Mandela'nın mirası

Dr. Mehmet Özkan - SETA Dış Politika Araştırmacısı
14.12.2013

Irkçı rejimin taraftarlarını bile affeden Mandela, siyasal ve sosyo-ekonomik dinamiklerin değişmesini ikinci plana itmiş ve bir aidiyet ve kimlik oluşturmaya çalışmıştır. Bunu da özellikle katılımcı ve tolerans ilkesinde yaptığı için dışlayıcı değil içselleştirici bir yol izlemiştir. Bu anlamda kıtadaki diğer ilk nesil liderlerden son derece farklıdır. Diğer ilk nesil liderler sömürge ve Batı karşıtlığı üzerinden kurmaya çalıştıkları ulus inşa sürecinde çatışmacı ve dışlayıcı bir politika izlemişlerdir.


Mandela'nın mirası

Güney Afrika Cumhuriyeti’nin efsane lideri ilk siyah Cumhurbaşkanı Nelson Mandela’nın ölümü her ne kadar derin bir hüzne yol açsa da bazı kesimlerde onun mirasıyla ilgili ciddi tartışmaların önüne de geçememiştir. Çünkü Mandela’nın ölümü sadece bir saygın insanın bu dünyadan ayrılması değil bir vizyon, bir misyon ve bir zihni yaklaşımın da sonunu mu getirdi sorusu ana tartışmaların odağında yer almaktadır.

Mandela 27 yıllık hapis hayatı, ırkçı Apartheid rejimine karşı verdiği siyasi mücadele ve en sonunda ülkesini demokratik sistemle tanıştırdıktan sonra hoşgörülü, kapsayıcı ve rövanş almayan tutumuyla sadece kıtada değil bütün dünyada hayranlıkla karşılanmıştı. Fakat Mandela hem sağlık sorunları hem de belki de bazı şeyleri köklü olarak değiştirmek için küresel güçleri rahatsız etmek gerektiğinin farkında olduğundan sadece bir dönem cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturmayı tercih etti. 1994-1999 yılları arasında Cumhurbaşkanı olarak görev yaptığı dönem ve sonrasında ülkesinde sadece tartışmasız en etkili ve toparlayıcı bir figür değil, aynı zamanda Güney Afrika’nın küresel yüzü ve ikonuydu.

Mandela ve Afrika

Mandela’nın mirasını tartışmadan önce onu Afrika’da anlamlı bir kontekste oturtmak ve Afrika’nın ana dinamiklerine bir göz atmak gerekir. Günümüz Afrika’sının temel dinamiklerini ortaya çıkarmanın yolu, Afrika’nın son elli yıldır yaşadığı tarihsel dönüşümün ana temalarını anlamaktan geçer. 1960’larla başlayan bağımsızlık hareketleri, Afrika’da yalnızca yeni devletlerin ortaya çıkmasına yol açmadı. Aynı zamanda yeni bir Afrika elitini de ortaya çıkardı. Bu elit, gerilla geçmişine sahip, hayatını daha çok sömürgeci güçlere karşı savaşarak geçirmiş bir nesildi. Bağımsızlıktan sonra, gerilla mücadelesinin liderleri, devlet başkanı olarak Afrika tarihindeki yerlerini aldılar. “İlk nesil liderler” olarak tanımlayabileceğimiz bu tür liderler, 1960’ların ruhuna uyum sağlamalarına rağmen, Afrika’nın daha sonraları içinde bulunduğu sorunlara çözüm konusunda yetersiz kaldılar. 1960’larda Afrika’nın yüzleşmesi gereken temel sorunlar dış kaynaklı iken, 1990 sonrasında ağırlıklı olarak iç dinamiklere bağlı olarak gelişen AIDS, iç savaşlar, ekonomik geri kalmışlık gibi sorunlar siyaset ana kanalları oldular.

