‘Maraba’ların meşruiyeti

Filiz Gündüz / Marmara Ünv. Araş. Gör.
13.02.2016

Bir toplumun ve onların politik tercihlerinin meşruiyetinin sorgulanması ve dahası bu sorgulama sonrası olumsuz cevap verilmesi ne yazık ki sosyolojik tespit değil “egemen söylem”in yeniden üretilmesidir.


‘Maraba’ların meşruiyeti

7 Haziran seçimleri sonrası AK Parti hareketinin kurucu başkanı Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a yönelik bir eleştiri dalgası oluştu. Şüphesiz bu eleştiriler hep vardı fakat bu dalganın farkı AK Parti’yi destekleyen kimi kalemlerden de geliyor olmasıydı. Başkanlık sistemiyle alevlenen tartışmalar içerik itibariyle çeşitlendi ve farklı konulara da temas etti. Bu konular içerisinde en çok göze çarpanlar ise “global meşruiyet” ve AK Parti’nin -tabanı ve yöneticileri dahil olarak- kendi içine kapanık, eleştiriye tahammülü olmayan ve “arkaik” bir hüviyete büründüğü argümanlarıydı.

Vesayet sistemiyle kavga

Ahmet Çiğdem’in, katıldığı bir televizyon programında dediği gibi “Bir siyasi parti asla bir siyasi parti değildir”. Bu cümleyi Cumhurbaşkanı Erdoğan ile değiştirerek söylemek de mümkün. Bir partiyi destekleyen taban homojen bir yapı değildir fakat o partiye oy vermeye iten belirli sebepler ortaklaşabilir. Erdoğan’ı destekleyen kitleler, aktörle ünsiyet kurmakla beraber başka birçok sebeple oy verme tercihini belirledi. Bu sebeplerden biri de Erdoğan’ın halkın büyük çoğunluğunu baskı altında tutan vesayet sistemiyle kavgaya girişmesi ve başarılı olmasıydı. Ancak son derece politik bir bilinçle hareket eden Türkiye halkının yalnızca Türkiye ile sınırlı bir vesayet anlayışına sahip olduğunu söylemek doğru değil. Nitekim özellikle Gezi Parkı olayları döneminde tanık olunan olaylar (Mısır’daki darbe ile başlayan silsileyle Ortadoğu’da halk yönetimi isteyen kitlelerin acımasızca bastırılması) Erdoğan destekçileri için dönüm noktası oldu. Konjonktür yeniden şekilleniyordu ve sıradaki hedef Erdoğan’dı. Dolayısıyla resim şöyle kodlandı: Erdoğan sadece Türkiye içi değil Türkiye dışında da vesayetçi zihniyet tarafından hedef haline getirilmişti ve böylelikle de Cumhurbaşkanı’nın mücadele etmesi gereken aktörler çoğalmıştı.

‘Global meşruiyet’

