Malazgirt Zaferi'nin duacısı

Prof. Dr. Haşim Şahin / Sakarya Üniversitesi
21.08.2020


Malazgirt Zaferi'nin duacısı

1071 yılının 26 Ağustos’unda Sultan Alp Arslan’ın kazandığı Malazgirt Zaferi hiç şüphesiz Türk tarihinin en önemli dönüm noktalarından birisidir. Sonuçları itibarıyla bilhassa Anadolu’da ciddi nüfus değişimlerinin yaşandığı, Küçük Asya’nın Türk yurdu haline geldiği bu savaşın kazanılmasında sultanın dehası ve kararlı duruşunun yanı sıra askerlerin cesareti ile âlimlerin manevi desteği de etkili olmuştu.

Ümmetin duası seninle

Ülkemizde son yıllarda coşkulu kutlamalarla anılan, konunun yıldan yıla daha da popüler hale gelmesi neticesinde ülkemizde ve dünyadaki tarihçiler tarafından Selçukluların âdeta yeniden keşfedilmesine neden olan bu savaş, gerçekten büyük bir özveriyle kazanılmıştı. İki ordu karşı karşıya geldiği sırada, kendi ordusunun azlığından endişeye kapılıp, yüzünde üzüntü beliren Sultan Alp Arslan’ın yanına bir âlim sokularak, bütün İslam ümmetinin dualarının onunla olduğunu söyleyip Sultan’ı kalabalık Bizans ordusu karşısında cesaretlendirmişti. Peki bu âlim kimdi? Malazgirt Savaşı öncesinde ve savaş sırasında Sultan Alp Arslan üzerindeki etkisi neydi? Sultan neden ona bu kadar itibar ediyordu?

Selçuklular, Malazgirt Savaşı’ndan çok daha önceki tarihlerde, Tuğrul Bey devrinden itibaren planlı bir şekilde Anadolu’ya güçlü bir Türkmen akını başlatmışlar, daha önce başlarına buyruk hareket eden Türkmen emirlerinin elde ettiği başarılarını daha sistematik hale getirmişlerdi. 1048’de Kutalmış ve İbrahim Yinal’ın müştereken kazandıkları Hasankale Savaşı Bizans Devleti’ne karşı kazanılan ilk büyük zafer, bir anlamda Malazgirt’in ön provası gibiydi. Alp Arslan’ın, Selçukluların başına geçtiği sırada Afşin, Gümüştegin, Ahmedşah, Sanduk, Türkman, Demleçoğlu Mehmed, Duduoğlu, Serhengoğlu, Arslantaş gibi Türkmen emirleri Selçuklular adına Bizans topraklarına yağma akınları düzenliyorlardı.

Selçuklu baskısı

IV. Romanos Diogenes’in Bizans tahtına çıktığında karşılaştığı en büyük problem günden güne artan bu Selçuklu baskısı idi. İmparator, Anadolu’daki Türk ilerleyişine son vermeye kararlıydı. Bilhassa Afşin Bey’in elde ettiği başarılar üzerine Selçukluları Anadolu’dan atma gayretlerine hız vermiş, Oğuz ve Peçenek Türkleri, Frank, Alman, Norman ve İskandinav paralı askerlerinden meydana gelen güçlü bir ordu kurmuştu. Bu şekilde gücünü pekiştiren Diogenes, sefere çıkarak Kayseri, Sivas, Divriği, Malatya ve Toroslar hattını güvence altına aldıktan sonra, 1068 yılında Türkmenlerin yoğun olduğu Suriye’ye girerek Menbic’i ele geçirdi. Ancak Afşin Bey’in Anadolu içlerine yaptığı saldırıyı haber alıp, üstelik askerleri arasında veba salgını nedeniyle ciddi ölümler yaşanınca İstanbul’a geri dönmek sorunda kaldı. 1070 yılında Manuel Komnenos Selçuklular üzerine gönderildi ise de başarısız oldu. Romanos Diogenes, 13 Mart 1071’de kesin netice almak gayesiyle, kalabalık bir orduyla harekete geçti.