Nelson Mandela Güney Afrika için ilk nesil lider olsa da, diğer ilk nesil liderlerden çok farklı bir siyaset izlemiştir. Kwame Nkrumah, İdi Amin ya da Robert Mugabe gibi söylemi güçlü ama gerçekte bir siyasa üretmeyen bir politikayı değil, aksine daha gerçekçi ve dünya ve Afrika kıtasındaki değişimleri dikkate alan bir politika izlemiştir. Özellikle hayatının üçte birini cezaevinde geçirten ırkçı rejimin taraftarlarını bile affeden ve bu konuda öncülük eden Mandela, ülkenin yapısal sorunlarını çözmek yerine ilk olarak bir tür söylemsel ulus inşasına yönelmiştir. Hem kendisinin dünyadaki kredibilitesini kullanarak Güney Afrika’ya destek istemiş hem de Afrika Ulusal Kongresi’nin şahin ve keskin destekçilerini dizginlemesini bilmiştir.

Bu açıdan bakılınca Mandela siyasal ve sosyo-ekonomik dinamiklerin değişmesini ikinci plana itmiş ve bir aidiyet ve kimlik oluşturmaya çalışmıştır. Bunu da özellikle katılımcı ve tolerans ilkesinde yaptığı için dışlayıcı değil içselleştirici bir yol izlemiştir. Bu anlamda kıtadaki diğer ilk nesil liderlerden son derece farklıdır. Diğer ilk nesil liderler sömürge karşıtlığı ve Batı karşıtlığı üzerinden kurmaya çalıştıkları ulus inşa sürecinde çatışmacı ve dışlayıcı bir politika izlemişlerdir. Bunun sonucu olarak da aslında kurmaya çalıştıkları kimlik ve siyasal yapı kendi içinde çatışmacı bir doğaya sahip olarak sorunlarla yüzleşmek yerine sadece sorunları bir süre ertelemekle sonuçlanmıştır. 

Mandela’nın bu söylemi kontrol eden fakat yapısal sorunları erteleyen yaklaşımı onun yapısal sorunların farkında olmaması ya da naif olmasından kaynaklanmıyordu. Aksine sadece bir dönem devlet başkanlığı yaparak hem yapısal sorunlarla uğraşması için ikinci nesil liderlerden olan yardımcısı Thabo Mbeki’nin önünü açmış hem de siyasal sürece karışmayarak kendi ulus-üstü kimliğine bir zarar getirmemiştir. Bu konum onun Apartheid sonrası Güney Afrika’sında gerektiğinde devreye giren toparlayıcı rolünü oynamasının da önüne geçmemiştir. 

Afrika kıtası açısından bakılınca Mandela’nın ikinci mirası kökleri ilk 1970’lerden beri Steve Biko’nun teorileştirdiği ve Afrikalılar arasında yaygın olan sosyo-psikolojik durumun yıkılmasında öncülük ve önderlik etmesidir. Self-negation ya da kendi kendisine negatif bakma olarak ifade edilen bu yaklaşıma göre Afrikalılar kendilerini hep beyazlara karşısında eksik, ezik ve dışlanmış hissetmişlerdi. Özellikle Afrikalıların sırf siyah olduğu için bazı şeyleri yapamayacağı algısı derin bir psikolojik yenilgiye yol açıyordu. Mandela, siyaset tarzı, diğer ırklarla olan ilişkisi ve kendi kendisiyle barışıklık durumu sebebiyle belki de hem Batı’yla hem de kıtadaki beyazlarla rasyonel ve sağlıklı bir ilişki kuran ve siyasetini bu çerçeveye oturtan nadir liderlerden birisiydi. Bu yönü Mandela’nın bir insan ve birey olarak modelliği ve örnekliğinin sosyo-psikolojik düzeydeki boyutunu temsil etmektedir. 