Seçmenin bakışı böyleyken entelektüel kalemlerin bir kısmı başka noktalara temas etti: AK Parti 13 yıllık iktidarı boyunca birçok demokratikleşme hamlesinin önünü açmıştı fakat bu süreçte “yozlaşmıştı”. Bu yozlaşmanın yanı sıra dünya sahnesinde meşruiyeti sorgulanmaya başlamıştı. Bu “meşruiyet” sorgulaması yeni değildi elbette. Fakat yeni olan bu meşruiyetin 7 Haziran seçimleri sonrası ortaya çıkan krizin aşılması için CHP ile kurulacak koalisyonla kurtarılacak olması argümanıydı. Bu argüman bir açıdan haklıydı. Şöyle ki; seküler dünya için Esed ile Sisi rejimi ve PKK gibi anti-islamcı (ve anti-sosyolojik) yapılar ehven-i şerdi. Hegemonik konjonktür açısından bakıldığında seküler dalganın dişlilerine ters bir şekilde, yara alarak ve galip çıkıp çıkmaması “öngörülemeyecek” bir başkaldırı pek akıl karı değildi. Bu yüzden uzun vadeli bir ülke yönetimi tasavvur edilirken “dinle arasına rasyonel mesafe koyacak” ve sistemle barışık bir biçimde gerilimi azaltacak bir yol belirlenmesi gerekiyordu. Bu argüman elbette tercih edilebilir argümanlardan biriydi. Risksiz ve sisteme uyumluydu. Ancak sorun, ülkeyi, bölgeyi ve dahi bu sınırların dışını da dönüştürmeyi ve değiştirmeyi hedefleyen bir lidere bu yolu tavsiye edenlerin sanki egemen konjonktürün ve beyaz dünyanın dilinden konuşmuyormuş gibi davranmasıydı. Postmodern insanın muzdarip olduğu “mış gibi” davranma pratiği, siyaset ajandasına yedirilmişti -hem de “mış gibi” yapmayanlara başöğretmen edasıyla yol gösterirken. Bu argümanın, Esed ve Sisi gibi taban sosyolojisini yok sayan ve bastıran yapıları meşrulaştırmak için hali hazırda kullanılıyor olması da cabasıydı.

‘Beyaz dünya’ sorar

Diğer bir nokta ise “global meşruiyet”in meşruiyetinin nereden geldiği sorusuydu. Öyle ya; Erdoğan ve arkasındaki kitle eski Türkiye hükümdarlarına düşük yoğunluklu bir savaş veriyordu. Hükümdarlar dünya hükümdarlarının kimliğiyle paraleldi ve iş nihayetinde küresel bazdaki hükümdarlarla da kavga etme noktasına geldi. Fakat bu kitlenin elinde, hükümdarların sahip olduğu iktisadi ve entelektüel enstrümanları yoktu. Kendilerini ne akademide ne dergilerde ne de üst kültürde ifade edemiyorlardı. Hoş, kelime hazneleri de o kadar geniş değildi. Yetişmiş fikir adamları azdı. Dolayısıyla onları küresel bazda temsil edecek düşünce kuruluşları, medyaları, arzularını teorik argümanlarla savunacak aktörleri yoktu. Peki bu onların “öz”lerinden mi kaynaklanıyordu? Yoksa yıllar boyu direkt ve dolaylı olarak merkezden hariç tutulmalarına sebep olan yazısız sınıf kanunundan ve apartheid’dan mı? İnsanların siyasi liderlerine bu kadar teveccüh göstermelerinin sebebi ellerinde -henüz- sandıktan başka bir gücün olmamasından kaynaklanıyor olabilir mi? Madem ki bu insanların -belirli enstrümanlara sahip olamadıkları için- meşruiyetleri “beyaz dünya” tarafından sorgulanabilir, o zaman AK Parti ve Erdoğan neden önemliydi? Kemalizm ve şubesi Baas’la neden mücadele verildi?

Bir toplumun ve onların politik tercihlerinin meşruiyetinin sorgulanması ve dahası bu sorgulama sonrası olumsuz cevap verilmesi ne yazık ki sosyolojik tespit değil “egemen söylem”in yeniden üretilmesiydi. Hele ki bu meşruiyetin ancak toplumu meşru görmeyen taraflarla gerçekleşebileceği tezi, meşruiyeti kendinden menkul eurocentric bakışın tezahürü. AK Parti tabanı Türkiye’nin geniş bir kesimini temsil ediyorken ve bu kesim daha önce erişmesi engellenen imkanlara daha yeni yeni erişebiliyorken “a priori meşru”lar tarafından arkaik, eleştiriye kapalı ve fundamentalist olarak konumlandırılmaları (ki böyle olmaları da onları gayri meşru kılmaz) onlara ayrılan sürenin sonuna geldiğimizi “bildiriyor”. Halbuki maç daha yeni başlıyor.

[email protected]