Selçuklu cephesinde ise, Bizans Devleti ile yapılacak bir savaş belli ki planlanmıyordu. Bu yüzden olsa gerek, Sultan Alp Arslan, İmparatorun 1068 ve 1069 yıllarında yaptığı seferlere herhangi bir tepki vermemişti. Onun öncelikli hedefi Mısır’ı kontrol altına alıp Fatımi halifeliğinin siyasi varlığına son vermekti. Hazırlıklarını büyük oranda bu hedef için yapmaktaydı. Ona Mısır’a yürüme fırsatını ise Mısır’da yönetimi ele geçiren Hamdani emiri Nâsıruddevle Ebû Câfer b. Hamdan’ın yaptığı davet verdi. Nâsiruddevle, iktidarı ele geçirdiği sırada Mısır’daki emirlerle anlaşmazlık yaşayınca, Sultana elçi gönderip yardım talep etmiş, bu yardım karşılığında hutbeyi Şii halife adına değil de Sünni halife adına okutmayı vadetmişti. Aldığı davet üzerine büyük bir orduyla Mısır’a doğru yola çıkan Sultan, Malazgirt ve Erciş kalelerini aldıktan sonra 1070 yılının sonlarına doğru Urfa’ya geldi. İki ay boyunca direnen Urfa kuşatmasını elli bin dinar karşılığında kaldırıp Mirdasiler’in elindeki Halep’e yöneldi. Halep’i kuşattığı sırada İmparator Romanos Diogenes’in kalabalık bir orduyla Doğu Anadolu’ya geldiğini haber aldı. Şam’a hareket edeceği sırada Bizans elçisi Sultan’ın huzuruna çıktı. Elçi ile yapılan görüşme Bizans’ın kendinden çok emin olduğunu, barışın pek mümkün gözükmediğini ortaya koyuyordu. Bu nedenle, Diogenes’in niyetini öğrenir öğrenmez, hızlı hareket edebilmek maksadıyla, ordunun bir kısmını Şam’ı fetih için bırakıp, yanında sadece hassa birlikleri olduğu halde hızla Musul’a doğru hareket etti. Ordudaki yaşlıları terhis etti. Bu arada, muhtemelen zaman kazanmak amacıyla, İmparator’a barış teklifi yaptı ise de, onun “Barışı ancak Rey’de yaparız” cevabı üzerine Malazgirt’e doğru ilerledi. Diplomatik kanallar tıkanmış, Orta Çağ’ın en önemli ordularından ikisi Malazgirt’te savaş düzeni almışlardı. Arap kaynaklarının abartılı ifadelerine inanmak gerekirse, Malazgirt’e gelen Bizans ordusunun sayısı 200 bin hatta bir rivayete göre 600 bin kişiydi.

Bugüne kadar gölgede kalmış

Öncü kuvvetlerin savaşını Emir Sanduk liderliğindeki Selçuklular kazanmış olsa da Selçuklular açısından durum pek iç açıcı değildi. Sultan savaşı kazanma konusunda kararlıydı. Askerlerini bu amaçla teşvik ediyordu. Ancak yüzündeki tedirginlik her halinden seziliyordu. Onun bu kararsızlıklarını gidermek ise, yazımızın konusu olan bir başka kahramana, bugüne kadar gölgede kalmış olmakla birlikte savaşın kazanılmasında yaptığı hamlelerle kritik rol üstlenmiş bir âlime, Sultan Alp Arslan’ın fakihi Ebû Nasr Muhammed b. Abdülmelik el-Buhârî el-Hanefi’ye düşecekti.

Ebû Nasr Muhammed, İslamiyet’in erken dönemlerinden beri dinin kitâbî boyutunun anlaşılıp yayılmasında önemli görevler üstlenmiş, din bilgini olan pek çok fakihten birisiydi. Fakih unvanı taşıyan âlimler, camilerde, zaviyelerde, sultanların yanında dinî konularda danışılan kimselerdi. Derin bilgileri ve güvenilir kişilikleri nedeniyle elçilik görevi çoğu defa onlara verilirdi. Bir devlet İslâmiyet’i kabul ettiği zaman ona İslam dini anlatma, kural ve kaidelerini öğretme görevi fakihler tarafından gerçekleştirilirdi. Pek çoğu devrin köklü medreselerinden yetişen, dini konularda ehliyet sahibi olan fakihler, savaşlarda, önemli kararların alınmasında sultanların en güvendikleri yardımcıları olma özelliğine de sahiplerdi. Bu yönleriyle siyasi iktidar nezdinde büyük itibar sahibi olurlardı. Fakihler savaş arifesinde hükümdarların ve askerlerinin moralini en üst seviyeye yükseltmek gibi bir görevi de üstleniyorlardı.

Fırat’ı geçen Türk

Ebû Nasr Muhammed, Sultan Alp Arslan’ın çok güvendiği, seferlerinde yanından ayırmadığı birisiydi. Sultan, onun ardında namaz kılar, tavsiyelerini dikkate alırdı. Sultan Alp Arslan Mısır’a doğru sefere çıktığında Ebû Nasr da yanındaydı. Sultan, 19 Ocak 1071’de Fırat’ı geçip, hayran kaldığı bir çayırlıkta ordugahını kurduğu sırada Ebû Nasr yanına gelerek: “Efendimiz, sana ihsan buyurduğu nimetten dolayı Yüce Allah’a şükret” diyerek tavsiyede bulunmuş; Sultan’ın şükredilmesi gereken nimetin ne olduğu sorusuna ise: “Bu ırmağı şimdiye dek köle olmayan hiçbir Türk hükümdarı geçmemiştir, bugün ancak siz geçtiniz” diyerek Alp Arslan’ın Türk tarihindeki müstesna yerini vurgulamış, moral ve motivasyonunu oldukça üst seviyeye çıkarmıştı. Bu güzel habere çok sevinen Alp Arslan emirlerini huzuruna çağırarak fakihten bu durumu onlara da bildirmesini rica etmiş ve ardından hep birlikte dua etmişlerdi. Ebû Nasr, aynı zamanda günden güne Şafi mezhebinin baskın olduğu Selçuklu topraklarında Hanefi mezhebinin Sultan nezdindeki en önemli temsilcilerinden birisiydi.