Afrika’da bugün sorunların çözümü noktasında yaşanan isteksizlik ya da kargaşanın arkasındaki temel nokta ilk nesil liderler ve sonrakiler arasındaki liderler jenerasyonu çatışması ve eskiden beri gelen sosyo-psikolojik tahribin düzeltilmesidir. Mandela bu anlamda Nkrumah kadar öncü, Steve Biko kadar irfan sahibi ve Mbeki&Obasanju ikilisi kadarda vizyonerdi. Mandela’nın bu özellikleri onu Afrika tarihinde en büyük liderlerinden birisi olmasındaki en temel sebeptir. 

Mandela ve Türkiye

Nelson Mandela bütün dünyadaki saygınlığına rağmen Türkiye belki de hem kendi hayatını anlattığı kitabının hem şahsi bilinilirliğinin diğer ülkelerle karşılaştırılınca en az olduğu ülkelerden birisi olmuştur. Bu durumun iki temel sebebi vardır. Bir tanesi Mandela ve Afrika Ulusal Kongresi’nin Türkiye’yi büyük oranda Kürt sorunu üzerinden okumaları, bir diğeri ise 1993 yılında Mandela’nın Atatürk Barış Ödülünü reddetmesidir. Türkiye’yi Kürt sorunun üzerinden okumalarının ana sebebi 1980’lerde Avrupa başkentlerinde her ikisi de o dönem için sistem dışı kabul edilen aktörlerin ideoloji merkezli bir şekilde aynı potada birleşmeleriydi. Özellikle siyahların Güney Afrika’daki durumu ile Kürtlerin Türkiye’deki durumu arasında kurulan paralellik hem zihinlerde kalıcı olmuş hem de derin bir negatif Türkiye algısının oluşmasına sebep olmuştur. Bu durumun pek farkında olmayan dönemim Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in Davos’ta karşılaştığı ve samimi bir ortamda geçen muhabbet sonrasında Mandela’ya bu ödülün verilmesi gerektiği kanaati dönemin yöneticilerinde oluşmuştu. Fakat anlaşılan ne yukarıda bahsedilen Kürt sorununun küresel etkilerinden ne de Mandela’nın avukatının milliyetçi bir Yunanlı olduğunu bilen dönemin yöneticileri Mandela’ya sormadan bu ödülü verdiklerini ilan etmişlerdir. Aslında tamamıyla bir diplomatik skandal olan bu durum sonrasında Mandela’nın ofisinden gelen ret ve sert açıklama ile hem Türkiye’nin onurunu kırmuş hem de devlet refleksi gösterildiği için bir anda Güney Afrika ve Mandela Türkiye gündemine giremeden hayatımızdan çıkmıştır. 2000’lere kadar bu krizin derin etkileri dolayısıyla ilişkiler minimum düzeyde kalmıştır.  Sonrasından gelen Türkiye’nin Afrika’ya ilgisi ve Pretoria ile iyi geçinme isteği ancak 2011 yılında Erdoğan’ın ikinci ziyareti sonrasında ciddiye alınmaya başlanmıştır. Son dönemde artan ilişkiler aslında Mandela’nın cenaze törenine Başbakan ya da Cumhurbaşkanı düzeyinde bir katılımla perçinlenebilir ve Türkiye’nin Afrika açılımında ne kadar ciddi olduğu konusunda bir mesaj verilebilirdi. Fakat bu fırsat birçok ülkenin birkaç başkanıyla katıldığı cenaze törenine başbakan yardımcısı düzeyinde bir katılımla olduğu için kaçırılmıştır. 

Türkiye açısında Mandela ve onun mirası önümüzdeki dönemde sık sık gündemimize gelecektir. Bu hem Türkiye’nin Afrika açılımını her geçen gün derinleştirmesi sonucu oluşan yeni şartlar icabı olacak hem de özellikle Türkiye’de bazı kesimlerin Kürt sorununun çözümünde Güney Afrika modelini öne çıkarmak istemeleri sebebiyle olacaktır. Dolayısıyla belki de yaklaşık bir yirmi yıllık bir gecikme sonrası Mandela ve Güney Afrika, Türk siyasi ve entelektüel hayatından hak ettiği yeri bulacaktır ve tartışılacaktır.