muzdarip olduğunu gösterebiliriz: Belge, Birikim’in Ekim 2015 sayısında “Nazım Hikmet Üstüne” yazdı. Yazının baş tarafları, ancak 1930’larda filan yazılmış olsa dikkate alınabilecek kadar bayağı genellemelerle, bugün edebiyat eleştirisinde hayli derinleşmiş Tanzimat dönemi yorumlarının çok uzağında kalmış gözlemlerle dolu; bunun yanında, Namık Kemal’in “Git Vatan, Kabe’de siyaha bürün!” dizesiyle “vatan”ı “dişi, ama çarşaflı” bir dişi yaptığını iddia edebiliyor Belge. Oysa en başta Tanpınar, Namık Kemal’deki ‘kadın imge’sinin nasıl ve neye dayanarak dönüştüğünü, onun düşüncesiyle de bağlantılı olarak çok önceden göstermişti. Belge’nin Tanpınar ve sonrasında bu ‘imge’nin nasıl değerlendirdiğini bilmemesi elbette bir kusur değil; ancak bu ‘imge’nin “Kabe’de siyaha bürün!” dizesiyle hiçbir alakası yok. Çünkü Kabe’nin örtüsü, ‘vatan’ onu bürünse de bürünmese de, zaten ‘siyah’. Hitchens’ı bilmem ama Eagleton, bu veriyi dikkate alırdı.)

Erdoğan’dan, dilinden, tavrından vesaire şikayet etmesine rağmen, tam da şikayet ettiğini alabildiğince kullanan bu ‘hoyrat’ dil, nedensiz de değil. Belge, kendisiyle birlikte bir demokratikleşme mücadelesine girilmesi konusunda güven vermediğini, herşeyiyle, apaçık dile getiriyor aslında. Ve aslında, ‘dil’i de bir tercihi gösteriyor: ‘layüsellik’ iddiası içeren bir tercihi.

Dolayısıyla, Ne Hitchens ne de Eagleton, Belge için yazılan bu yazı da,bu nedenle, sessizlikle, sükutla karşılanacak.Nedeni gayet açık; değil mi?

[email protected]