Bu şekilde Sultan Alp Arslan ile yakın ilişkiler kuran Fakih Ebû Nasr, Malazgirt Savaşı esnasında da sembol isimlerden birisi oldu. O, Malazgirt Savaşı öncesinde, hazırlıkların bir türlü tamamlanamaması nedeniyle üzüntüye kapılan sultanı teskin etmiş, moral ve motivasyonunu yükseltmişti. Ebû Nasr, Sultan’a; “Sen Allah’ın zafere ulaştıracağını ve diğer dinlere üstün kılacağını vaat ettiği bir din uğruna savaşıyorsun. Umarım Allah u Teâlâ bu fethi sana nasip edecektir. Cuma günü zeval vaktinden sonra hatiplerin minberde olduğu, mücahidler için Allah’a duada bulundukları ve duaların kabul edildiği saatte hücum et” diyerek tavsiyede bulunmuş, Sultan onun sözünü dinleyip Cuma vaktini beklemişti. Namaz vakti gelince Abbasi halifesinin gönderdiği hutbe okunmuş, ardından ilk hücum gerçekleşti. Fakih Ebû Nasr bu tavrıyla belki de yüzyıllar sonra İstanbul’un fethi sırasında Bayrâmî şeyhi Akşemseddin’in Fatih Sultan Mehmed nezdinde temsil edeceği misyonu, çok daha erken bir tarihte Malazgirt Savaşı’nda Sultan Alp Arslan nezdinde gerçekleştirmişti.

Bizans’ın zayıflığı anlaşıldı

Fakihinin söylediklerini itirazsız kabul eden Sultan Alp Arslan, etkileri yüzyıllarca devam edecek büyük bir zafer kazandı. Savaş sonrasında, kendisine meydan okuyan Romanos Diogenes esir edilmiş, bununla birlikte Sultan hasmını cezalandırmaktan ziyade affederek kendisine tabi kılmayı tercih etmişti. Ancak bu savaş, sultanın Bizans Devleti’nin içine düştüğü siyasi buhranı, çatışmaları, kalabalık gibi görünse de Bizans ordusunun nitelik bakımından hayli zayıf olduğunu anlamasını da sağlamıştı. Bu nedenle savaş sonrası Romanos Diogenes’in ölmesi ve artık yapılan anlaşmanın hükmünün kalmaması üzerine, emir ve komutanlarına Anadolu’ya ilerlemeleri ve yurt haline getirmeleri talimatını verdi. Sultan emirlerine: “Aslan yavruları olmalarını, bütün memleketleri kartallar gibi süratle geçmelerini emrettikten sonra, emirlerinden her kim Anadolu’da bir yer fethederse, fethedilen yerin fetheden emirin ve çocuklarının olacağı” müjdesini vererek fetihleri teşvik etti. Onun bu emrinden sonra kısa süre içerisinde Anadolu’nun muhtelif coğrafyalarında Saltuklu, Artuklu, Mengücekli, Türkiye Selçuklu ve Danişmendli beylikleri kuruldu.

Fakihler, Selçuklu sonrası dönemde Ebu Nasr Muhammed’inkine benzer bir görevler icra etmeye devam etmişlerdi. Mesela, Selahaddin Eyyûbî’nin amcası Şirkuh’un baş imamı ve aynı zamanda büyük bir diplomat olan Fakih Ziyâeddin İsâ tam da buna benzer bir görev üstlenmişti. Şirkuh, Mısır’da Haçlıların üzerine yürüdüğü sırada, Kahire’ye gelince Ziyâeddin İsâ’yı Haçlı reisi Amaury’e elçi olarak gönderip gelişini haber vermişti. Ziyâeddin İsâ, Şirkuh’un müşaviri ve baş imamı olduğu için siyasî bir nüfuza da sahipti. Bu nüfuzu sayesinde Şirkuh’tan sonra Selahaddin Eyyubî’nin komutan olmasında büyük pay sahibi olmuş, ilerleyen yıllarda Haçlılara karşı ordunun ön saflarında yer almıştı. Osmanlı Devleti’nin kuruluş döneminde bağımsızlık hutbesini okuyan, yazdığı eserleriyle uç toplumuna moral ve motivasyon telkin eden Dursun Fakih de Türk tarihinde adı öne çıkan bir diğer fakihti.

[email protected]